Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (61): Altılı masa liderlerinin öncelikleri, ortak dil ve hedef tuturmanın zorlukları

Adını Koyalım‘ın bu bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, altılı masa liderlerinin önceliklerini, ortak dil ve hedef tutturmanın zorluklarını ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir kere daha “Altılı Masa”yı konuşalım istiyoruz. Ama onun öncesinde, tüm Türkiye için kâbus gibi bir günü bitirmek üzereyiz. Konya Şehir Hastanesi’nde doktor Ekrem Karakaya, İstanbul’da avukat Servet Bakırtaş, sırf mesleklerini yaptıkları için katledildiler. Üstüne, Konya’daki olay hakkında mahkeme yayın yasağı da getirdi. Bunlar artık Türkiye’deki durumun nasıl bir vahâmete ulaştığını gösteriyor. 

Önce “Altılı Masa”ya dönelim. Pazar günü altı lider, bu kez öğleden sonra bir araya geldi ve kısaca yine o heyecânı yaratamadılar diyelim. Toplantı, iki sayfalık bir açıklamayla bitti. Bâzıları bunun aday açıklaması toplantısı olabileceğini söylemişti, ama olmadı. Her neyse… Bugün “Altılı Masa’da kim ne istiyor, kim ne yapıyor, kimin önceliği nedir, dengeler nasıl kuruluyor?” Bunları birazcık yorumlamaya çalışalım diyorum.

Kemal, seninle başlayalım. Öncelikle geçmiş olsun. Covid’i hâlâ tam olarak atlatabilmiş değilsin, farkındayım. Bu masaya baktığın zaman, özellikle hangi uyumlar ve çelişkiler dikkatini çekiyor? Önem verdiğin hususlar nedir?

Kemal Can: Bir kere, senin açılışta söylediğin o “heyecan yaratma” meselesine kısaca değinmek istiyorum. “Altılı Masa bir heyecan yaratıyor mu, yaratmıyor mu?” konusu çok konuşuluyor ve bu konuşulduğunda da Altılı Masa mensupları ya da onların yakınları bundan çok hoşlanmıyorlar, bundan çok rahatsız oluyorlar. “Ne olacak yani? Heyecan yaratmaktan ne anlıyorsunuz? Biz gayet sağlam yürüyoruz” filan diyorlar. Doğru, evet; yani son derece sağlam, yavaş, o masanın dağılmayacağını pekiştiren, sürekliliğinin altını çizen, o konudaki kararlılığı teyit eden, son derece ihtiyatlı bir tutum içerisindeler. Tamam, bunu takdir edelim. Ama şunu da kabul edelim: Böyle bir tutum, evet, faydalı bir strateji olabilir. Bunu tartışmak ayrı bir şey. Taktik olarak bunun işe yarayıp yaramadığı ayrı; ama bunun heyecan yaratmaması da doğal bir şey. Bunun söylenmesinden de bir rahatsızlık duyulmaması gerekiyor. Zâten heyecan peşinde değilseniz, birileri size “Sizin yaptıklarınız heyecan yaratmadı” deyince rahatsız olmazsınız. Çünkü tersi olursa, siz heyecan olsun diye bir şey yaparsanız ve “Bundan heyecan çıkmadı” denirse, bir rahatsızlık duyabilirsiniz. Ama zâten bir heyecan peşinde değilseniz, heyecan doğurmuyor iddiasıyla bu kadar çok uğraşmamak gerekir. Bunu o tarafa söyleyeyim.

Diğer tarafa gelince, öncelik bir arada kalmak, bir arada durmak, bir arada durmayı devam ettirme kararlılığıysa ve mümkün olduğunca taktik alanda iktidârın önünü kesmek, yoksa dikkat çekici hamleler yapmak değilse, o zaman masanın da şimdiki performansını bu anlamda çok sorgulamamak gerekir. Ama buradan üretilenin devâmı konusundaki tartışmanın da biraz daha içerik kazanması ve derinleşmesi gerekir. Yani beşinci toplantıda artık yine bayram mesajları, ekonomideki tablonun özeti gibi şeylerle devam edip, her bir toplantıya biraz daha ileriye giden, “Kesinlikle birlikteyiz” fikrinden bir adım daha götüren şeyler yaparlarsa, sanıyorum heyecan olmasa bile daha etkili olabilirler.

İkincisi, son toplantıda “demokrasi âşıklarınınadayı” meselesine takıldım. Bu millete âşık olmak, demokrasiye âşık olmak, memlekete âşık olmak gibi metaforlar…

Ayşe Çavdar: Heyecânı oradan yaratmak istemiş olabilirler. 

Kemal Can: Seçmenler böyle şeylerden çok etkileniyorlar mı, “Vay! Bize âşıklarmış. Vay! Demokrasiye âşıklarmış” diye tüyleri diken diken oluyor mu bilmiyorum; ama siyâsetçiler bu tür göndermeleri kullanmayı çok seviyor. Ama açıkçası ne iktidârın memlekete âşık olduğu için yaptıklarından bir hayır gördük, ne de herhangi bir kavrama özel bir sevgiden çok fazla bir şey çıkması gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla bu metaforların değil, demokrasiye âşık insanların değil, demokrasiye inanan, bunun lüzumlu olduğu konusunda hemfikir insanların yapacaklarıyla daha çok ilgiliyiz. İşin bir tarafı bu. Bunları biraz söylemek istedim. 

Diğer tarafında, yani senin sorunun ikinci kısmında, “Burada kim neyi temsil ediyor?” meselesinde, masanın şöyle bir durumu var: Aslında bu masada yer alan aktörlerin yani partiler ve liderlerin şöyle bir açıları var: Bu liderlerin, bu partilerin temsil etme iddiasında oldukları kesimler, temsil etmesi ya da etkilemesi beklenen çevrelerle, gerçekte temsil ettikleri, masaya koydukları ya da taşıyabildikleri şeyler arasında bir açı var. Bu açı iki nedenle ortaya çıkıyor: Birincisi, onların, kendi temasta olduklarını iddia ettikleri çevrelerle ilişkilerinden kaynaklanan birtakım sorunlar var. İkincisi, bu masada oturarak yürümek mecbûriyetinin yarattığı birtakım problemler var. Dramayla ilgilenenler bilirler: Dramatik kurgu yapılırken bütün karakterlere bir hikâyede özel anlam yüklenir. O, bir şeyi temsil eder ve hikâyenin içerisinde onu tamamlamak için varlardır. Her eylemleri, her sözleri onu tamamlar. Dolayısıyla hikâyeye böyle hizmet ederler. Drama kurgusu böyle yapılır. Siyâsî kurguda da aslında böyle ittifaklı tablolarda herkese bir şey biçiliyor. Ya kendileri bir şey biçiyorlar ve onun iddiasıyla o masada yer alıyorlar, ya da o masaya onları dâvet edenler ve o masada onların bulunmasından fayda bekleyenler, onlara bir şey atfediyor. “Onlar bir tabanı getirecekler, bir fikri rahatlatacaklar, bir kapıyı açacaklar” gibi…

Bunların çeşitli katmanlarda bu Altılı Masa’da örtüşmeyen tarafları var. Çok fazla var. Meselâ sen geçen hafta “DEVA ve Gelecek Partileri ne oluyor da olmuyor?” diye bir yayın yaptın. 

Ruşen Çakır: Yazı yazdım.

