Erdoğan-Sisi kardeşliğinin baş döndüren öyküsü | Ruşen Çakır & Fehim Taştekin yorumluyor

Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın daveti üzerine ilk kez Türkiye’yi ziyaret etti. Sisi’yi havalimanında Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıladı. Erdoğan ve Sisi 17 anlaşma imzaladı.

İkili ilişkiler 11 yılda nereden nereye geldi?

Bu baş döndüren öyküyü Ruşen Çakır ve Fehim Taştekin yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Mısır Devlet Başkanı Sisi Türkiye’deydi. Erdoğan tarafından turkuaz halıyla karşılandı ve uğurlandı. Bu tabiî çok önemli bir dönüşümdü. İşte Erdoğan’daki bu dönüşümü gazeteci arkadaşımız Fehim Taştekin’le konuşacağız. Fehim, merhaba.

Fehim Taştekin: Merhaba.

Ruşen Çakır: Sen Gazete Duvar’da çok kapsamlı bir yazı yazdın, “Sisi’yi kardeş yapan nedir?” diye. Orada aslında birçok husûsu vurguladın. Şimdi bu kardeşlik meselesinin o öyküsünü biraz konuşalım. Yani önce biliyoruz ki Sisi muhâfazakâr bir asker olarak biliniyordu ve Müslüman Kardeşler de Erdoğan da sıcak bakıyordu. Hattâ Müslüman Kardeşler’in tercihi de o olmuştu. Sonra, “katil” oldu, şimdi tekrar “kardeş” oldu. Bu öykü… Şimdi birçok kişi şöyle diyor: “Ya, siyâsette olur böyle şeyler. Ülkelerin sürekli düşmanları yoktur” vs.. Yani tamâmen stratejik olarak açıklamaya çalışan, reel-politikle açıklamaya çalışan birtakım mâzur gösterme çalışmaları var. Ama bence bu olay bunun ötesinde bir şey. Ne dersin?

Fehim Taştekin: Yani kuşkusuz bu işin bir tarafında Erdoğan’ın müthiş bir pragmatizmi var ve aslında İslâm dünyasında liderlik meselesi de bu pragmatizmin bir tarafını oluşturuyor, önemli bir tarafını oluşturuyor. Arap Baharı öncesinde Amerika’nın da Erdoğan’a ya da Türkiye’ye biçtiği rolün yol açtığı böyle bir pupa yelken hâli vardı ve İslâm dünyasının liderliği, model ülke olma iddiası böyle şişirildi. Ve Arap Baharı buna büyük bir alan açtı. Şimdi bu sâdece ideolojik bir yakınlıktan kaynaklanan bir şey değil. Erdoğan, baktığı zaman, iktidarlar değişiyor; alternatifleri o dönem için siyâsal İslâmcılar, en örgütlü partiler Müslüman Kardeşler, İhvan-ı Müslimin ve bununla da ideolojik yakınlaşma olduğu için burayı satın aldı. Yani buradaki liderlik potansiyelini, değişim potansiyelini kendisi için, İslâm dünyasının liderliğine götürecek bir yol olarak gördü. Fakat, bu dönemde tabiî çok şey tartışıldı. Yani Erdoğan’ın liderliği, Müslüman Kardeşler’in içerisinde de farklı düzeylerde tartışıldı. Ama birbirini besleyen, birbirini gözeten, birbirinden ders almaya çalışan iki farklı yapı vardı. Avrupa Birliği ile uyum sürecine girmiş, iktisâden birtakım değişimlere yol açmıştı ve bunlar o dönem Arap dünyasında da dikkatle izleniyordu ve etkiliyordu da. Yani aslında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci çok daha fazla, Erdoğan’ın İslâmcılığından çok daha fazla, İslâmcı bir yapının Avrupa’yla olan temâsı çok daha fazla ilgi uyandırıyordu. Erdoğan’ın İslâmcılığından daha çok… Şimdi Erdoğan, 2013’te darbe olunca, yani Muhammed Mursî’ye karşı ve tabiî ki İhvan’a karşı büyük bir darbe olunca, Erdoğan bunu kendisine yapılmış, kendi hayallerine yapılmış bir darbe olarak gördü. Burada, yani sâdece Müslüman Kardeşler meselesi değil; Erdoğan buradan sonra birkaç yıldır tadını çıkardığı, “Biz yaparız, biz ederiz, biz önderiz” gibi demeçlerle de süslenen o hayal dünyasının yıkılmaya başladığını orada gördü. O yüzden de çok sert tepki verdi. Şimdi, tabiî ki burada siyâsal İslâm’ın iktidar tecrübesi başarısızlığa uğradı. Erdoğan da Müslüman demokrat kimliğiyle Türkiye’yi demokratikleştirme iddiasında tam tersine döndü. Bunlar birbirini besliyor mu? Evet, besliyor. Yani Gezi olaylarıyla çakışması, Erdoğan’da birazcık, “Sıra bize geliyor” öngörüsüne ya da korkusuna neden oldu. Bu yüzden de gardını aldı, sertleşti ve kendi yol haritasını değiştirdi. “Kopenhag kriterleri Ankara kriterleri olacak” dedi. Bu, içeride de Müslüman demokrat kimliğinin demokrasi serencâmını yavaş yavaş yok etti ve diktatoryal ya da otoriter bir gidiş Türkiye’yi teslim aldı.

Ruşen Çakır: İstersen bir ara verelim de izleyicilerimizden bilmeyenler için bir hatırlatalım: Müslüman Kardeşler, İhvan-ı Müslimin denen yapılanma, İslâm dünyasındaki en eski sosyal ve siyâsî İslâmcı hareketlerden birisi. 1928’de resmen kuruluyor, Mısır’da kuruluyor; ama sâdece Mısır’ı değil, esas olarak Arap dünyasını kapsıyor. Ama onun da ötesinde Arap dünyasının hemen hemen her yerinde bir şûbesi ya da devâmı var: Suriye’de, Ürdün’de, vs.. Ama onun da ötesinde, tüm İslâm dünyasını etkileyen bir hareket. Yani sonuçta bu, dünyada İslâmcılık denince ilk akla gelen hareket ve bu hareket kurulduktan 90 yıl sonra ilk kez iktidâra gelmişti. Çok büyük bir olay, dünya İslâmcılığı için önemli bir olaydı. Öyle değil mi? Yani Mursî’nin cumhurbaşkanı olması, Müslüman Kardeşler’in Mısır’da iktidârı ele alması çok târihî bir şeydi.

