TUSAŞ saldırısı
Ankara’nın Kahramankazan ilçesindeki Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş. (TUSAŞ) tesislerine yönelik terör saldırısını PKK üstlendi.
TUSAŞ’ın Ankara’nın Kahramankazan ilçesindeki yerleşkesine 23 Ekim günü 15:26’da silahlı ve bombalı saldırı gerçekleşti.
Saldırının ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya saldırıyı yapan iki kişinin öldürüldüğünü duyurdu. Yerlikaya, beş kişinin yaşamını yitirdiğini, yaralı sayısının ise 22 olduğunu açıkladı.
Öcalan ile yıllar sonra ilk temas
Ömer Öcalan, İmralı Adası’na gittiğini ve amcası Abdullah Öcalan’ı ziyaret ettiğini açıkladı. Ömer Öcalan, Abdullah Öcalan’ın, “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” dediği mesajı paylaştı.
İZLEYİN – Haftaya Bakış özel (237): Bahçeli’nin Öcalan mesajının anlamı ne?
Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ın yeni bölümünde son yaşanan gelişmeleri TUSAŞ saldırısının zamanlaması, İmralı’daki görüşmeleri, Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısını, Öcalan’ın mesajını tartıştı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız; Kemal Can ve Kadri Gürsel’le yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Bugün sâdece aynı tema etrafında birkaç konuyu ele alacağız. Öcalan’ın aylar sonra yeğeniyle görüşmesine izin verilmesi, TUSAŞ saldırısı ve bu süreçle ilgili –Çözüm Süreci ya da adı her neyse” neler yaşanıyor, bunları ele alacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Kadri Gürsel-Kemal Can: Merhaba.
Ruşen Çakır: En son gelişmelerden hareketle gidelim diyorum. Kadri, seninle başlamak istiyorum. PKK, TUSAŞ saldırısıyla ilgili bir açıklama yaptı ve saldırıyı üstlendi. Şaşırmadık. Açıklamada, saldırının otonom bir birim tarafından yapıldığı, son günlerde yaşanan siyâsî gündemle ilgisi olmadığını, daha önce hazırlandığı belirtildi. Benzer bir açıklamayı KCK adına Zübeyir Aydar da yaptı: “Her ne kadar doğrudan bilmesek de, bu saldırının Bahçeli’nin açıklamalarıyla ilgisi yoktur” dedi. Bu çok ilginç bir nokta. Bahçeli’nin üst üste gelen açıklamalarının sonuncusunun hemen ertesi günü ve Öcalan’la tekrar görüşe izin verildiği bir günün birkaç saat öncesinde –biz bunu bilmiyorduk, ama onların bilme ihtimâli yüksek olabilir– böyle bir saldırının olması hakîkaten alâkasız olabilir mi? Öyle olsa bile sembolik olarak çok anlamlı. Ne dersin Kadri?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kadri Gürsel: Evet, alâkasız olması imkânsız. Bence örgüt burada, “Bahçeli açılımı” ile oluşan duruma zarar vermek istemediğini belirtmiş oluyor bu şekilde. Ama zarar vermek istemediğini belirtirken, aynı zamanda bu durumu şekillendirmek, bu durumdaki pozisyonunu belli etmek istiyor. Bu terör eylemini yapmakla böyle bir niyeti olduğunu seziyorum. Saldırı ile ilgili yapılan açıklamada, “Biz zâten bunu uzun zamandır planlıyorduk” deniliyor; ama her şey zamanlamayla alâkalı. Saldırıdan bugüne konuşulan şey, Türkiye’nin savunma sanâyiinin stratejik bir varlığı dolayısıyla, her ne kadar buraya yapılan saldırı aslında örgütün seferber ettiği terörist sayısına bakarak küçük bir saldırı gibi görünse de, etkisi çok büyük. Taksi şoförüyle berâber 5 kişi hayâtını kaybetti, onlarca kişi de yaralandı. Örgüt, taksi şoförünün öldürülmesinin zorunluluk olduğunu açıkladı — ne demekse bu. Gerçekten insanlık dışı bir ifâde kullanmışlar.