Kemal Can: Evet, pardon. Yayın değildi. Covid etkilerini buradan anlıyoruz. İşte tam da orada söylemek istediğin şey… Aslında onların endîşeli muhâfazakârları temsil iddiasıyla o masada olmalarının iki tarafı var: Bir, çok geniş ve büyük bir çoğunluk oluşturan ve aslında bugünkü iktidar tabanının ana gövdesini oluşturan kesimleri, bu Altılı Masa entegrasyonuna taşımak ve onları bu masada temsil etmek gibi iddiayla oradalar. Ama senin de yazında ele aldığın gibi, bunun sayısal bir karşılığı yok. Bir türlü oluşamıyor. Ama aslında fikrî ve siyâsî karşılığı da biraz tartışmalı. Çünkü o endîşeli muhâfazakârlar için varsayımsal birtakım endîşeler ya da birtakım öncelikler atfediliyor ve tıpkı iktidârın kendisine sanal bir toplum, sanal bir seçmen yaratması gibi, muhâlefet içerisinde de belirli çevreler, kendilerince çerçevesini çizdikleri birtakım profiller târif ediyorlar ve o profilin bu masadaki temsilcisi oldukları iddiasında bulunuyorlar.

Bir, sayısal olarak bunu dolduramıyorlar. İki, bence siyâsî olarak da bunu dolduramıyorlar. Zâten bu sayısal-siyâsal dengesi de bu oturmamışlıktan kaynaklanıyor. Ama açıkçası benzer bir şey kısmen meselâ İYİ Parti’de de var, meselâ CHP’de de var. Çünkü İYİ Parti, Meral Akşener’in temsil ettiği ve son dönemde hem parti içindeki adımları hem söylemiyle altını daha kalın çizmeye çalıştığı gibi, bir merkez sağ ya da merkez parti çerçevesi çiziyor. Burada bir tahayyül var. Ama açıkçası, onu destekleyen tabanın homojen olarak bu fikrî eğilimi tam olarak benimsediği ya da desteklediği konusunda, hele teşkilâtın bununla tam uyumlu olduğu konusunda ciddî tereddütler var. Kezâ CHP, bir kazanma iddiasının ve Kılıçdaroğlu stratejisinin arkasında bütünleşmiş görünüyor. Ama bunun altında, bu her şeyi buluşturan, helâlleşmeyi ve hesaplaşmayı yapacak olan ortak zemînin ana aktörü olma iddiasının arkasında, çok fazla sayıda, üstelik de bu iddiayla da zaman zaman çelişen eğilimlerin baskın olduğunu ve kendilerine alan açmaya çalıştıklarını görüyoruz. Altılı Masa’nın en kalın partisi bile benzer bir sıkıntıyla karşı karşıya. 

Bu pencereden baktığımızda, Altılı Masa’ya kendi temsil iddialarıyla oturan bütün aktörlerin, temsil ettiklerini iddia ettikleri tabanla ilişkisinde ve o tabanın gerçek taleplerini oraya taşıma konusunda sorunları var. Ama buna karşılık, bu iddialara dayalı olarak kuvvetli bir pazarlık yürütmeye çalışıyorlar. Bu, siyâsî bir pazarlık. Çünkü aslında elde edemedikleri temsîliyeti, buradan kazanacakları ortak zaferden temin etmek gibi bir beklentileri var. Ortak kazanılacak zaferin, şimdiye kadar yapamadıkları her şeyi tamamlayacağına inanıyorlar. Bu motivasyonla davranıyorlar. Burada kritik önemdeki şey şu…

Ruşen Çakır: Kemal, biraz toparlayalım, çünkü bugün biraz hızlı gidelim istiyorum. 

Kemal Can: Tamam. Bir tek şunu söyleyeceğim: Bu masanın sayısal dengesi çok sık gündeme geliyor. Temsil etmedikleri kalabalıklara rağmen eşit oy hakkı meselesi gündemde. Bu, masanın çoğulculuk iddiası açısından önemli bir şey. Dolayısıyla sayısal tartışmayı çok sivriltmemek gerekiyor. Ama sayısal gerekçeleri pazarlık aşamalarında kullanmaya kalkıldığında da, olmayan kalabalıkları pazarlık unsuruna çevirmenin de önünü fazla açmamak gerekiyor. Bunu söylüyorum.

Ruşen Çakır: Tam da bu konuyu Burak’a sormak istiyordum. Altılı Masa’yı değişik yayınlarda çok konuştuk, anlaşılan daha da konuşacağız. Burak, senin de çok dile getirdiğin şeyle Kemal’in en son söylediği şey arasında bir uyumsuzluk var. Şöyle bir uyumsuzluk var: CHP ve İYİ Parti, iyi kötü istim üzerinde. Aldıkları oylar fenâ değil. Birisi %15 ve üstü, diğeri %25 ve üstü gibi gözüküyor. Diğerleri de anketlere baktığımızda çok az gözüküyor. Tamam, hepsinin berâber olması, Kemal’in de dediği gibi bir çoğulculuk işâreti; ama bir gerginlik yaratıyor olması lâzım, değil mi? Daha önce bunu değişik şekillerde dile getirmiştik. Meselâ Kemal’in de söylediği gibi, bir beklenti yaratıp çok geniş kitleleri masaya taşıma iddiasının, özellikle yeni kurulan partiler tarafında pek olmadığını gördük. Demokrat Parti’nin profili zâten baştan beri zayıf. Saadet Partisi de ilginç bir şekilde Oğuzhan Asiltürk üzerinden Cumhur İttifakı’na taşınmaya direndi ama, birçok araştırmada Yeniden Refah Partisi’nin bile gerisine düştüğünü görebiliyoruz. Bu gerilim sâhici bir gerilim değil mi? Ya da dışarıdan bakıldığında, meselâ tabanlar… CHP ve İYİ Parti’nin kadroları ve taraftarları herhalde o masaya bakarken bunları düşünüyorlardır.

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Bunu yaklaşık altı aydır bu programda tartışıyoruz ve daha önce, kalabalık olmanın daha güçlü olmak anlamına gelmediği konusunda uzlaşmıştık, hatırlıyorum. Benzer bir sendromu her toplantıdan sonra yeniden yaşıyoruz. Birincisi, bu masanın siyâsetin rûhuna aykırı bir tarafı var, bunu söylemek gerekiyor. Çünkü masanın karakteri konusunda hepimizin zihninde bir soru işâreti var. Bu altı lider, normatif bir çerçeveyi inşâ etmek için mi bir araya geldiler, yoksa mevcut siyâsî koşullarda oluşan hegemonyaya mı cevap vermek için bir araya geldiler, bu belli değil. Daha kitabın ortasından konuşursak, bu ittifak Demokratik Parlamenter Sisteme Geçiş gibi soyut, üzerinde uzlaşması kolay ve îtiraz edilmesi çok mümkün olmayan bir idea üzerinden mi kurulacak, yoksa siyâsî pazarlıkların siyâsî bir amaca ulaşmak için yapıldığı ve bu partilerin pazarlıklar sonucu birbirine bağlandığı bir ittifak mı olacak? Bu sorunun cevâbı gerçekten yok. Bu sorunun cevâbının olmaması da, bana sorarsanız bilinçli bir tercih. Yani bu masa, bilinçli olarak herhangi bir konuda somutlaşamıyor, somut adım atamıyor, somut bir isim öneremiyor, somut bir yol haritası çizemiyor, somut bir politika savunamıyor, somut adımlarını ortaya koyamıyor. Çünkü somutlaştıkça, bu altı partinin birbirinden ayrışacağı korkusu var. Somutlaşma korkusu, aynı zamanda toplumun geçici, heveskâr, daha popüler figürlere yönelimini berâberinde getireceği için bu da tehlikeli görünüyor ve Altılı Masa, kendi tabanının irâdesinden kopan altı liderin seçkinci tavrına hapsoluyor. Böyle söylemek lâzım.