Fehim Taştekin: Şimdi, târihî bir şeydi ama, işte, yanlış okumalar da biraz buradan kaynaklanıyor. Yani Erdoğan, meselâ Türkiye’de tek başına iktidâra gelebilecek oy oranını yakaladı. Defalarca bunu tekrarladı. Ama Mısır’da bir seçimde, 2012’de katılım çok düşüktü. İki toplam koalisyon hâlinde, işte Şefik’i, yani eski rejimin adamını engellemek için, onun iktidâra dönüşünü engellemek için farklı kesimlerden, ideolojik olarak çok uyumsuz kesimlerden de destek alan bir blok, %24’tü yanılmıyorsam; yani baktığımız zaman katılım çok düşük, ülkenin yarısı seçime katılmamış, bunun da yarısını anca almış, ama tek başına da bunu alamamış bir Müslüman Kardeşler vardı. Şimdi bu kadar meşrûiyet sorunu olan bir yapı iktidâra geldiği zaman, hızlıca ele geçirme refleksiyle hareket etti. Yani atamalarla kurumları, devleti ele geçirme refleksiyle hareket etti ve de çok büyük deneyimsizlik içerisinde bunu yapmaya çalıştı. Ve en önemli destekçileri ya da ortakları, hızlıca bu desteği çektiler ve karşı tarafa geçtiler. Şimdi başarısızlık burada başlıyor, bunu unutmamak lâzım. Yani meşrûiyet meselesi, elbette… Şimdi denebilir ki: “Seçimle gelmiş, seçimle geldiği için meşrûiyeti var”. Doğrudur bu, yani bunu sorgulamıyorum. Ama oradaki, hani Mübarek’i deviren güçlerle birlikte hareket edildiğini, hattâ Müslüman Kardeşler’in çok sonradan, böyle ürkerek bu sürece katıldığını da hatırlarsak, o koalisyonun hızlıca dağılması ve darbe sürecinde bu koalisyonun da Sisi’ye destek vermesi, hikâyeyi bence önemli ölçüde değiştirdi, bunu da özellikle vurgulamak lâzım. Şimdi değişti de ne oldu? Yani Müslüman Kardeşler, organizasyon açısından müthiş bir dağılma yaşadı, yasaklandı, hâliyle yasaklandı ve iktidardaki birtakım icraatları toplumsal zeminde de ciddî anlamda hâlâ sorgulanıyor ve dağılma yaşıyor, kendi içinde de ciddî anlamda dağılma yaşıyor.

Ruşen Çakır: Onları bilâhare soracağım da, şu darbe kısmını biraz konuşalım. Şöyle, biliyorum sen yerinde gözlemledin o süreci, Mısır’da darbe geliyorum diyordu, değil mi? Senin söylediğin gibi, Müslüman Kardeşler toplumun değişik kesimlerinin Mübarek’i yıkmasıyla berâber oluşan ortamda iktidâra geldi; ama iktidârını paylaşmadı ve sonuçta bunun yarattığı bir memnûniyetsizlik oldu. Darbe geliyordu. Burada, meselâ Türkiye bir rol oynayabilir miydi, oynadı mı? Yani bu kadar göz göre göre yaşanan bir darbe sürecinde Türkiye meselâ burada bir şekilde müdâhil olabilir miydi, yoksa çok yapacağı bir şey yok muydu?