Ben bu eylemin amacının, Bahçeli açılımını torpillemek olmadığı kanaatindeyim. Tam tersine, bence PKK hedef küçültüyor burada. Zâten eylemin zamanlaması da, doğru anlaşılması için tam da bugünlere denk getiriliyor. Yani bu saldırıyı başka bir zaman yapsalar, PKK terörü olarak not edilir, o zaman da bölge jeopolitiği bağlamında yorumlar yapılırdı. Ama şimdi, Bahçeli’nin açılımları, Bahçeli’nin el uzatması ve ardından Meclis’te yaptığı konuşmadan sonraya denk gelmesi ve senin de vurguladığın gibi Öcalan’ın İmralı’daki yeğeniyle görüşme gününe denk getirilmesi, aslında bu açılım bağlamında oluşturulmak istenen bir pozisyonla alâkalı. O da şu: Az önce PKK’nın hedef küçültmek istediğini söyledim. Doğrudur; Türkiye sınırları içindeki PKK eylemliliği hemen hemen yok gibi. 2015-2018 yılları arasında geçen sürede, PKK’nın silâhlı örgütlenmelerinin Türkiye açısından da büyük mâliyet doğurarak dağıtılmasının sonrasında, özellikle Kuzey Irak’a ve Suriye’ye kaydı PKK’nın merkezi. PKK, Bahçeli’nin ne dediğine bakıyor. Bahçeli, “Örgütünü lağvet, silâhlarını bırak, gelsinler cezâlarını çeksinler” diyor. Orada bir düşünce seti koyuyor ortaya. Bu bir pozisyondur. O zaman örgüt de, “Buyurun gelin, benimle konuşmak istiyorsanız konuşalım; ama Kuzey Irak’ı ve Suriye’yi bırakın, siz Türkiye’yi konuşun benimle. Çünkü ben Türkiye’de böyle bir terör eylemini yapabiliyorum. Demek ki Türkiye’de varım” demeye getiriyor aslında. Aslında hedef küçültmek derken, bu açılımda en düşük mâliyetle en yüksek faydayı temin etmek isteyecektir.
Açıkçası ben konuyu değiştirmek istemiyorum; ama PKK’nın zâten Kuzey Irak’ta ve Suriye’de silâh bırakması gibi bir ihtimal bulunmadığı kanaatindeyim, bu ihtimal sıfır. “O zaman Türkiye’yi konuşalım” derken, Türkiye’de de yakın ve ciddî bir terör tehlikesi hâlihazırda görülmüyordu. Dolayısıyla “PKK silâh bıraksın” deyince, herkesin aklına Kuzey Irak’taki varlığını tasfiye etsin, oradaki silâhlarını bıraksın gibi bir şey geliyordu. Amerikalıların verdiği silâhları bırakır mı, o da ayrı bir konu. Ama PKK bunu yaparak, “Gelin, Türkiye konusunda sizlerle bir müzâkerede bulunabiliriz. Ben sizin stratejik bir kuruluşunuza iki silâhlı adamımı göndererek, burada çok ciddî bir tehdit algısı, ciddî bir tedirginlik, güvenlik tehdidi yaratabiliyorum” demiş oluyor. Yani terör yoluyla politik bir mesaj verilmiş oluyor.
Suriye ve Irak’taki PKK’nın silâhsızlanmasının neden çok zor olduğuyla ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum. Bu, konunun parametreleriyle alâkalı. PKK, bölge jeopolitiğinin bir parçası artık. Kürt sorunu da uluslararasılaşmış bir sorun. Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek istemesi ve bunun için büyük fedâkârlıkları göze alması tek başına yeterli değil. Devrede çok büyük güçler var ve bu büyük güçler kendi istedikleri şekilde çözülmesini isteyeceklerdir ya da hiç istemeyeceklerdir. Türkiye’nin bu süreçten güçlenerek çıkmasını isteyecekler olabilir. Bu, onların Türkiye ile olan iyi ilişkileri nispetinde mümkün olabilir.