Bu iyi bir şey değil. Demokrasi kuracağız diye millî iradeyi, halk irâdesini bir tarafa atmak ve seçkinler arası bir mutâbakata varmak, dünyanın en demokratik metnini çıkarsa da iyi değil. Dünyanın en normatif çağrısında bulunsa da iyi değil. Çünkü demokrasiyi böyle inşâ edemeyiz. Demokrasiyi daha çok muhâlefetin de iktidârın da, toplumun her kesiminden insanların daha katılımcı olduğu bir sistemle inşâ edebiliriz. Bana sorarsanız Altılı Masa bu taban beklentisini çok da iyi bir şekilde temsil etmiyor. 

Bu, berâberinde başka krizler getiriyor. Meselâ bunun getirdiği krizlerden bir tânesi, halkın kendi gündemini Altılı Masa’da görmeyişinin yarattığı boşluğu doldurmak için, meselâ CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun halkı oyunda tutabilmek için daha aktivist gibi davranması… Kurumların önüne gitmesi, oradan meydan okuması, gecenin bir yarısı tweet atması, kamera açıp yayın yapması… Aslında bunların hepsi, Kemal Bey’in de farkında olduğu şeyler. Yani o siyâseti toplumdan alıp Altılı Masa’nın içerisine hapsettiği için, toplumun beklentilerini karşılamak adına böyle bir aktivizm içerisine giriyor ve bu aktivizm, Kemal Bey’in kendisi için de bir ikilem yaratıyor. Şöyle bir ikilem yaratıyor: Altılı Masa’nın aslında siyâseti önemsizleştiren, lider adayının kim olacağını önemsizleştiren, yol haritasının ne olacağını önemsizleştiren bir tavrı var. 

Bunun yerine ikame ettiği kavram da, Parlamenter Sisteme Geçiş ve demokrasi sevgisi, demokrasiye âşık olma olgusu. Bu konu, hiçbirimizin kafasında net değil. Nasıl bir başkan adayının olacağı konusunda yapılan îzâhat, hiçbirimizin kafasında belirgin bir kişiye işâret etmiyor. Zâten masanın amacı da bu: Belirgin bir kişiye işâret etmemesi. Çünkü belirgin bir kişiye işâret ettiği takdirde, orada bâzı isimler, yani halkın daha çok teveccüh gösterdiği bâzı isimler öne çıkabilir. O öne çıkmasın diye böyle bir durum ortaya çıkıyor. Daha soyut, daha üzerinde uzlaşması kolay bir durum… Çünkü hiç kimsenin îtiraz edemeyeceği bir kavram ortaya atıyorsunuz ve o kavram orada duruyor. Bu, meselâ Kemal Bey için bir avantaj. Çünkü birçok partiyi bir arada toplayabiliyor. Kendisinin, sâdece sekülerlerin değil, muhâfazakârların da lideri olduğu imajını berâberinde getiriyor. Fakat halk irâdesiyle oluşan o boşluk, onu aktivizme daha fazla ittikçe, o aktivizm de bir şekilde muhâfazakârları daha fazla tedirgin eden bir hâle bürünüyor. Yani burada ikili bir oyun var. O yüzden bâzı gazeteciler, Altılı Masa’da gördükleri Kemal Kılıçdaroğlu’na hayran olurken, kurumların önüne giden ve meydan okuyan Kemal Kılıçdaroğlu’nu görünce muhâfazakârların tedirgin olduğunu düşünüyorlar ve birbiriyle çelişkili bir duruma düşüyorlar. Kemal Bey hakkında ne düşüneceklerini bilmiyorlar. Çünkü iki farklı persona üzerinden hareket ediyor. 

O yüzden Altılı Masa’nın bu şekilde devam etmesi, bana sorarsanız çok zor. Devam edebilir, tabii ki toplanabilirler; ama bu şekilde bir heyecan yaratması, bir alternatif ortaya koyması çok zor. Lider adayının demokrasi âşığı olması gerekliliği, maalesef toplumun zihin dünyasında herhangi bir karşılığı olan bir kavram değil. Bizler hayâtımız boyunca demokrasi adına en baştan çıkartıcı sözleri, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârı sırasında duyduk. Yirmi sene öncesini hatırlayalım… Bu insanlar ağızlarından demokrasi, sivilleşme, insan hakları, Avrupalılaşma terimlerini düşürmezlerdi. Demokrasi âşığı olmanın bir cihazı yok, ölçemiyoruz. Bize bir cihaz bağlayıp, “Acaba yüzde kaç demokrasi âşığıyız?” diye ölçecek bir cihaz yok. Demokrasi âşığı olmak, muhâlefet partilerinin de temsil ettikleri ya da seslenmek istedikleri veya hiç konuşamadıkları tabanın irâdesini, bir anlamda aday çıkartma ya da muhâlefet bloku kurma sürecine yansıtmalarıyla olur. Söyleyeceklerim bu kadar. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sen demokrasi âşıklarına baktığın zaman neler görüyorsun? 

Kemal Can: Bir şey söyleyeceğim: Demokrasi âşıkları kadar, bir de şıpsevdiler var. Geçici şeyler var.

Ayşe Çavdar: Maymun iştahlılar da var…

Ruşen Çakır: “Macera filmi çekemedik, bari aşk filmi çekelim” gibi oluyor. Senin pozitif ve negatif olarak özellikle ne dikkatini çekiyor?

Ayşe Çavdar: Ben de bu tartışma konusunda galiba Burak’la aynı bıkkınlığı taşıyorum. O yüzden, sanki bu konudaki son sözlerimi ediyormuş gibi konuşacağım. Çünkü her aşamasında, her toplantıda, her bir atraksiyondan sonra tartışıp tartışıp geldiğimiz bir nokta var: Altılı Masa heyecan yaratamıyor. Ben heyecânın da çok abartıldığını düşünüyorum. Bunu daha evvel konuşmuştuk. Çünkü esâsında heyecandan başka bir şeye ihtiyâcımız var. O da, ayakları yere basan bir siyâset. Çünkü “heyecan” ya da “demokrasi âşığı” gibi lâfları normal bir zamanda siyâset yaparken konuşmuyoruz ki şimdi konuşalım. Bir kurtuluştansa, yeniden bir kuruluş heyecânının yaratılması gerek. Fakat Altılı Masa, Altılı Masa olarak ortaya çıkması buna işâret ve delâlet ettiği halde, özellikle böyle bir şeyden kaçınıyor. Dolayısıyla bir ikirciklik var ve o ikircikliliğin Kemal Kılıçdaroğlu’nun aktivizmiyle, masa kurucu olarak oynadığı rol arasında olduğunu düşünmüyorum. Altılı Masa’nın altıdan ibâret kalmasıyla ilgili bir ikirciklik var. Burak orada haklı. CHP ve İYİ Parti Millet İttifakı’ysa, Altılı Masa daha geniş bir ittifaksa, o ittifakın içerisinde diğerlerinin yeri ne? Daha da geniş bir ittifaksa, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ittifakıysa, niye HDP veya TİP orada yok? Anlatabiliyor muyum? Buna bir türlü cevap verilmiyor. Çünkü çok korkuyorlar. 

Sanki bu konuda son kez konuşuyormuşum gibi diyeceğim şey de şu: En başından îtibâren şöyle bir problem var, bunu defâlarca konuştuk. Aysuda Kölemen’le dün sezon finali yaptığımız programda da defâlarca söyledim: Bir yanlış okuma var: “Türk halkı muhâfazakârdır, dindardır. Bir de üstüne milliyetçidir. Ancak bu değerlerle bu halka siyâset yaparsak onların gönlünü ve oyunu kazanabiliriz.” Duygu siyâseti yapacaklarsa bile şu duyguyu ıskalıyorlar: Şu içinde yaşadığımız, kaç yıldır içinden çıkamadığımız buhran içerisinde, bu milletin bir de kendinden sıkılma duygusu var. Kendinden, içinde bulunduğu halden sıkılma, bıkma duygusu var. Çok önemli bir duygu. Hepimizde olan bir şey. Niye? Çünkü ne kendi hayâtımızda ne müşterek hayâtımızda, hiçbir şeyi kendi irâdemizle değiştiremez haldeyiz. Senelerdir böyle. 