Fehim Taştekin: Şimdi, Türkiye’nin hiç müdâhil olmadığını söyleyemeyiz. O zaman ben, Tahrir Meydanı’nda ve Kahire’nin farklı yerlerinde, Râbiatü’l Adeviyye Meydanı’nda da gelişmeleri izliyordum. Dediğin gibi, herkes darbeyi bekliyordu. Saati bile belliydi, yani 3 Temmuz akşam saat 5’te darbe olacak. Şimdi, öncesindeki tartışmalarda şu vardı: Yani bu iktidar başarısız, bu iktidar her şeyi tekeline almaya çalıştı, bu iktidar ulusal değil, bu iktidar uluslararası bir ajandanın parçası. Böylesi bir ortamda ekonomik olarak pek çok sıkıntı var, hiçbir şeyi çözemedi, tökezledi. Ondan sonra terör örgütlerini yeniden palazlandırdı. Cihadcı gruplar Sina’da, şurada burada harekete geçti. Hıristiyanlara, azınlıklara saldırılar arttı. Bütün bunlardan sorumlu tutulan bir iktidar ve aslında Mübarek’e karşı kitleler vardı… O zaman meselâ ben ilkinde de oradaydım, Mübarek’in devrildiği süreçte de oradaydım. O zaman diyorlardı ki: “Yaklaşık 10-11 milyon insan Mübarek’e karşı sokaklara indi”. Peki, Mursî’ye karşı ne kadar insan indi? Ben Tahrir’deyken hesaplar 20-25 milyon civârındaydı. Yani iki katından fazla insan Mursî’ye karşı sokaklara indi. Burada tabiî ordunun perde arkasında, bazı iş adamlarının perde arkasında katalizör olması, teşvik edici olması, kolaylaştırması bu sayıyı artırdı. Şimdi, böylesi bir ortamda Tahrir’de herkes şunu bekliyordu; yani iki seçenek vardı, iki yol vardı. Mursi, beklenen, öngörülen, herkesin bildiği, artık saati verilmiş bir darbeyi ancak şöyle bertaraf edebilirdi: Çıkacak, diyecek ki: “İki ay sonra, üç ay sonra ya da bir ay sonra seçime gidiyorum”. Bunu diyerek bu darbeyi bertaraf edebilir ya da direnebilir. Şimdi o zaman, yani Muhammed Bedî ve çevresindeki lider kadronun direnmekten yana olduğu söyleniyordu. Bir taraftan da benim o dönem Kahire’de edindiğim bâzı bilgiler, AK Parti’nin de “Direnin” şeklinde mesaj verdiği yönündeydi. Şimdi tabiî bunu açıkçası böyle çok teyit edebiliyor muyuz? Edemiyoruz. Ama bu iki taraflı kaynaklardan edindiğim bilgi; yani hem o dönem elçilikler vs.’ye yakın bâzı arkadaşlarla konuşmuştum, hem de Kahire’deki bâzı gazetecilerle konuştum. AK Parti’nin Mursî’yi bu şekilde yönlendirdiği, “Diren” şeklinde yönlendirdiği söyleniyordu. Şimdi tabiî, yani şöyle bir hesap yapalım: Burada ordu son derece güçlü, ekonomi aslında ordunun elinde, orduya bağlı şirketler her şeyi kontrol ediyor — lastik üretiminden süt üretimine kadar. “Hâliyle ordu bu konuda eğer inisiyatif kullanır da darbe yaparsa her şeyi kaybederiz, tek yol direnmek” vs.. Böyle bir değerlendirme yapıldı. Ama hatâ şuradaydı: Meselâ bu süreçte, darbe oluncaya kadar Mursî’ye sâhip çıkacak bir kitle yoktu sokakta aslında. Yani 3 Temmuz’dan sonra, Râbiatü’l Adevviye’de gösteriler başladı, insanlar oturma eylemi yapmaya başladılar. Ama beri tarafta da meselâ İhvan’ın geçmişte de yaptığı ya da İhvan içindeki grupların geçmişte de yaptığı ve devlete, sisteme, rejime de gerekçe sunan bâzı şiddet olayları başladı. Şimdi ben meselâ Râbiatü’l Adevviye’de oturan insanların, nedir yani, tezgah âltı diyeceğim de tezgâh yok tabiî, tezgâh altında silâh tuttuğunu gördüm. Şimdi o dönemde birkaç yerde baskınlar ve şiddet olayları da yaşandı. Devletin topluma şunu söylemesi kolaylaştı: Yani bunların iki ajandası var; bir tarafta işte demokratik yollarla iktidara gelmek, diğer tarafta da, bu olmazsa şiddete yönelmek — ki İhvan’ın geçmişinde, târihinde de pek çok radikal İslâmcı yapı, İhvan içerisinde şiddete yönelip sonra ayrıldı. Yani İhvan bir tarafıyla her zaman, “Biz sivil bir mücâdeleyi savunuyoruz, şiddetsiz bir mücâdeleyi savunuyoruz” dedi, resmi olarak her zaman bunu söyledi; ama bir taraftan da içinden şiddet unsurlarını üretti ve bunlar elbette ayrıldılar. Şimdi devlet bunu çok iyi analiz etti ve bunu çok çok iyi kullandı. Bir tarafta tabiî ki Müslüman Kardeşler’in başarısız olmasını, daha doğrusu siyâsal İslâmcı projenin başarısız olmasını isteyen ve bunun için çalışan çok geniş ve etkili güçler de vardı, hem içeride hem dışarıda. Şimdi, meselâ Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Suudî Arabistan’ın hızlı bir şekilde Sisi’yi finanse etmesi, krediler açması ve burada müdâhalenin başarılı bir şekilde ilerlemesini sağlamak için ellerinden geleni yapması çok önemli bir noktadır. Bu, sonuçta sâdece Mısır’la sınırlı olan bir şey değil; genel anlamda daha sonra da Libya’da göreceğiz, başka yerlerde de göreceğiz. Aslında Arap dünyasında iki farklı eksenin çatışması da Mısır’da son derece şiddetli bir şekilde kendini gösterdi ve ortaya çıktı.

Ruşen Çakır: Şimdi şunu sormak istiyorum. Ben de darbeden bir süre sonra gittim Adeviyye Meydanı’na, orada bayağı röportajlar yaptım, yayınlar yaptım. Döndükten kısa bir süre sonra da katliam oldu zâten, mâlûm. Orada benim en çok dikkatimi çeken husus şuydu: Müslüman Kardeşler’in yanında kimse yoktu. Yani kendilerinden başka kimse yoktu. Daha sonra Kahire’de birtakım liberal vs. insanlarla konuştuğumda, “Neden yoksunuz?” sorusuna gülerek cevap veriyorlardı, “Niye olalım ki?” diyorlardı. Orada bir şeyi kaçırmışlar, bu çok belli. Peki, Erdoğan’ın darbeden sonra bu kadar angaje olması… Tamam, darbeye karşı çıkabilir; ama onun ötesinde, belki de dünyada o târihlerde biraz Tunus sanki destekliyordu, ama esas Müslüman Kardeşler’e sâhip çıkan ülke Türkiye oldu. Ve anladığım kadarıyla onlara, kaçanlara, sürgündeki insanlara da bayağı geniş imkânlar sağlandı, değil mi? Medya kuruluşları vs… Burada, Müslüman Kardeşler açısından sürgün için bir nevi en câzip yerlerden birisi Türkiye oldu. Yani kaybeden tarafın sponsoru gibi bir şey oldu sanki Türkiye, öyle değil mi?