Şimdi bir de Amerika’nın bölgeden çekilmesi husûsu var. Irak’tan çekilmesi konusunda bir anlaşmaya varıldı; ama Suriye’de böyle bir şey yok. Suriye’de El Tenef bölgesinde bir Amerikan üssü var çölün tam ortasında. Ürdün-Suriye ve Irak-Suriye sınırında köşede bir yerde kalıyor. Peki nasıl olacak Amerika Irak’tan çekildikten sonra? Daha önce de bahsetmiştim, Amerika’nın Ambar vilâyetinde El Esed üssü var. O da yine çölün ortasında bir hava üssü. Oradaki Amerikan birliklerinin 900-1000 kişi olduğu söyleniyor, yani çok da kalabalık değiller. Onların yanında, bir de az miktarda 4-5 müttefik ülkenin askeri bulunuyor. Amerika oradan çekildiği zaman, Suriye’deki birliklerin ikmal takviyesi nasıl olacak? Tabiî o onların sorunu; ama Suriye’de kalmalarını emreden bir durum var. Bir de Amerika 2015’ten bu yana yüzlerce TIR dolusu silâh sevk etti PKK/YPG’ye. Bu silâhlar hâlâ onların elinde. Bunların miktârını herhalde Türk İstihbârâtı biliyordur ya da bu konuda çalışıyordur.
Türkiye Amerika’nın NATO müttefiki. PKK da devlet olmayan bir örgüt. Ama o da açıklamaya göre Suriye bağlamında IŞİD’le mücâdelede Amerika’nın ortağı. Yani bir siyâsî ittifak yok arada; ama güvenlik ittifâkı var ve çok kolay terk edilebilir bir ittifak. Amerika terk ettiği zaman, PKK bu silâhlarını ne yapacak? PKK, Amerikan vesâyeti altında olduğu için, bugüne kadar bu silâhları Türkiye’ye karşı kullanamıyordu. Elinde modern silâhlar olduğunu biliyoruz, bunları Türkiye sınırlarındaki eylemlerinde kullanamıyordu. Bunun içinde uçaksavar silâhları var, tanksavar silâhları var. Benim en büyük endîşem, bu First Person View dedikleri “Birinci şahıs görüşü” diye Türkiye çevirebileceğimiz drone’ların, Ukrayna tarafından hem Rusya hem Ukrayna’da kullanılmasında görüldüğü gibi, aslında çok etkili terör silâhları olarak da kullanılabileceği. Tabiî bunu henüz bilemiyoruz. Şimdi bu, drone teknolojilerine kadar yayıldı; ama Amerika çekilince ne olacak? Bölge jeopolitiği de işin bir tarafına geliyor. Bahçeli “Örgütünü lağvetsin, silâhını bıraksın” diyor ya; bunun o kadar kolay bir şey olmadığını, çok komplikasyonlar içerdiğini belirtmek için söyledim bunu. 2012’deki dünyada yaşamıyoruz. Dünya çok değişti, PKK çok değişti. O fırsat penceresi ise bir daha açılmamak üzere tamâmen kapandı.
Ruşen Çakır: Erdoğan’ın uçakta söylediklerine dikkat edersen, “Teröristler Suriye’den sızdı” diye bir cümlesi var. TUSAŞ saldırganlarından bahsediyor. Bir diğer husus, Amerika Suriye’dekileri de bırakır, onlar da kalakalırlar hususu. Ama önemli bir mesele daha var. Erdoğan, Esad konusu sorulduğu zaman da Esad’la görüşmenin bir türlü gerçekleşmemesinden şikâyet ediyor.
Kadri Gürsel: O söylediğin “Onlar da kalakalırlar” konusunda şunu söyleyeyim: Amerika müttefiklerini satar. Bu, Amerika’nın çok yaptığı bir şey. En son Afganistan’da yaptı. O müttefiklerin bir kısmı da İran üzerinden Türkiye’ye geldiler. Amerika’nın müttefiklerini satma geleneği vardır, kültüründe var böyle bir şey. PKK’yı da satar Amerika. İlk fırsatta satar hem de. Ama Türkiye ve PKK açısından asıl o zaman başlıyor problem. “Amerika nasıl olsa bu PKK’yı satar, biz de PKK2nın canına okuruz Suriye’de” demek kolaydır; ama bunun mâliyeti Türkiye için çok yüksek olabilir. Çünkü Amerikalılar müttefiklerini satarken silâhlarını da bırakarak satıyorlar. Bu Irak’ta da böyle oldu; Vietnam’da, Afganistan’da ve her yerde böyle oldu. Arkalarında muazzam bir miktarda silâh bırakarak, bütün ağır silâhlarını da bırakarak çekiliyorlar. Bu ağır silâhlar en son IŞİD’in eline geçmişti. Dolayısıyla bu ciddî bir tehlike. Türkiye’nin, Ankara’nın burada çok kanallı faaliyet içinde olduğunu görüyoruz. Esad’la ilişkilerini normalleştirmek istemesinin bir nedeni de PKK/YPG’nin bölgedeki geleceği. PKK/YPG’nin bu kadar çok miktarda modern silâhla tek başına bırakılması, hem Suriye açısından hem Türkiye açısından büyük bir tehdit oluşturacaktır. Dolayısıyla PKK ile anlaşmak isteyecek çoktur. Yani jeopolitik denklemle Türkiye’nin iç siyâseti açısından burada bir fırsat örtüşmesi var. Eşit demeyeceğim, ama fırsatlar var.