Daha kötüsü, biz bu irâdemizi oy verdiğimiz partilerde de gösteremiyoruz. Bizden yine oy talep edecek olan siyâsî partilere de gösteremiyoruz, onları da bir değişime bir türlü iknâ edemiyoruz. Onların masası, orada küçük, kendi kendine konuşan, birbirine konuşan ve birbirini ürkütmemeye çalışarak bir şekilde yol almaya devam eden bir masaya dönüşüyor. Dolayısıyla, heyecan yaratmayı geçtim, bunun iknâ edici bir yanı da yok. Bence, özellikle şöyle bir durumda, heyecan gerçekten biraz abartılmışbir şey. Çünkü heyecâna da biraz doymuş bir hâlimiz var. Hayatımızın her günü, sonunda bir kaygıya bağlanan atraksiyonlarla dolu. Bizde bir gün içerisinde olan şeyler, herhalde buralarda, Avrupa’da on yıla yayılıyordur ve belki de daha dönüştürücü oluyordur. Olmuyor… Böyle bir durumdayken heyecâna değil, akla dâvet eden bir şeye ihtiyaç var.

Burada son bir şey söyleyeceğim: Ne olabilir? Akla dâvet eden bir siyâset nerede olabilir? Başkan adayı mevzûundan yola çıkarak gideyim. Herhalde bu mevzûu ilk tartıştığımız programdan beri bunu söylüyorum. Başkanın kim olduğu ya da nasıl biri olduğu hiç önemli değil. Gerçekten hiç önemli değil. Çünkü Altılı Masa ve siyâsetçiler sanki farkında değillermiş de, normal bir zamanda siyâset yapıyorlarmış gibi davransalar da, ahâli, gayet olağanüstü bir zaman diliminde yaşadığımızın ve önümüzdeki seçimlerin de bu olağanüstü zamânın neye evirileceğine dâir son bir hareket olacağının farkındalar. 

Ne önemli ve nasıl? Defâlarca da yazdım. Yöntem tartışması önemli. O başkan nasıl seçilecek? Yani önemli olan, Altılı Masa’ya, ya da o masa genişleyecekse daha geniş bir “demokrasi âşıkları” masasınaşeklini ve içeriğini verecek olan şey, hangi seçimleri yaptıkları değil, o seçimleri nasıl yaptıkları. Bu mevzû yalnızca CHP’nin meselesi de değil. Çünkü Meral Akşener hâlâ dışarıdan “Aday değilim” dediği halde anketlerde aday gösterilse bile, şu anda neredeyse bütün aday adayları CHP’den. Bu sâdece CHP’nin problemi değil. “Ben merkez bir parti örgütlemek istiyorum” diyen İYİ Parti’nin de problemi. Küçük partiler için daha küçük bir problem. Çünkü onlar oy oranları ve gelecek projeksiyonları îtibâriyle, sâdece mızmızlanma hakkına sâhip olacaklar. Çünkü kendilerinde muhtemelen başka bir şey görüyorlar. Orada da yöntem yok. Sürekli olarak oy oranlarının yarıştırıldığı, her bir seçim anketinin neredeyse ortaklar arasında bir krize dönüştüğü –mulislerden aldığımız bilgilerle söylüyorum– bir hal yaşıyoruz. Oysa önce, nasıl bir yöntemle, hangi işleri hangi yöntemlerle halledeceklerini, bu yöntemleri duyurarak devam edebilirler. Bu, toplumu heyecan aramaktan ve heyecanların bağlandığı kaygılardan arındırıp, “Bu adamlar ve kadınlar bizim başımıza ne getirmeye çalışıyorlar? Hangi yöntemlerle getirecekler? Biz bunun neresinden nasıl dâhil olacağız?” gibi bir soruyla akla dâvet edebilir. Ama bu da yok. Bir şey daha var. Onu bir dahaki turda söyleyeceğim.

Ruşen Çakır: İkinci turda biraz ileriye yönelik olarak ne beklediğinizi sormak istiyorum. Ayşe, herhalde senin de söylemeyi düşündüğün böyle bir konudadır. 

Kemal, görüyoruz ki bu masanın en önemli başarısı altı kişiden oluşması ve dağılmamayı becermesi. İktidârın burayı bozmak istediğini biliyoruz. Saadet Partisi örneğinde olduğu gibi, hem partileri kendi içlerinde, hem de yan yana duruşlarını bozmak istiyor. Bunu biliyoruz ve buna bir direnç var. Bir tür kader birliği etmiş durumdalar. Ancak Selahattin Demirtaş’ın dünkü yazısında bahsettiği ortak dil meselesi yok. Ayda bir toplanıp, o ayın önemli olaylarının üzerine birer cümle lâf etmekle ortak dil oluşmuyor bence. Zaten bâzıları da eskiyor. Böyle de bir şey var. Ânında ortak dili göremiyoruz. Meselâ diyelim ki bugün bir doktor görevi başında katledildi. Bütün partiler ayrı ayrı bir şey söylüyor, ama yan yana berâber durup ortak bir şey söylemiyorlar.

Önümüzdeki süreçte, Temmuz sonunda ya da Ağustos başında toplantı sırası Saadet Partisi’ne geliyor. Mâlûm, altıncı toplantı olacak. Artık ne olacak? Adayın açıklanmasını bekliyor musun? Ya da yine beklediğimiz minvalde mi gidecek? Yani, sâdece o ayın değerlendirmesini yapan, komisyonlar hakkında bilgi veren bir Altılı Masa mı olacak, yoksa birtakım hamleleri artık yapmaya başlamış, birtakım duruşlar sergilemiş, hattâ belki de adayını ve ekibini belirlemiş bir masa mı bekliyorsun? Bu soruyu hepinize sormuş oluyorum. Tekrarlamakta zorlanabilirim.

Kemal Can: Hemen sorduğun sorudan başlayayım. Altıncı toplantıdan böyle bir şey beklemiyorum. Tahmin de etmiyorum. Altılı Masa’nın altıncı toplantısından, şimdiye kadar heyecan yaratmayan ya da çıkması beklenen ama çıkmayan şeylerin çıkacağını düşünmüyorum. İki nedenle böyle olmayacağını düşünüyorum: Birincisi, ilk turda hepimizin tek tek değindiği gibi, buna henüz Altılı Masa’nın kendisinin hazır olmaması. Lâfını hazırlamış, zamanını bekliyor değil. Aslında o lâf, o adım, ister aday, ister program anlamında henüz çatılmış değil. Dolayısıyla öyle birdenbire, “15 gün içinde heyetler çalışacak ve pat diye bir şey çıkartacaklar” fikrine çok yakın durmuyorum. Zâten artık herkes, zamânında ya da zamânından kısa bir süre önce seçim ihtimâline iknâ olmuş görünüyor. Yani yakın zamana kadar muhâlefetten ya da muhâlefetteki bâzı gazetecilerden sürekli erken seçim târihleri açıklandı, ama onların pek olmayacağı görüldü. Tabii hâlâ böyle bir olasılık var, ama bunu yapacaksa iktidar yapacak. Muhâlefetin bu konuda bir inisiyatif şansı yok. 