Fehim Taştekin: Evet. Erdoğan biraz öfkeliydi. Şu açıdan öfkeliydi: Mısır’da, öncesinde, meselâ Obama yönetimi Türkiye’yi de öne sürmüştü. Kahire’ye gittiğinde Türkiye üzerinden mesajlar vermişti. Amerikan yönetiminin Sisi’ye karşı çıkmaması, bunu önlememesi Erdoğan’da bir hayal kırıklığı yarattı. Aynı şekilde İngilizlerin tutumu da Erdoğan’da hayal kırıklığı yarattı ve Erdoğan bunu kendisine karşı bir girişim olarak değerlendirmeyi tercih etti. Gezi olaylarını bunun çok ötesinde, dışında görmemek gerekiyor. Bence Erdoğan, ikisi arasında bağlantı kurdu — kurmayı tercih etti daha doğrusu. Şimdi, tabiî Erdoğan hâlâ iddialıydı; çünkü sâdece Mısır değil, Suriye’de, Libya’da, Tunus’ta ve Yemen’de, kezâ Irak’ta devam eden bir süreç var ve Erdoğan, buradaki geri çekilmenin, Türkiye’nin bir şekilde dâhil olduğu, diğer ülkelerdeki süreçleri de Türkiye’nin aleyhine çevireceği değerlendirmesini yaptı. Ve bu korkuyla orada istikrarlı bir şekilde Sisi’yi “katil, darbeci” îlân edip Müslüman Kardeşler’e himâye sunmayı tercih etti. Bunun kendisine İslâm dünyasının geri kalanında da bir meşrûiyet sunacağını, “İslâm dünyasının liderliği” pâyesini güçlendireceğini düşündü. Ve evet, dediğin gibi İstanbul’da üç tâne kanal, bir şekilde Müslüman Kardeşler’le bağlantılı ya da sürgüne çıkmış Mısırlı muhâliflerin bulunduğu, yayın yaptığı kanallara ev sâhipliği yaptı. Bu önemli bir şeydir. Sonuç îtibâriyle Müslüman Kardeşler belli dönemlerde Türkiye’de yer alsa da, Türkiye’yi bir şekilde sığınak olarak kullansa da –özellikle Mısır kanadı için söylemiyorum; Suriye’deki Müslüman Kardeşler Türkiye’de bulundular– böylesi bir şekilde –bunu belki İngiltere yapıyordu geçmişte–, bu kadar güçlü bir şekilde himâye sunmamıştı. Bu bir riskti. Erdoğan bu risk üzerinde devam etti ve 2020’ye kadar tutumunu değiştirmedi. Fakat değiştirirken de aslında öteki tarafa da ciddî anlamda sırtını döndü. Yani bu kanalları susturdular, bu kanallarda Sisi’yi rahatsız edecek yayınların hepsine son verdiler. Bu çizgiyi aşanlar sınırdışı edildi. Bâzılarının pasaportları geri alındı. Lider kadrolarında olanlar var, pasaport verilmeyen ya da pasaportları geri alınan. Tabiî teknik olarak hukukî gerekçeler söylüyorlar; yani hîle yapıldı gibi. Türkiye’de yatırım yapma meselesi var ya? Orada bir ev alıyorsunuz, sonra bunu yatırım olarak gösteriyorsunuz, aynı ev birkaç kişiye böyle satın alınıyor falan. “Bu tür hîleler yapıldığı için iptal edildi” denildi. Ama herkes bunu aslında Sisi ile barış sürecinin bir bedeli olarak ele aldı, daha doğrusu Müslüman Kardeşler böyle ele aldılar. Şimdi beri tarafta, bir süre önce meselâ Erdoğan, Dünya Müslüman Âlimler Birliği Başkanı’nın heyetini kabul ederek kimseye zarar verilmeyeceğini söyledi, ama pratikte böyle olmadı. Şimdi Londra’ya gittiler. Aslında bana göre Müslüman Kardeşler’in İstanbul mâcerâsı harekete iyi gelmedi, yani uğurlu gelmedi daha doğrusu. Birincisi, hareket bölündü; yani İstanbul cephesi ve Londra cephesi diye bölündü. Liderlik bölündü. Ondan sonra birbirleri aleyhine çok ciddî ithamlarda bulunuyorlar. İşin içerisine pek çok yolsuzluk suçlamaları girdi ve Mısır içerisindeki yapılarla da bağlar önemli ölçüde örselendi, koptu. Şimdi bakıyoruz ki burada hâlâ liderlik kavgası devam ediyor. Organizasyonel yapı çöktü. Bu çöküş sırasında İstanbul’dakiler bir şekilde Türkiye’nin hassâsiyetlerini gözetiyor, gözetmek zorunda kaldıkları için. Gözetmek istemeyenler Londra’ya ya da başka yerlere gidiyorlar. Yani 90 yıllık hareket hiç bu kadar böyle, İstanbul, Londra ve Kahire üçgeninde paramparça olmamıştı. Hiç bu kadar birbirlerine düşmemişlerdi. Yani darbe aldıkları zaman, devlet bunları tutukladığı zaman, baskı uyguladığı zaman birleşirler, yani içeride bir bütünlüğü sağlarlardı. Bu dış baskı, şimdi müthiş derecede içeride karmaşaya, sorgulamaya yol açıyor.

Ruşen Çakır: Peki şöyle bir şey sorabilir miyim? Erdoğan’ın Sisi’ye yanaşması ya da “Sisi ile kardeş olması” diyelim, Müslüman Kardeşler’deki bu bütün irtifâ kaybında etkili olmuş mudur? Yani Müslüman Kardeşler hâlâ orada ciddî önemli bir güç olmayı sürdürseydi Mısır içerisinde, Erdoğan yine böyle bir hamle yapar mıydı? Yoksa nasıl olsa Müslüman Kardeşler’in bir geleceği de yok duygusu da etkili olmuş olabilir mi?