Ruşen Çakır: ABD, zamânında Mücâhitler’e verdiği Stinger’ları geri almak için ne büyük paralar harcadı, ama yine de hepsini alamamıştı. Kemal, sen ne dersin? Zamanlama mânîdar, ama PKK bunun zamanlama ile ilgisi olmadığını söylüyor. “Bu zâten üzerinde çalışılan bir işti, bizim de haberimiz olmadı” demeye getirmişler. İnandırıcı olup olmaması bir yana, tam da böyle bir gündemin ortasına düştü.
Kemal Can: Düştü mü yoksa bunu bir yerden hatırlıyor muyuz? Önceki süreç, bize bu tür provokasyonların, sürecin bütün aşamalarında, hattâ başlangıç noktasından îtibâren nasıl işlediğini hatırlatması lâzım. Hatırlarsanız, daha önce, 2012 senesinde Erdoğan, “Öcalan’la görüşüyoruz” açıklaması yaptıktan hemen sonra Paris saldırısı olmuştu. Bu sefer tersten bir provokatif hamle. Daha sonra görüşme tutanaklarının sızdırılması, MİT operasyonu, en son da finalde Ceylanpınar hâdisesi gibi, sürecin başında, içinde ve sonunda sürekli farklı tarafların ve farklı kanatlarının bâzen devrede oldukları provokasyonlar ya da mesaj içeren hamleler önümüze geldi. Kamuoyu bunları dışarıdan, kimini terör saldırısı, kimini bir ifşâ faaliyeti gibi gördü. Ama bunların hepsinin, o sürecin içerisinde, tarafların pozisyonları ve birbirleriyle yürüttükleri rekabet ya da mücâdelenin parçası olarak işlediği bir bütünün içinde yer aldığını biliyoruz. Dolayısıyla şimdi böyle bir zamanlamanın içerisinde bu süreç o kadar hızlı başladı ki, aslında “başladı-başlatmadı” tartışması bile komik kalıyor, çünkü zâten içerisinde ilerliyoruz. Hattâ biz başını görmedik bile. Şimdi birtakım bilgilerden, kulislerden anlıyoruz ki zâten bunun bir geçmişi varmış. Sâdece dedikodulardan kulislerden ibâret bir şey değil. Çünkü bu hamlelerin yapılması –üstelik Bahçeli tarafından yapılması hızı artıran bir faktör zâten– ve bu kadar hızlı gelişmesi, bunun içerisinde, hemen bir iki gün içinde zâten hazırlanmış bir saldırının tamâmen rastlantısal olarak o güne denk gelmesi, eşyânın tabiatına, hayâtın akışına çok uygun değil.
Başka uygun olmayan şeyler de var: Saldırının olmasından neredeyse, saat değil dakikalar sonra görüntülerin servis edilmesi de başka taraftaki bir teyakkuz hâlini gösteriyor. Çok hızlı bir biçimde, sonradan medya karartması uygulandı, Twitter engellendi, sosyal medya platformları, hatta YouTube’da da kısıtlamalar gündeme geldi; ama çok hızlı biçimde saldırı ânındaki görüntüler servis edildi. Bu da zamanlamanın ilginçliği açısından önemli bir unsur. Seçilen hedefin niteliği açısından da, hem eylemi üstlenen PKK açısından, çok açık biçimde bir savunma sanâyii hedefine, yani bu iktidârın ve Türkiye’nin çok övündüğü ve dış dünyanın biraz hasetle baktığını iddia ettiği bir tesise yapılıyor; Ankara’da yapılıyor ve sembolik olmayacak, rehin alma hamlesine kadar uzanacak biçimde yapılıyor.