Altılı Masa meselesinde, senin soruyu sorarken çizdiğin çerçeveden bahsedeyim. Ne işe yaradı, ne yaptılar? Tamam, bunu yapamadılar, heyecan olmadı, o olmadı, şu olmadı, ama neyi becerdiler? Bir arada durmayı becerdiler. Peki, bu bir arada durmayı becermek, bunu göstermek fazla boş bir şey mi? Değil. Ne işe yaradı? İktidârın oy kaybının, muhâlefetin atağıyla, muhâlefetin çok büyük bir karşı rüzgâr oluşturmasıyla gelişmediğini biliyoruz. İktidârın kendi sıkıntıları ve içinde bulunduğu yapısal kriz nedeniyle, tabii ki konjonktürün etkisiyle ve özellikle ekonomik kriz tablosuyla, yavaş ama düzenli bir erime yaşadığını biliyoruz. Bu çok açık. Bu ölçülerek geliyor. Grafik, bütün farklı anketlerde, neredeyse çok net biçimde aşağı yukarı aynı trendi gösteriyor. Muhâlefet başka türlü davransa da, iktidar bu oy kaybını muhtemelen yaşayacak.

Ama Altılı Masa buna ek olarak neyi sağladı? İktidar, bu kaybını gördükten sonra bütün stratejisini, “Ben kaybediyorum, ben sorunlar yarattım, bunları da çözemiyorum. Ama benim bir alternatifim yok. Bunlar da hiçbir şey yapamaz. Bunlar yakında darmadağın olurlar, beş benzemezler ve aralarında ciddî sorunlar var” diyerek kurdu. Altılı Masa’nın birinci önceliğini bir arada kalmak olarak koyması, bu işe yaradı. İktidârın bu stratejisini kolay işletmesini engelledi. Ne oldu? Tamam, bir şey yapmıyorlar. Henüz heyecan duyacak ya da peşine takılacak bir bayrak açmış değiller. Ama en azından böyle bir şeyin olabileceği ihtimâlini canlı tutan şey, o Altılı Masa’nın devam ediyor olması. Bunun dolaylı bir faydası olduğunu da kabul etmek lâzım. Bu az bir şey değil. En azından, iktidârın bu konudaki stratejisinin kolay çalışmasını ve “İktidârın karşısında herhangi bir seçeneğin var olmadığı ve zâten var olamayacağı” fikrini nispeten tutan bir işlevi oldu. Bunun azımsanmayacak bir tarafı var. 

Bunu sağlayan iki önemli aktör, hem Kılıçdaroğlu hem Meral Akşener, açıkçası bundan faydalandılar. Meral Akşener çok erken bir evrede, muhâlefet ittifakı içerisinde kalma kararlılığını çok net biçimde ifâde ettikten sonra, hızlı bir ivme almaya başladı. Çünkü bu ihtimâli canlı tutma irâdesini gösterdiği için, bu imkânın arkasında bir destek tutmaya başladı. Aynı şekilde, bu masayı çatmış olan ve bu masanın devâmını sağlayan Kılıçdaroğlu da bundan, kendisinde doğal olarak olmayan bir karizma temin etti. Kılıçdaroğlu karizmatik bir siyâsî aktör değil. Ama bundan 5-10 yıl önceye göre, hem popülaritesi hem desteği, hem son anketlerde görüldüğü gibi partisine küçük de olsa oy artışlarıyla bir ivme kazandırmasının arkasında, bu masayı inşâ etmesi ve sürdürülebilmesi var. Burada belirleyici olduğu düşünülen ya da seçmenin böyle algıladığı bu iki aktör de bundan bir fayda temin ettiler. Masanın hiçbir şey olmadığını söylemek çok doğru değil. Ama bunun bir sonraki aşaması, yani o kurucu kısmı, yeni bir şey kurma iddiası — ki neredeyse bütün toplantılarda, bütün masa ortak metinlerinde hep böyle bir iddia var: “Parlamenter Sistemi, yeni bir şeyi, bozulan bir şeyi kuracağız” iddiası var. O iddiaya geçilirken, “Biz bu iktidârın karşısında birlikte durma kararlılığı gösteriyoruz”dan, bu iktidârın bozduğu şeyi yeniden inşâ etmek konusunda ve memleketin içine yuvarlandığı krizler serisinden çıkma konusunda, o beklenen adımı atamıyorlar. Burada bir açı var. Ama ifrat ve tefrite kaçmamak lâzım. Yani, “Masa tamâmen boş ve hiçbir fonksiyonu yok” demek de çok doğru değil.

Senin söylediğin Demirtaş meselesinden yola çıkıp bir şey söyleyerek devam edeceğim: Demirtaş’ın daha önce de bâzı mektup ve yazılarında, hattâ bâzı sosyal medya paylaşımlarında, hep bir özeleştiri, çuvaldız-iğne metaforuyla kendine de bakan bir tutum var. Ama ben, Selahattin Demirtaş’ın bu çıkışlarında, aslında kendi tarafına iğne batırırken, herkesi de böyle bir şeye örtülü biçimde çağırdığını düşünüyorum. “Tamam, evet, biz dönelim kendi yaptığımız hatâlara da bakalım. Bizim de iknâ etmek zorunda olduğumuz bir şeyler var, bunu dikkate alalım. Yanlışlarımız, öfkelerimiz ve hassasiyetlerimizle biçimlediğimiz siyâsetimizi gözden geçirelim” diyor. Ama aslında bunun arka tarafında, “Acaba herkes bunu yapıyor mu? Herkes de bunu yapsa ya… Cesâret tam da böyle bir yerden kurulacak” diyor. Çünkü baktığımız zaman herkes, HDP’nin Türkiye partisi olması, mesâfe ayarları konusuna giriyor. Meselâ tek tek bütün siyâsî aktörler, “Biz bu meselelerde neyi yanlış yaptık?” ya da “Şimdiye kadar neyi eksik bıraktık? Neyi hâlâ tam olarak yapamıyoruz?” sorusunu yeterince soruyorlar mı?  Mesela Kılıçdaroğlu kendi adına, partisi adına zaman zaman böyle bir özeleştiri dili kuruyor, ama bütün parti meseleye böyle yaklaşıyor mu? Ya da bu dönüşümü yaşadı mı? Veya merkez sağı ihyâ etme iddiasındaki İYİ Parti, acaba 90’lar boyunca, bize bu günü hazırlayan merkez sağın neler yaptığını, tıpkı Babacan’a ya da Davutoğlu’na söylediğimiz gibi, “Kardeşim, sizin bulunduğunuz zamanda yapılan şeyler konusunda oturup bir şey söylemeniz gerekmiyor mu? Bir bağlam içerisinde bunu yeniden târif etmeniz ve problemin ne olduğunu, o problemin içinde kendi yerinizi târif etmeniz gerekmiyor mu?” şeklinde bir şey soruyor mu? O zaman, merkez sağın da ya da CHP’nin ana muhâlefet olduğu yıllar boyunca, bütün bunları gözden geçirmesi ve iğne-çuvaldız ilişkisi üzerinden her şeyi, kendisinden başlayan bir cesâretle ele alması lâzım. 

Burak’ın az önce değindiği gibi, bilinçli olarak muğlaklığı seçen bir siyâsî ittifak olmaya devam ederken, ne bu cesâretin ortaya çıkması ne de arkasına kalabalıkları toplayacak bir bayrağın öne geçmesi, kolay değil. Yine söylediğim gibi, masanın sağladığı şey, az bir şey görülmeyebilir. Bunu sağlamaya devam etmesinin ve iktidârın erimesinin en azından tersine dönmeyeceği bir tablonun bir süre daha sürdürülmesinin yeterli olduğunu düşündüklerini düşünüyorum. Davranışlarını böyle tâkip ediyorum. Bu bilinçli tercihe bir süre daha devam edeceklerini düşünüyorum. O yüzden de, ben çok hızlı hareket ederek birdenbire bir heyecan ya da motivasyon çıkartacak adımları çok yakın vâdede beklemiyorum. Bizim açımızdan biraz sinir bozucu olan ve sanıyorum seçmen açısından da öyle olan bu bekleme sürecinin, bir süre daha devam edeceği kanaatindeyim. Senin soruna cevap olabildiyse…

Ruşen Çakır: Evet, oldu. Burak, sen ne diyorsun? Beklenti derken, analitik olarak, “Neler olabilir?” anlamında soruyorum. “Ne olsun”dan ziyâde, “Ne olabilir?”