Fehim Taştekin: Şimdi, Erdoğan’da ideolojik bir doğru yok, yani bir doğrusal çizgi yok daha doğrusu. Erdoğan, dediğim gibi, çıkarları gereği, kendi siyâsî çıkarları ve kendi bekası gereği çok farklı tutumlar alabiliyor, U dönüşleri yapabiliyor. O yüzden, Türkiye izlediği bâzı politikalar nedeniyle dış politikada özellikle duvardan duvara tosladı. Yani Libya’da oldu, Suriye’de oldu, Mısır’da oldu, Doğu Akdeniz bunun bir parçası. Bütün bu alanlardaki tökezlemeyi toparlama ihtiyâcı çok belirgin hâle geliyor ve iktisâden yürütemediği bir şart var. Bu normalleşme hem ekonomi açısından hem siyâsî denklemi kurma açısından… İçeride de aslında farklı bir baskı var Erdoğan üzerinde. Yani sistem sâdece Erdoğan’dan ibâret değil sonuç îtibâriyle. Ve burada bu baskılardan, çok yönlü baskılardan kurtulmak için bu normalleşme hikâyesini yeni bir çıkış, yeni bir anlatıya dönüştürdü. O yüzden de Sisi ile anlaşmak, işte dediğim gibi enerji denklemi vs. bunlar dikkate alındığında, Müslüman Kardeşler içeride birazcık daha güçlü olsa bile bu yol, yine hani olası bir yol, bu normalleşme olabilirdi diye düşünüyorum. Elbette içeride Müslüman Kardeşler artık bir alternatif değil; kendileri de aslında böyle bir iddia içinde değiller. Bu iddialarını terk ettiler, terk etmek zorunda kaldılar. Bir parça daha agresif davranmak istiyorlar. Hattâ şiddet de dâhil, yani adam öldürme dışında şiddet eylemleri dâhil her türlü eyleme başvurarak bu darbeyi başarısızlığa uğratmayı savunanlar da var Müslüman Kardeşler içerisinde. Londra kanadı daha barışçı bakıyor; “Biz yine barışçı siyâset üzerinde ısrar etmeliyiz” diyor, vs.. Bunlar çok fazla detaylar ama; şimdi içeride iddiasını kaybetmiş bir hareket Erdoğan için de bir anlam ifâde etmez dediğin gibi. Yani nasıl kaybetti? Birincisi, hapistekiler defalarca mektup yazıp nedâmet gösterisinde bulundular; yani af kararı için, “Biz artık örgütten bağımızı koparabiliriz, duruşumuzu gözden geçirebiliriz” şeklinde. Aslında örgüt içerisindeki örgüte olan güvensizliği çok net olarak ortaya koyan mektuplar yazıldı. Bunun dışında, Türkiye ile normalleşme tartışmalarına paralel olarak, bunu da örgüt içerisinde fırsata çevirebilir miyiz diye düşünenler ortaya çıktı ve şunu önerdiler meselâ, Londra kanadı önerdi bunu: “Biz 10-15 yıl hiçbir şekilde siyâsete dönmeyi, siyâset yapmayı düşünmüyoruz. Bunun karşılığında bir normalleşme istiyoruz. Biz de, yani Türkiye’nin Mısır’la normalleşmesi gibi, biz de içeride bir normalleşme istiyoruz”. Bu normalleşmenin en önemli ayağı nedir? Tutukluların bırakılması. Şimdi, böylesi bir teklif tabiî ki Mısır’da şu anda kabul edilemez, edilmiyor. Hâlâ Sisi, baktığımız zaman, bir desteğe sâhip. Başardığı bir şey var mı? Yani bu krizlerin üstesinden gelebildi mi? İçeride sorunları çözebildi mi? Çözemedi. Yani Suudî Arabistan’ın, Emirlikler’in, Körfez ülkelerinin çok bonkör desteğine rağmen pek çok şey çözülemedi. Buna rağmen Müslüman Kardeşler ile ilgili şeytanlaştırma müthiş derecede başarılı oldu, onu vurgulamak lâzım. Medyanın, siyâsetin ve de kurumların elbirliğiyle yaptığı bir şey bu. Hâlâ Müslüman Kardeşler’in herhangi bir şekilde onlarca yıl belki yeniden bir seçime girme ve iktidâra gelme gibi bir potansiyeli ve şansı yok. Elbette destekçileri var; ama kafalar müthiş derecede karışık. Meselâ tabanını ne kadar tutabildi ya da ne kadar bu dağınıklığı giderebildi? Bu sorular önemli. Ben baktığım zaman, izleyebildiğim kadarıyla müthiş bir dağılma var ve bu dağılmayı toparlayacak ideolojik bir bütünlük, motivasyon ve liderlik yok.

Ruşen Çakır: Peki, Türkiye ile Mısır’ın yakınlaşmasına dönecek olursak, sanki şöyle bir algı var: Ankara çok istedi, Mısır ayak diredi; ama sonunda Mısır da kabul etti gibi bir algı var. Öykü böyle mi hakikaten? Yoksa her iki tarafın da karşılıklı hamleleri mi söz konusu normalleşme için? 