Bunun sonrasındaki gelişmelere bakıyoruz; meselâ bu tür bir şeyden sonra, üstelik de şu anda bütün gözler üzerindeyken, Bahçeli’nin çok hızlı biçimde, “Uzattığımız elin kıymetini bilemediler” gibi bir açıklama yapması ya da doğrudan PKK’yı işâret etmesi beklenirken, hiç de böyle bir çıkış yapmıyor. Üstelik aynı gün, tecritte olan Öcalan 4,5 yıldır ilk kez, İmralı’ya giden yeğeniyle görüşüyor ve onun aracılığıyla bir mesaj iletiyor.
Ruşen Çakır: O mesajı en son konuşacağız Kemal,
Kemal Can: Tamam, ben onun detayına girmiyorum. Zamanlamada parçaları art arda dizdiğimizde, bu rastlantısal bir şey değil. Ve yine TUSAŞ saldırısı vesîlesiyle ortaya çıkan tablonun içerisinde, Erdoğan’ın danışmanlarından biri, tam da bu “dış tehdit” algısını işâret eden, “Hani İsrail saldırmazdı” diye bir sosyal medya paylaşımı yapıyor. Erdoğan geliyor ve TUSAŞ’ın hedef alınması dolayısıyla, yine bu dış tehdit vurgusunun altını çiziyor. Biraz önce senin aktardığın gibi, sâdece içerideki mesele olarak değil, PYD’yi denkleme sokarak bir açıklama yapıyor. Şimdi bütün bunları bir araya koyduğumuzda, bu sürecin, zâten daha önceki süreçte de gayet net biçimde gördüğümüz gibi, taraflarının pozisyon almaları ve bâzen güç gösterisi, bâzen geri çekilme, bâzen el uzatma, bâzen de çok başka reaksiyonlarla pozisyon değiştirdiğini ya da yeni pozisyonlar edindiklerini ya da pozisyonlarını tahkim etmeye çalıştıklarını anlıyorum.
Bu da hakîkaten hızı îtibâriyle ve hem bu eylemin pat diye gelmesi, bu eylemle eşzamanlı olarak görüşmenin cereyan etmesi, hâdisenin bir iki gün önce başlamadığını, Bahçeli’nin işâret fişeğiyle start alınmadığını anlatan bir durum. Üstelik çok da nihâî bir hedef tanımlanmış ve herkes için aynı sonucu içeren ya da bunun adına ne konacaksa, ister “çözüm süreci” deyin ister başka bir şey deyin, o “çözüm” kelimesinin herkes için aynı anlama gelmediği bir sürecin içindeyiz. Buna ne ad verirseniz verin, herkes için nihâî sonuç aynı anlamı, aynı hedefi içermiyor. Zâten başlangıç ânından îtibâren bunu görüyoruz. Ve şu anda hiç kimse bu sürecin dışında kalmak istemiyor; pozisyonsuz bir durumda kalmak istemiyor. Pozisyon almaya çalışıyor, pozisyon değiştiriyor ya da pozisyonunu tahkim etmeye çalışıyor. Seyrettiğimiz şey bu. Açıklamalarda, hamlelerde ve eylemlerde de gördüğümüz şey bu. Büyük ölçüde kimsenin dışında kalmaya râzı olamayacağı kadar girift ve çok aktörlü bir meseleyle karşı karşıyayız. Burada Bahçeli’nin saydığı gibi, bir tarafta dört diğer tarafta tek aktörden ibâret bir tabloyla karşı karşıya değiliz. Dış ve iç çok sayıda aktörün dahli olabilecek bir sürecin içerisindeyiz ve herkes de buradaki dâhil olma yeteneğini ya da kapasitesini gösterecek ya da süreci şu ya da bu biçimde etkileyecek hamleler yapıyor.