Burak Bilgehan Özpek: Bana sorarsanız, siyâsî partilerin, bu Altılı Masa’yla siyâsetin gerçekliği arasındaki sıkışıklık hâli devam edecek ve biz önümüzdeki dönemde aslında muhâlefet içi aktörlerin daha çok ilgilendiği bir anket savaşı dönemi yaşayacağız. Bu çok sıkıntılı bir durum. Çünkü biraz önce ifâde ettiğim gibi, Altılı Masa’nın kendisini soyut bir düzlem üzerinde konumlandırması, siyâsî partileri de agresif siyâset yapan aktörler olmaktan alıkoyan bir hâdiseye dönüştü. Bunu yaptıkları takdirde, Altılı Masa’daki diğer müttefikleri rahatsız etme gibi bir tehlikeyle karşı karşıyalar. Yani bugün, Kemal Bey’in kurumların önüne gidip bir anlamda meydan okuması, ittifak içerisindeki muhâfazakâr partiler için eminim ki çok hoş değildir. Aynı muhâfazakâr partiler, Kemal Bey’in Altılı Masa’yı dizayn etme biçiminden son derece memnun olabilirler. Kendilerine yeni sistem içerisinde bir yer bulmuş olduklarını düşünebilirler. Hattâ oyunu alamadıkları kalabalıkların temsilcisi olarak, kendileriyle muhâtap olan Kemal Bey’i, demokratik bir Türkiye’nin mîmârı olarak görebilirler. Fakat aynı partiler, kurumların önüne gidip Adalet ve Kalkınma Partisi bürokratlarına çok sert bir dille meydan okuyan Kemal Kılıçdaroğlu’ndan çok da memnun olmayabilirler. Ama Kemal Bey siyâset yapmak zorunda. Neticede o da bir tabanı temsil ediyor ve bir şekilde Cumhuriyet Halk Partisi bir oy alacak.

Öte taraftan, İYİ Parti’nin anketlerdeki yükselişi, bir anlamda, anket açıklanmasını artık istemediğimiz bir duruma getirdi. Çünkü İYİ Parti’nin yükselmesiyle birlikte, CHP-İYİ Parti geriliminin nasıl ilerleyeceği gibi bir soru işâreti oluşuyor. Yani İYİ Parti’nin yükselişi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden önce CHP’yi rahatsız eder bir duruma geçti ve bunun çözümü de, İYİ Parti’nin hiçbir şey söylememesi, siyâset yapmaması. Fakat siyâset de devam ediyor. Bu kadar insan, il teşkilâtları, milletvekilleri, partilerde siyâset yapmak isteyen insanlar, parti daha çok oy alsın diye oradalar ve onun akılcılığıyla hareket ediyorlar. Dolayısıyla Altılı Masa, bir anlamda, partileri de siyâset yapmaktan alıkoyan bir hâle geliyor ve partiler arasındaki ilişkilerin anketlere emânet edildiği ve her anketin birbirinden farklı bir hikâye anlattığı bir durum yaşıyoruz. Öyle ki, biz İYİ Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin toplam oyunun %40 civârında olduğunu biliyoruz. Fakat bunun, 29’a 11 mi, yoksa 23’e 21’mi olduğu konusunda büyük bir karmaşa var. Bu, berâberinde siyâset yapma alanını, muhâlefetin iktidâra karşı yaptığı siyâsetten, muhâlefet aktörlerinin birbirine karşı yaptığı siyâsete çeviriyor. Bu maalesef önümüzdeki dönemde böyle devam edecek. Benim önümüzdeki döneme dâir beklentim bu.

Fakat bunun güvencesi de var. Masadan kalkmak çok mâliyetli bir iş. Aslında Kemal Abi doğru söylüyor, bugün muhâlefetteki masa, heyecan yaratmasa da, bizleri tatmin etmese de, en azından var olarak, varoluşunu ortaya koyarak, dağılmayarak ve bir şekilde arada sırada çıkıp gövde göstererek önemli bir alternatif sunuyor. Seçmenlerin siyâsetçilerden çok da büyük beklentileri yok aslında. Birbirleriyle kavga etmeden, sandıklara sâhip çıkarak, doğru düzgün adaylar çıkartarak bu işi bitirmesini bekliyorlar. Dolayısıyla, o masadan kalkan herhangi bir siyâsetçi de cezalandırılacak. Yüksek oy almak için kendisine güvenen ya da bir şekilde ayrıldığı zaman daha fazla oy alabileceğinin inancıyla, herhangi bir partinin masadan ayrılmasını da çok mümkün görmüyorum. 

Masa devam etmeli. Çünkü aslında bana sorarsanız, masa zayıf bir irâde temsili. Fakat muhâlefette tabanda çok ciddî anlamda bir ittifak kurulmuş durumda. Bugün İYİ Parti teşkilâtlarından, CHP teşkilâtlarından ya da HDP teşkilâtlarından da bahsetmiyorum. Bu partilerin seçmenleri, hepimiz gibi sıradan ve normal bir hayat yaşayan, KPSS’ye hazırlanan, mülâkatlara giren, markete giden, enflasyonla mücâdele eden, âilesini beslemeye çalışan insanlardan oluşuyor. Aslında bütün bu âidiyetleri göbekten kesen bir vatandaşlık olgusu var ve bütün vatandaşlar aslında ortak bir sıkıntıda bütünleşiyorlar. Bu insanlar, şehirleşmeyle berâber benzer kültürlere, benzer popüler kültür alışkanlıklarına, benzer network’lere, benzer esprilere, benzer edebiyat ve müzik merakına kavuşmuşlar. Benzerlikleri de çok yükseldi. Dolayısıyla bir HDP seçmeniyle CHP seçmeninin ya da İYİ Parti’nin genç kuşak, şehirli seçmenlerinin arasında büyük uçurumlar yok. Bu insanlar, karşılarında ciddî anlamda tahmin edilebilir, kurallı bir devlet istiyorlar. Çok basit. İnsanların büyük çoğunluğu öyle çok büyük bir hikâye peşinde değil. 

Ayşe Çavdar: Kurallı bir devlet, çok büyük bir hikâye.

Burak Bilgehan Özpek: Büyük bir hikâye de, şöyle söylüyorum: Bu kadar yalın bir mesaj üzerinde uzlaşabiliyoruz. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir başarısı. 2022 senesinde bu kadar farklı toplum kesimini böyle yalın bir mesaj üzerinde uzlaştırmayı becerdiği için, çok başarılı bir parti. Bizleri bir araya getirdi. O kadar kötü, o kadar agresif ve o kadar hoyrat davrandı ki, biz bu mesaj üzerinde bir araya geldik ve bu, partili kimliğin ve oy tercihinin dışında bir şey. Partizanca bir tutum değil. O yüzden, masadan kalkan siyâsetçinin cezalandırılacağı bir dönem. Bunun bir yolunu bulmak zorundalar. Partiler hem siyâset yapmayı öğrenecekler, her bir parti kendi hinterland’ında siyâset yapıp, kendi oyunu artırmayı becerecek, hem de Altılı Masa’yı bir arada tutmak zorundalar. Bu, hakîkaten “demokrasi sevdâlısı” gibi, “demokrasi âşığı” gibi ya da “iyi bir insan olmak” gibi ya da “Türkiye’nin demokrasisini inşâ edeceğiz” gibi, soyut, nereye çekseniz oraya giden, altı doldurulmamış söylemlerin çok ötesinde fayda sağlayacaktır. Müstakil, özerk siyâset yapma alanlarını muhâfaza ederek bir arada kalmanın yoluna bakacaklar. O bir arada kalmanın yolu da, biraz önce bahsettiğim gibi, bu tarz ideal kavramlar üzerinden değil, yapılabilir, kısa ve orta vâdede gerçekleştirilebilir ve demokrasiyi besleyebilecek adımların ne olduğunu tartışmak. 