Fehim Taştekin: Normalleşme baskısı Türkiye üzerinde çok fazlaydı; Mısır üzerinde bir ihtiyaçtı. Yani Mısır’ın ihtiyacı; ama Türkiye’nin ihtiyaçla birlikte şiddetle istediği bir şeydi. İkisi arasında çok fark var kuşkusuz. Mısır’ın ihtiyâcı neydi? Elbette Doğu Akdeniz’de Türkiye ile kavga etmeden deniz yetki alanlarının belirlenmesini, bu yetki alanlarında enerji projelerine ağırlık verilmesini istiyor. Ama bu şu demek değildir: Yani Yunanistan’la kavga edecek ya da Yunanistan’la olan ilişkisini Türkiye lehine değiştirecek. Böyle bir şey yok. Mısır’ın istediği, dengeli bir şekilde hem Yunanistan’la hem Kıbrıs Rum Yönetimi’yle hem de Türkiye ile bu Doğu Akdeniz’de paylaşım meselesini halletmek. Bu bir ihtiyaç. Enerji alanındaki yatırımlar da bir ihtiyaç. LNG satışı… yani Türkiye’nin buna ihtiyâcı var, onun da satışa ihtiyâcı var. Bunlar son derece normal. Bir de tabiî ki yatırımlar var; Türk iş adamları istikrarlı bir şekilde krize rağmen yatırımlar yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Ayrıca Sisi’nin başka bir ihtiyâcı da şuydu: Libya’da, evet, Türkiye müdâhale etti, her iki taraf da başarısız oldu bana göre. Yani Bingazi tarafı, doğu, Hafter tarafı Mısır’ı desteklerken; Trablus tarafı da Türkiye’yi destekledi. Karşılıklı kas gücü ortaya konuldu ve Sirte’de bir bölünmüş Libya oluştu, Sirte sınırlarında. Mısır açısından Türkiye ile didişerek, kavga ederek Trablus’ta olmak imkânsız hâle geldi; Türkiye açısından da Mısır’la kavga ederek Bingazi’de olmak imkânsız hâle geldi. O yüzden Libya’daki bölünmüşlüğü bitirmek ve karşılıklı çıkarları temin etmek için iki ülke birbirini gözetme ihtiyâcı duydu.Ne oldu başka? Tabiî ki Mısır’ın çok ciddî kaygıları var. Meselâ Türk askerî varlığını istemiyorlar ve Sisi, Ankara’da Erdoğan’la basın toplantısında çok net bir mesaj verdi. Birincisi: Libya’da seçimlerin yapılması. İkincisi de yabancı güçlerin çekilmesi. Yabancı güçten kasıt zâten Türkiye ve Suriyeli milis güçler. Orada Ruslar da var, ama onları kastetmiyorlar çok fazla. Mesele onlar değil aslında; asıl mesele Türk askerî varlığı ve bir de seçimler. Şimdi bu seçimlere bakarsanız, yani resmî olarak Türkiye de çok istiyor; ama pratiğe baktığımız zaman seçimi sabote edenler Türkiye’nin müttefikleri özellikle. Bu yüzden burada mesaj yine Türkiye’ye çarpıyor. Yani Sisi’nin oradaki mesajı Türkiye’ye çarpıyor. Orada bir gasp var; yani iktidârın gaspı var. Süresi dolmuş bir hükûmet var, geçiş dönemi hükûmeti. Türkiye bütün anlaşmalarını bu hükûmetlerle yaptı. Sorunlu bir ilişki aslında. Türkiye açısından garantisi olmayan bir ilişki. Herhangi bir anlaşmanın garantisi yok; çünkü bu anlaşmalar için, Türkiye’nin yaptığı askerî, ekonomik ya da başka anlaşmaların hepsi için –deniz yetki alanları dâhil– normalde Meclis onayı gerekirken, Meclis’ten onay almamış. Zâten Meclis’in süresi de dolmuş, hükûmetin süresi de dolmuş, hepsi meşrûiyetini yitirmiş normal koşullarda ve herkes kendi cebini doldurmanın derdinde. Böyle bir zeminde Türkiye bir tarafla anlaştı. Bunların hiçbirisi hukukî olarak tam geçerli anlaşmalar değil. Türkiye’de bu mesele biraz tabiî ki “ulusal çıkarlar” diyerekten, bu meselenin Libya tarafından nasıl ele alındığı konuşulmuyor. Şimdi bunlar ihtiyaç, dediğim gibi. İki ülke de artık normalleşerek burada çıkarlarını güdüyorlar. Ama kavga ederek değil de diyalogla nasıl çözeriz diye, bu iki taraf için de zorunluluk hâline geldi. Bunun dışında, Müslüman Kardeşler’le ilgili Türkiye açık taahhütlerde bulundu, Sisi’yi temin etti. Burada aslında özetle Sisi teminat alan, Erdoğan teminat veren taraf. Yani Sisi herhangi bir tâviz vermedi, Sisi herhangi bir şekilde taahhüt altına girmedi. Taahhüt altına giren, tâviz veren, U dönüşü yapan Erdoğan. Hâliyle burada Sisi’nin nazlanma, ağırdan alma, tedbirli gitme gibi bir stratejisi işledi. Çünkü bir taraftan da aslında Erdoğan’a güvensizlik var. Bunu her yerde okuyoruz zâten, her yerde görüyoruz. Evet, Müslüman Kardeşler’le ilgili kanalları susturdu; ama Müslüman Kardeşler’in ulema kolu, Dünya Müslüman Âlimler Birliği’ni de temin etti Erdoğan, onlara söz verdi: “Size zarar gelmeyecek” falan dedi. O yüzden bunları dikkatle izliyorlar, yani dikkatle izliyorlar. Ve de burada aslında yatırım yaptıkları şey –belli ölçülerde şüpheleri var– yatırım yaptıkları şey, Erdoğan’ın şu anda çok sıkışmış olması ve Erdoğan’ın pragmatik davranma yeteneği. Buna güveniyorlar. Bir tarafta tabiî bu işi kolaylaştıran, Sisi’nin en önemli iki finansörü, öncesinde Erdoğan’la zâten normalleşti.Şimdi onlar Erdoğan’la normalleştikten sonra Sisi’nin çok da direnmesinin bir anlamı yok. Çünkü sonuçta bunu genel bir eğilim olarak görmek lâzım. Yani Erdoğan’ın hamlelerini düşünürseniz, Arap dünyasında şöyle algılandı: “İranlılar en önemli sorundu bizim için, Fars yayılmacılığı; şimdi Türk yayılmacılığı, yeni Osmanlıcılık. Eğer yeni Osmanlıcılığı biz normalleşmeyle gerileteceksek, eyvallah, biz buna yatırım yaparız. Bunun için de para öderiz. Bunun için de Türkiye’den birtakım şeyler satın alabiliriz ve Erdoğan’ın politikasını bu şekilde değiştiririz”. Aslında bu normalleşme, Arap ülkeleri açısından Türk dış politikasının satın alınmasıdır. Böyle bakıyorlar, böyle görüyorlar ve Sisi’nin bakışı da böyledir. Şimdi Sisi işin teşvik tarafına işâret ediyor, diyor ki: “Türkiye bu müdâhaleci politikalardan vazgeçerse…” Bu müdâhaleci politikalar sâdece Müslüman Kardeşler konusunda değil tabii; bu işin Sudan ayağı var, bu işin Etiyopya ayağı var, Somali ayağı var, Kızıldeniz’deki birtakım hesaplar var, hepsi var. Diyor ki: “Erdoğan bunlardan vazgeçerse, bak, biz Türk iş adamlarına burada önemli imkânlar sunuyoruz. Ne yapıyoruz? Burada serbest bölgeler var, nitelikli sanâyi bölgeleri var. Sayıları 15 civârında falan. Bütün buralarda üretilen, Türk şirketlerinin ürettiği malları Avrupa Birliği’ne, Amerikan piyasasına, Afrika piyasalarına veya Ortadoğu’da belli ülkelere gümrüksüz, kotasız gönderiyoruz, satıyoruz, satabiliyoruz”. Yani bu müthiş bir imkân.O yüzden de Türk şirketleri, özellikle tekstilciler, tesislerini bir bir taşıyorlar Mısır’a. Her şey ucuz, teşvikler müthiş. Yani önemli teşvikler veriyor; vergi muâfiyeti, indirimi vs., pek çok teşvik var. Erdoğan’a şunu gösterdiler: “Bu yol senin için son derece kazançlı, buraya gel. Bırak böyle birtakım ideolojik çıkışlar yapmayı”. Zâten o ideolojik çıkışlar çok samîmî değil. Müslüman Kardeşler’in de bir çizgisi var; yani ideolojik bir bagajı var ve bu bagaj onu var eden en önemli şey. Şimdi Hasan el-Benna ile başlayan, zaman içerisinde değişimler geçirse de pek çok düşünürün, fikir adamının katkılarıyla şekillenmiş bir omurga var. Ama ideolojik bir omurga Erdoğan için söz konusu değil; böyle bir omurga yok.

Ruşen Çakır: Peki burada şeyi sorabilir miyim son olarak, ideolojik omurgaya gelmişken: Sonuçta Erdoğan bir şey yaptı şu ya da bu şekilde; reel-politik diyor, vs. diyor, kendince normalmiş gibi hareket ediyor; ama bütün bu olayları ideolojik olarak yaşayan bir kesim var — ki bunlara İslâmî hareket diyoruz ya da İslâmcılık diyoruz Türkiye’de. Şimdi o açıdan bakıldığı zaman, ortada çok acâyip bir şey var. Yani “Çok acâyip bir şey var” diyorum ama, hiçbir şey yok. Yani Sisi geldi, turkuaz halılarla karşılandı; Mısır’da o kadar insanı öldürmemiş, îdam etmemiş, hapse atmamış gibi. Müslüman Kardeşler’i tasfiye eden o değilmiş gibi. Yani ağzını açıp da tek bir şey söyleyene rastlamadım. Ben mi kaçırıyorum bir şey?