Peşinden gelen, yani senin okuduğun, “Eylemin bu süreçle bir ilgisi yok, biz başka bir bağlamda bu eylemi yaptık” açıklaması, kendi mesajını başka bir biçimde vermekle birlikte, o değnekli yorumcuların kolayca yaptığı, “Kandil desteklemez, Demirtaş destekliyor. Öcalan destekler, ama DEM Parti ne yapacak?” denklemleri kurulurken, o pozisyonda çok net ve değişmez bir tavır göstermekten kaçınıp, kendi varlığını gösteren bir tutum almak istediğini anlatıyor bize. Çünkü daha önceki Çözüm Süreci içerisindeki açıklamalarda buna benzer şeyler söylenmişti. Meselâ, bir güvensizlik meselesi ya da bir mütekabiliyet iddiası filan ortaya konuyordu. Burada, bir çatışma durumu yokken bir çatışmasızlığa zemin hazırlayacak bir hamle yapmanın, bu sürecin dışında bir anlamı çok görünmüyor; doğrudan bu süreçle ilgili bir hamle bu. Önceden hazırlanıp hazırlanmadığı ayrı bir tartışma konusu. Bunun uzmanı değilim; ama hakîkaten iki günde yapılacak bir hazırlık içermiyordur herhalde. Bunu üç aşağı beş yukarı herkes öngörebilir. Bu öyle, “Hadi yapalım” diye yapılacak bir iş değil. Daha önce hazırlanmış olabilir, ama şimdi realize edilmesi de öyle kendiliğinden gelişmiş bir şey gibi görünmüyor.
Bu sürecin devâmındaki tepkileri okumak daha ilginç sonuçlar veriyor; çünkü meselâ PKK’nın üstlendiği haberini şimdi konuşuyoruz, ama dikkat edin, iktidâra yakın medyanın bunun üzerine gitme biçimiyle, bu haberin yayıldığı alana bakarsak bir ayrışma görüyoruz. Daha önce pek çok hâdisede, daha böyle bir üstlenme olmadan, hemen adresleyerek çok yüksek bir reaksiyonla fâil açıklanarak büyük şey yapılıyordu. Ama bakıyoruz: İktidar medyası da bunu çok kenarda bir haber olarak ya da hiç görmeyerek geçti. Biraz önce örneğini verdiğim gibi, Bahçeli de çok böyle davranmadı. Bir tek, daha önce “Öcalan’ın yeri İmralı’”manşeti atmış Yeni Şafak, farklı olarak hemen haberi hızlı geçti. Ama diğer iktidar medyasında bu haberin ya verilmediği ya üstünde fazla durulmadığını görüyoruz. Bu da bize bir şey anlatıyor diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Ayrışmadan bahsettin; tam da bununla ilgili bir soru sormayı düşünüyordum. Bu konudan gidelim. Geçenlerde Şamil Tayyar, Bahçeli’nin çıkışından Erdoğan’ın haberi olmadığını söylemiş. Sonra İrfan Aktan da sosyal medya hesabında, “Ben de öyle duydum” demişti. Uçakta hiç kimse Erdoğan’a Bahçeli’nin bu çıkışını sormadı biliyorsunuz. İsmail Saymaz, gazetecilere iç politika konusunda sormamaları için tâlîmat gittiğini söyledi. Buradan hareketle, Bahçeli ile Erdoğan arasında bir uyumsuzluk, farklılık olduğuna dâir spekülasyon yapılıyor. Kemal’in söylediği gibi, iktidar medyasının farklı bakışlarında da bunu görmek anlamlı. Meselâ ben iktidar medyasında birtakım isimlerin net bir şekilde Bahçeli’yi eleştirdiğini gördüm. Normalde Bahçeli konusunda çok dikkatli ve uyumlu olurlardı. Ne dersin Kadri? Böyle bir ihtimal var mı sence? Bahçeli ile anlaşmazlık demeyelim de, farklı dalga boylarında gidiyor olabilirler mi Erdoğan’la? Erdoğan hâlâ Öcalan’ın Meclis’te konuşma meselesiyle ilgili tek bir lâf etmedi.
Kadri Gürsel: Etmeyecektir de. Adına “süreç” ya da ne diyorsanız, bunun tamâmen Bahçeli’ye mâl olması, Bahçeli ile anlamlandırılması için bir süre daha bekleyecektir. Hattâ burada “Bahçeli açılımı” ya da “Bahçeli’nin Öcalan açılımı” dediğimiz için biz de bir bakıma…
Kemal Can: Biz demiyoruz, sen diyorsun. Durmadan bunu söyleyip duruyorsun, ama öyle uydurduğun, palavradan bir kavramı hepimizin kavramı hâline getirmeye çalışma. Öyle bir kavram yok, o senin kavramın, biz demiyoruz.
Ruşen Çakır: Ben de diyorum.