Ruşen Abi, izninizle, kafamda uzun zamandır olan bir projeden bahsetmek istiyorum. Biz Türkiye’nin okuyan, yazan, çizen insanları olarak, demokrasinin niçin işlemediğine dâir, hepimizin dikkatini çeken bir nokta var: Meselâ rektör atama usûlü Türkiye’de demokrasiyi çok zedelemekte. Ya da, medyanın finansmanı çok zedelemekte. Bu konuları teker teker ele alıp artık tartışmalıyız. Sürekli olarak Altılı Masa tartışmak yerine, demokrasinin felç olmasına sebep olan bir boyutu alıp onları tartışmak gerekiyor belki. Çünkü bunu biz yapmazsak, Altılı Masa’nın bunu yapmaya pek niyeti yokmuş gibi gözüküyor. Bu kadar.

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, seninle noktalayalım.

Kemal Can: Ruşen, bir şey ekleyeyim: Burak’ın söylediği, “Masadan kalkmak büyük cezâ getirecek” meselesi var ya… Çünkü şöyle bir tablo var: Bütün anketlerde kabaca iktidar artı eksi 40’ın altına doğru inmiş durumda, muhalefet 60 civârında görünüyor ya. Bu 60’ın üçte ikisi, yani %40, belki de %50 seçmen, temel önceliğini, bu iktidârın değişmesi biçiminde târif ediyor. Öncelik bu. İşte masadan kalkmayı cezâ hâline getiren şey bu. Çünkü seçmenin yarısı, bu önceliğe ihânet edecek birine cezâ kesecek. Ama ilginç biçimde, Altılı Masa’da siyâset, kalan gri alan üzerine yapılıyor. Bütün pazarlık öbür tarafta dönüyor. Asıl, ne olursa olsun bu iktidârın değişmesi konusunda kararlılık gösteren ve muhâlefetin bu yüzden birlikte olmasını talep eden %40’ın karşısında, gri olan, kararsız kalan, endîşeli bir %20 var. O %20’nin üzerine dönen birtakım pazarlık var. Siyâset orada kurulmaya çalışılıyor. Burak “çözmeleri gereken şey” dediğinde, aslında tam da bu farklı gövdelerin değil, bu farklı gövdeleri birlikte cevaplayabilecek bir siyâset alanına hamle edildiğinde bir çözüm bulunabilir. Bu da belki Burak’ın söylediği gibi, başka alanlarda tartışmaya açmanın araçları ve platformları var mı bilmiyorum, bana çok da varmış gibi gelmiyor. Çünkü çoğu yer imhâ olmuş durumda. Medyasından akademisine kadar, kendi meselesini konuşacak alanların örgütlülüğü konusunda ciddî bir sıkıntı var. Ama bu bir çözüm yolu olabilir. Ama şu anda belirleyici olan şey, bu iktidârın değişmesi önceliğinin temel motivasyon olduğu ve bunu önceleyenin, buna katkı verenin kazançlı olduğu bir tabloyu görüyoruz aslında.

Ruşen Çakır: Evet. Ayşe, seninle noktalayalım.

Ayşe Çavdar: Ben net rakam söyleyeceğim. Yöneylem’in araştırmasından bahsedeceğim. “Parlamenter sisteme dönelim” diyenler %64. Bu nedenle kimse o masadan kalkamaz, kusura bakmasınlar. Artık öyle. “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nde kalalım” diyenler %27,7. Hattâ bir şey daha ekleyeyim: “Yaşadığımız buhrânın, krizin sebebi Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’dir” diyenler, toplamda %57’ye denk geliyor. Dolayısıyla masanın oluşturduğu bir hikâye varsa –şimdilik çok genel bir hikâye– ama “Cumhurbaşkanlığı Sistemi kötüdür ve başımıza gelen bütün felâketlerin sebebi odur. Buradan bir çıkış yolu var. O da bu masanın, üzerinde mutâbakat etmek sûretiyle başlattığı Parlamenter Sistem’e Geçiş sürecidir” meselesi. Evet, bu zâten yeterince önemli bir şey.

Yine az önce söylediğime döneceğim: Ben bu yöntem tartışmasını hakîkaten sürdürmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ne olacağı konusunda muhâlefet tabanı Altılı Masa’yla hemfikir. Beni siyâsî partilerin ne kadar oy aldıkları gerçekten hiç ilgilendirmiyor. Ama şu anket de gösteriyor ki, tabanla Altılı Masa’nın aktörleri arasında bu konuda bir oydaşlık var; bunun bir gideri var yani. Fakat bunun nasıl yapılacağı konusunda bir türlü cevap vermiyor. Önümüzdeki dönemde, Geliştirilmiş Parlamenter Sistem’in ne anlama geldiğini ve bize nasıl bir hayat önerdiğini anlayacağımız üç başlıca sınav var Altılı Masa’yı bekleyen. Bunlardan bir tânesini az önce konuştuk: Başkan adayı. Kim olduğu ya da nasıl biri olacağı bence hiç önemli değil. Nasıl belirleneceği ve o nasıl belirleneceği hikâyesinde, bütün muhâlif kesimlerin o yöntem sürecine nasıl katılacakları ve fikirlerini nasıl beyan edeceklerini, o fikirlerin göz önünde bulundurulduğundan nasıl emin olacakları gibi bir dizi soruya cevap vermek lâzım orada. 

Bir diğeri, seçim güvenliği meselesi. Bu yalnızca sandık güvenliği değil. Parlamenter Sistem ne demek? Âdil koşullarda yapılmış seçim demek. Bu seçim öyle bir seçim olmayacak. Fakat bu seçimde, âdil olmayacak şeyleri nasıl karşıladığınız ve nasıl giderdiğiniz, daha sonra Geliştirilmiş Parlamenter Sistem’in vaat ettiği seçim düzeneği konusunda bize bir şey söyleyecek. Dolayısıyla, kervan bu sefer cidden yolda düzülmek zorunda. Ama bir taraftan da, Altılı Masa bize yalnızca neyi değil, bir de nasıl yapacaklarına dâir bir şeyler söylemek zorundalar  — ki biz de –bizden kastım seçmen ve partilerde olmayanlar– mevzûya nereden dâhil olacağımızı bilelim. 

En önemli problem, son hafta çok sık konuştuğumuz bir hikâye: Tabii ki HDP’yle aralarındaki ilişki. Kürt meselesinde Altılı Masa’nın tavrı ne olacak? Çünkü bu, yalnızca parlamenter sistem değil, âşığı oldukları demokrasi ve parlamenter sistemin îmâ ettiği “yurttaşlıkta eşitlenme” hikâyesi konusunda kime ne önerdikleri ortaya koyacak. Buralardan sınava çekecek onu. Kim? Biz değil, iktidar. Niye iktidar? Çünkü HDP’ye çeşitli operasyonlar düzenleyerek, Altılı Masa’yı sürekli bir imtihâna tâbi tutacak. Seçim güvenliği konusunda da imtihan çoktan başladı. 2019 yerel seçimlerinden îtibâren başladı. Hâlâ YSK’daki o üyelerin değişmemesi, hâkimlerin atanması, topluca bir yerlere gönderilmesi gibi bin çeşit manipülasyon yapılıyor. Ama Altılı Masa’ya sorduğunuz zaman, “Siz bu seçim güvenliği meselesini ne yapacaksınız?” dediğiniz zaman, aldığınız cevap hep: “Aklımız orada, merak etmeyin. Biz ciddîye alıyoruz, koordinasyon yapacağız” oluyor. Ama olan da bir taraftan olmakta.