Fehim Taştekin: Yok. Yani tam tersine, bunu anlamlandıran argümanlara sarıldıklarını görüyoruz. Neden bu gerekliydi? Buradan da Erdoğan’a liderlik pâyesi çıkarılıyor. Yani: “Bak, lider işte bu. Çıkarlarımız gerektirdiği zaman, devletin çıkarları söz konusu olunca Erdoğan liderlik gösterebiliyor” diye yorumluyorlar bunu. Ama Türkiye’de İslâmcı grupların, yani AK Parti’ye destek veren İslâmcı grupların, yaşanan korkunç şeylere rağmen içeride ve dışarıda hiçbir şekilde iktidâra karşı seslerini yükseltmemeleri, rahatsızlıklarını çok ortaya koymamaları, onlar açısından tamâmen İslâmcılık iddiasının çöpe gitmesi ve ölmesi anlamına geliyor. Yani burada artık söz söyleme yetilerini, haklarını kaybettiler bana göre. Tabiî ki böyle küçük îtirazlar var, ama bunlar zâten AK Parti’ye artık mesâfeyi koymuş yapılar. Bunlar İslâmcı yapılar, bunlardan îtirazlar geliyor; ama bunlar siyâsal yekûn oluşturan şeyler değil. Bunlar ufak tefek bireyler ya da ufak tefek gruplar. Bunlar AK Parti değil daha doğrusu. AK Parti’nin kendi içerisindeki İslâmcı kanat bir anlamda her koşulda iktidârı meşrûlaştırma yoluna gitti. Burada müthiş bir ilkesizlik var, yani tutarsızlık var, ilkesizlik var. Belli isimler görüyor, onlar da uyarılarını yapıyor: “Bakın, bu iyi bir gidişat değil, iktidârı kaybederiz, tabanı kaybediyoruz, sosyolojik zemin bizim için yok oluyor” şeklinde uyarırken, aslında hâlâ iktidârı koruma sâikiyle bunu söylüyorlar; ilkelilikten değil. Ve tabiî ki ben öteden beri, İslâmcılık söz konusu olduğu zaman, AK Parti ile Müslüman Kardeşler ve diğer grupların yapılarını asla aynı kefede değerlendirmedim. AK Parti başından îtibâren kendi çizgisini belirlemişti. “Müslüman demokratlık” Batı’ya bir satış stratejisiydi ve bu strateji başarılı oldu. Amerika’dan ve diğer Avrupa Birliği ülkelerinden destek gördüler, aldılar, bunu tepe tepe kullandılar.Şimdi bu bir kullanma meselesi, yani İslâmcılık bu parti içerisinde çok iyi kullanılan bir araç. Bu bakımdan meselâ Millî Selâmet çizgisinden de önemli ölçüde farklılaşma söz konusu. Bunları sen çok daha iyi tâkip ediyorsun, şimdi sana bunları söylemenin bir anlamı yok. Ama beni şaşırttı mı? Şaşırtmadı. Biraz meselâ Filistin konusu daha önemliydi. Daha pek çok grubun ortaklaştığı bir meseleydi. Burada bile ambargo isteyen gruplar, bunlar tabiî ki sâdece İslamcılardan oluşmuyor; bunların içerisinde solcular da var vs.. Bütün bunlara baktığımız zaman, bunlar da meselâ linç edildiler, hapsedildiler, soruşturmaya uğradılar, tehdit edildiler vs.. Ve bu iktidar ve bu iktidârın çevresinde kendisini de Müslüman, İslâmcı olarak tanımlayan gruplar da buna iştirak ediyorlar. Buradaki çok temel şey: Tutarsızlık var, samîmiyetsizlik var, ilkesizlik var. İktidar için her şey mübah hâline geldi. Yalan söyleme, iftirâ etme, karalama, îtibarsızlaştırma; kendi fikir dünyasında olan ya da kendi fikir dünyasında olabilecek insanları da kapsayacak şekilde onları da hedef alabilecek şekilde devam ediyor.

Ruşen Çakır: İstersen burada noktayı koyalım. Ben dün bir şey sordum X’te, dedim ki: “Herhangi bir protesto oldu mu Türkiye’de? Ben görmedim” dedim. İnsanlar cevaplar verdiler. Ama bu arada tabiî şunlar da var: “Sen protesto ettin mi?” diyorlar meselâ bana. Yani şimdi benim şahıs olarak protesto etmemle bir hareketin protesto etmesi… Böyle çok acı bir durumdalar, ama kendi meseleleri diyelim. Fehim, çok teşekkürler. Bir defter kapandı. Yani 11 yıl mı sürdü Erdoğan’la Sisi’nin düşmanlığı?

Fehim Taştekin: Evet, 11 yıl.

Ruşen Çakır: Daha doğrusu Erdoğan’ın Sisi düşmanlığı diyelim. Sisi, Erdoğan aleyhine böyle her vesîleyle konuşuyor muydu çok emin değilim. Ama Erdoğan bunu iç politikada malzeme olarak kullanıyordu. 11 yıl sonra birden kardeş oldular. Ne diyelim? Yapacak bir şey yok. Ama özetle şunu söylüyorsun — ki bu çok önemli: Sisi’nin Türkiye’ye gelmesi ve Erdoğan’la normalleşmeyi kabul etmesi, onun beklentilerinin hepsini hızlı bir şekilde karşılayacağı anlamına gelmiyor. O çok önemli. Yani böyle, beyaz sayfa açıldı ve meselâ bâzıları Doğu Akdeniz’de –sen anlattın ya?– Doğu Akdeniz’de Mısır, “Ben kardeşimle barıştım” deyip Kıbrıs Rum kesimine ve Yunanistan’a posta atacak falan… Böyle şeyler olmayacak yani. Böyle eski pozisyonlar, en azından daha konuşabilir olacaklar gibi. Öyle bir şey.