Kürt meselesi ise sâdece iktidârın değil, bir taraftan, elbette Kürtlerin de ve o demokrasi târifini bulundukları yerden, meselâ sivil toplumdan yapanların da sordukları bir soru. Çünkü seçim aritmetiği ve seçim güvenliği yüzünden zurnanın zırt dediği yer de biraz orası. Bence, Selahattin Demirtaş’ın son yazısı bir tür Türk açılımıydı. “Biz Türkiye partisi olmaya hazırız” dedi. Bence asıl onu İYİ Parti’ye söyledi. Çünkü CHP, önü açılırsa HDP’yle ilişki kurmakta o kadar da zorlanmayacak. Küçüklerin zâten bir sorunları olduğunu düşünmüyorum. Ama bence o İYİ Parti’ye sorulmuş bir soru: “Ben Türkiye partisi olmaya hazırım, peki sen Türkiye partisi olmaya hazır mısın?” Bu soruya cevap vermeden, diğer iki soruya cevap veremeyeceğiz. Aday ve seçim güvenliği meselesine cevap veremeyeceğiz. Çünkü diyor ki: “Tamam, çuvaldızı kendimize batıracağız.” Kemal’in söylediği doğru: “Herkes kendi özeleştirisini yapsın. İnsanların duyarlılıklarını, hassasiyetlerini dikkate alacağız.” Peki, bunun karşılığında HDP Kongresi’nden gelenlerden duyuyoruz, sanki insanlar da bunun bir tür pazarlık mevzûu olduğunu düşünüyorlar, ama bence pazarlık mevzûu değil. “Bizimle nasıl iletişim kuracaksınız? Kurmayacaksanız, kendi adaylarımızı çıkardığımızda sizin hâliniz ne olacak? Bundan dolayı bizi nasıl suçlayacaksınız?”

Bu, çok katmanlı bir sınav. Altılı Masa bu sınava girmemeyi tercih ediyor. Evet, çok kıymetli bir şey yaptı. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem buradan bir çıkış. Çıkışı düzenleyecek, örgütleyecek kadrolar var. Ekonomiyi de iyi biliyorlar. Tamam, çok güzel. Ama kilit yer burası. Burasıyla ilgili ayağınızdaki prangayı nasıl çıkaracaksınız? Hattâ az önce arkadaşlar konuşurken şöyle formüle ettim: Altılı Masa, ne yazık ki iktidârın vazettiği hassasiyetlerle davrandığı için… Meselâ tezkereler konusunda onu hafifçe genişlettiler. Fakat özellikle Türkiye’nin yurttaşlık ve eşitlik meselesinde iktidârın kırmızı çizgileriyle davrandıkları için, açıkçası, “atanamamış iktidar” olarak muhâlefet etmek zorunda kalıyorlar. Bu pozisyondan ne zaman çıkacaklar, asıl mevzû bu.

Dün, bu programda ne konuşuruz diye düşünürken, haberleri filan okurken, elimizde Altılı Masa ile ilgili ne olduğunu bir hikâyeye benzettim. Şöyle bir şey: Altılı Masa’dan bahsederken, bir kumar oyuncusundan bahsediyoruz. “Elim iyi, elim çok iyi” diye kendisine seyirci toplamış bir oyuncu. Masanın hepsinden bahsediyorum. Kendisine seyirci toplamış, ama elini her açtığında, oradan Ekmeleddin çıkmış, Sarıgül çıkmış, Muharrem İnce çıkmış. Anlatabiliyor muyum? Elini her açtığında, aslında elinin düşündüğü kadar iyi olmadığı ortaya çıkmış. Şu anda Altılı Masa, bir oyuncu olarak elini açmayarak bir heyecan yaratmaya çalışıyor ya da elini açmayarak iknâ etmeye çalışıyor. Fakat hem seçmenin hem kendi teşkilâtlarının, hem de –benim toplumsal muhâlefet dediğim– seçmeni olmayan muhâlefet tabanının, önceden böyle bir tecrübesi var. Dolayısıyla herkes bir blöf izler gibi. Fakat kötü bir oyuncunun blöfünü izler gibi. Elini açık oynamak zorunda. Elini açık oynamadan, işin bu aşamasında izleyici kazanamayacak. Farklı yapacağı şey bu. Çünkü herkesin aklında, daha önceki oyunlarda “Aman elim çok iyi” derken açtığı kartların ne kadar kötü olduğu, hattâ kimi zaman oyuncuyu destekleyenleri fenâ halde utandırmış vakalar var. 

Dolayısıyla şimdi üç sınav var ve bu sınavlar da bu yaz girilecek sınavlar. Eğer dedikleri gibi Kasım ayında seçim olacaksa, seçim güvenliği hikâyesi de bu yaz, HDP’li sınav da bu yaz, başkan adayının nasıl belirleneceğine dâir sınav da bu yaz olacak. Dediğim gibi artık kimin olduğu önemli değil. Tayyip Erdoğan “Aday benim, sizin adayınız kim?” dediği andan îtibâren, adayın kim olduğu en önemsiz şey. Orada önemli olan, adayın nasıl belirlendiği ve insanların adayın belirlenme sürecine nasıl katıldığı. Bu üç sınav bekliyor. 

Ben bir yolunu bulacaklarını düşünüyorum. Bir yolunu bulmaya ahâlinin onları zorlayacağını da düşünüyorum. Çünkü başka çâre kalmadı. İktidardan talep edilecek bir şey yok, iktidârın kimseye verebileceği bir şey yok. Ama ahâlinin Altılı Masa’yı daha çok zorlayacağı zamanların geldiğini düşünüyorum. Çünkü artık gerçekten Kasım’da seçim olacağını düşünüyorlarsa, son birkaç aydan bahsediyoruz. Eğer seçim önümüzdeki Haziran ayındaysa, ondan yalnızca birkaç ay daha uzun bir zamandan bahsediyoruz. Artık gerçekten ellerinde ne olduğu konusunda ahâliye cidden bir şeyler söylemesi lâzım Altılı Masa’nın. Bu böyle, “Buluşalım, şu yuvarlak metinleri yazalım”la olacak bir şey değil. 

Biliyorum, bugün kısa tutmak istiyordun ama son bir şey daha söyleyeceğim: Ortak mesajlar verme hikâyesi, siyasal iletişimin örgütlenmesiyle ilgili bir şey. Ellerindeki imkânlara bakacaklar ve ortak mesajların nasıl verileceğine dâir bir yöntem belirleyecekler. Bunu da iletişimcileri yapacak. Altılı Masa 28 Şubat’ta kuruldu. Bu siyâsî partilerin her biri de lider partisi. 28 Şubat’tan bugüne, hâlâ bu türden bir iletişim örgütlenmesi yapmamışlarsa, bu bize, Altılı Masa’nın içinde sâdece masanın değil, masadaki aktörlerin her birinin de içinde olduğu zaafı ya da bir tercihi gösterir diyorum. Ama bir taraftan da, bu tercih bir zaaf örgütlemektedir. Dolayısıyla, onları bekleyen şu üç önemli sorunda ne yapacakları ve nasıl çuvallamayacakları konusunda meraktayım. O çuvallamamalarının garantisi de ahâlinin üzerlerine kuracağı baskısı olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü insanlar Türkiye’de gerçekten hayatta kalma mücâdelesi veriyorlar. Yalnızca ekonomi yüzünden de değil bu. Teşekkür ederim. Kusura bakma, bugün hepimizin uzatacağı tuttu Ruşen. Kısa yapalım dedin en başta.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler. Burada noktayı koyalım. Hepimiz için yorucu bir gün oldu. Türkiye için de yorucu bir gün oldu. “Adını Koyalım”a noktayı koyuyoruz. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İyi günler, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.