Fehim Taştekin: Yani, “Anlaşmazlık konularını biz kavga ederek değil de tartışarak, konuşarak belki çözebiliriz. Başka bir yolu deneyelim” diyorlar. İşin Türkçesi bu. Deniz yetki alanlarında bizim Türkiye’de kanallarda, ekranlarda böyle haritalar çizerek, “Mısır bizimle anlaşırsa şu kadar Mavi Vatan elde edecek” deniliyor. Onlar için de Mavi Vatan artık… Yani herkes için Mavi Vatan deniliyor. Böyle haritalarla temellendirildiği gibi bir şey olmaz, olmayacak.Mısır çok dengeli gidiyor. Yani bütün komşularla mesâfesini iyi ayarlamaya çalışıyor. Çok savrulmadan bu anlamda bir devlet politikası güttü. Türkiye çok savruldu açıkçası. O yüzden ben oralarda çok radikal, beklentileri değiştirecek radikal değişiklikler beklemem. Olmaz daha doğrusu. Pek çok beklenti var. Tabiî Mısır’ın hassâsiyet gösterdiği, özellikle Etiyopya konusu… Türkiye, Etiyopya ile çok yakınlaştı, SİHA sattı, biraz dengeleri Mısır aleyhine bozdu.Şimdi orada yeni bir denge kurma beklentisi var. Başka başka meseleler de var. Suriye meselesi önemli tabiî. Daha doğrusu Erdoğan’ın beklentisi var, ama Mısır’ın beklentisi şu: Türkiye’nin Suriye’den askerlerini çekmesi ve Arap işlerine, iç işlerine müdâhale etmemesi. Şimdi Erdoğan, eğer bu temelde bir duruş sergileyecekse ya da duruşunu böyle değiştirecekse, Sisi meselâ Suriye’de Erdoğan’a yardımcı olabilir. Ama burada da yine çok ham hayal var. Yani, “Sisi gider, Esad’ı bir şekilde iknâ eder” diyor. Yok, böyle bir şey olmaz, olamaz. Sisi’nin hassâsiyetleriyle Esad’ın hassâsiyetleri aynı. Yani Erdoğan diyor ki: “Bu muhâlifler 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi karârı çerçevesinde Şam’da iktidâra ortak olsunlar, çözümün siyâsî geçişi olsun” vs.. Şimdi bunun anlamı şu: “Müslüman Kardeşler’i, İslâmcıları, işte, İdlib’deki bütün pratiklerle gördüğümüz bütün bu grupları Şam’a taşıyalım”. Sisi, kendisi 2013’te darbeyle yok ettiği bir siyâsal alternatifi Şam’da iktidarda görecek ya da görmek isteyecek. Böyle bir şey olur mu? Ya da zâten Türk askerî müdâhaleleri ya da Türkiye’nin bir şekilde mâcerâcı müdâhaleciliğine karşı Arap dünyasında müthiş bir refleks var. Sisi bunu temsil eden liderlerden birisi ve Türkiye’nin istediği şekilde bir normalleşmeyle Şam’a gidecek, bunun arabuluculuğunu yapacak. Böyle bir şey mümkün mü? Olmaz. Yani gerçekçi olmak lâzım burada, her açıdan gerçekçi olmak lâzım. İktisâdî birtakım kolaylıklar olur — ki bu imzâlanan anlaşmalara baktığımız zaman önemli ölçüde aslında iktisâdî, ekonomik ortaklığı büyütecek altyapıyı oluşturmaya yönelik çalışmalar var. Yani Mısır meseleye buradan bakıyor ve tabiî ki istikrar, güvenlik açısından… Şimdi, Türkiye istikrarsızlığı kendine nüfuz alanı açma yolu olarak gördü Arap dünyasında. Şimdi bu tür liderler, Sisi gibi liderler, tam tersi bir anlayışla iktidâra geliyorlar; istikrârı ve güvenliği koruma. Böyle olunca, hâlâ bakış açıları arasında müthiş bir uçurum var. Yani Erdoğan, Suriye’de ve özellikle Irak’ta askerî yollarla “Ben burada olacağım, burada dediğimi yapacağım” diyor. Şimdi Irak’a bakıyoruz: Irak’ın baktığı yerle Suriye’nin baktığı yer, Kahire’nin baktığı yerden farklı değil. Yani Türkiye’de bir paradigmanın, düşünme biçiminin yeniden ele alınması lâzım — dış ilişkiler açısından söylüyorum. Hâlâ askerî birtakım perspektifler var; çünkü SİHA var, SİHA’ların getirdiği bir özgüven var. Bunu bir kart olarak kullanıyor her yerde. Ama bu, ilişkileri kızıştırıyor mu? Evet, kızıştırıyor. Yani belli ülkelerle hemen hızlı bir şekilde birtakım askerî ortaklıkları mümkün kılıyor; ama aynı zamanda iç çatışmaların artmasına ve Türkiye’nin de o çatışmaların bir parçası hâline gelmesine neden oluyor. Şimdi Suriye’de zâten işin içerisinde, Libya’da zâten işin içerisinde; ama bunun dışında da Erdoğan bir taraftan “normalleşme” derken, bu normalleşmenin içerisinde aslında eski alışkanlıklar da var ve bunlar güvensizliği besliyor. Şimdi bakalım, mesela normalleşilen ülkelerde hâlâ bir şey var, böyle bir kendini tutma hâli var. Yani “Kardeşiz” dediler, “Kardeşim” diyor; ama aslında tam olarak değil. Yani karşı taraf aynı vurguyu yapmıyor. Karşı taraf dönüp, “Kardeşim Erdoğan” demiyor.

Ruşen Çakır: Burada öyleyse ne zamandır tanık olduğumuz geri adım atmaların, yapılan hamlelerden geri dönmelerin devam edeceğini görüyoruz. Ve en büyük beklentimiz de şimdi tabiî ki Esad’la olacak olan. O zaman da tekrar seninle bunu konuşuruz Fehim. Ama Erdoğan acele ediyor, Esad ağırdan alıyor galiba. Öyle özetlenebilir. Bakalım. Şimdi Sisi olayı başlı başına önemli bir gelişmeydi. Artık nokta kondu. Önce Erdoğan gitti, sonra Sisi geldi. Bütün bu süre içerisinde yaşananların hepsini de unutmamız isteniyor. Ama unutmamak için de bu yayını yaptık. Çok teşekkürler Fehim.

Fehim Taştekin: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. Erdoğan ve Sisi’nin tekrar kardeş olma sürecini konuştuk Fehim Taştekin’le. Kendisine teşekkürler. Sizlere de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.