Kadri Gürsel: Kemal beni çok güldürdü.
Kemal Can: Peki o zaman size Türkçe anlatayım.
Kadri Gürsel: Bir dakika ama, o kadar bağırıp çağırdın…
Kemal Can: “Açılım” pozitif çağrışımlı bir şey. “Süreç”ten daha pozitif bir çağrışım. İstiyorsan TDK’dan okuyayım sana.
Kadri Gürsel: Tamam, Kemal çok sinirlendi, ama üstüne alınmasına gerek yok.
Kemal Can: Biz demiyoruz yani.
Kadri Gürsel: Tamam. Ben yayıncı kuruluştan bahsediyorum. Sen demedin, sen “süreç” diyorsun; ama yayıncı kuruluşun, yani Medyascope’un bugün X platformundaki tanıtım paylaşımında “Bahçeli’nin Öcalan açılımı” yazıyordu. Bunu kastediyordum
Ruşen Çakır: Evet, o benim tâbirim Kemal, ben söyledim, bana bağır.
Kadri Gürsel: Birdenbire böyle patladın ama…
Ruşen Çakır: Tamam, benden kaynaklanıyor.
Kadri Gürsel: Neyse, olsun, ben Kemal’i seviyorum.
Ruşen Çakır: Tamam, konuya dönelim. Bahçeli ile Erdoğan arasında bu konuda bir uyumsuzluk var mı Kadri?
Kadri Gürsel: “Bahçeli’nin Öcalan açılımı” dediğimiz zaman, aslında bu oluşan durumu Bahçeli’ye mâl etmiş oluyoruz. Bu da zâten objektif olarak Erdoğan’ın işine gelir. İki açıdan gelir. Çünkü Erdoğan kısa vâdede bir şey yapmak zorunda ki bu anayasa değişikliği yoluyla ya da DEM Parti’nin desteğini alarak yeniden aday olabilmesinin önünü açması lâzım. Ben başından beri böyle olduğunu söylüyorum. İki taraf da burada kendi dar siyâsî grup çıkarına bakar. 2009’da da, 2013’te de böyle oldu, şimdi de böyle oluyor. Niye başka türlü bir şey olamayacağını îzah etmeye çalışıyorum. Erdoğan siyâsî sorumluluğu Bahçeli’ye yüklemek istiyor ve Bahçeli’nin de böyle bir siyâsî sorumluluğu kaldıracak kapasitesi ve siyâsî sermâyesi var. Bahçeli bundan rahatsız olmuyor ve şunun keyfini sürüyor: İsmiyle müsemmâ olduğu gibi, kendisinin, “Devlet”i Erdoğan’dan daha çok temsil ettiğine inanılmasından, “Ben Devletim” demekten büyük haz duyuyor. Ama bu açılımı devletin açılımıymış ve kendisi de bu mânâda devletin gayrıresmî sözcüsüymüş gibi devlete yüklüyor.
Sonuçta bugün Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü olmadığı için ya da başka angajmanlar nedeniyle, bâzı meslektaşlarımızın, bâzı akademisyenlerin iktidâra çatması, iktidârı eleştirmesi gerektiğinde, “iktidar” demek yerine “devlet” demesinde olduğu gibi, Bahçeli de bundan çok faydalanıyor. O da siyâsî sorumluluğu biraz atıyor ve ortaya ne olduğu bilinmeyen, târif edilemeyen, bir yerlerde yaşayan ve yaşatılan bir sözde devlet projesi çıkıyor. Böyle bir şey yok. Bu tamâmen Erdoğan ve Bahçeli’nin kendi aralarında, üzerinde mutâbık kaldıkları ve bir siyâsal iletişim stratejisi ve planı dâhilinde uygulamaya koydukları bir süreç. Burada Kemal’le ortaklaşmış olalım. Eğer Cumhur İttifâkı’nın önü açılacaksa, Cumhur İttifâkı’nın iktidârı uzatılacak ve hattâ yaşı kaça gelirse gelsin, kaç kere cumhurbaşkanı olursa olsun, Erdoğan’ın ömür boyu cumhurbaşkanlığının hukukî ve anayasal zemini sağlanacaksa, bu böyle olacak. Ama tabiî nereye kadar gider bu? Onu bilemiyorum.
Burada bir ayrışma olduğunu hiç zannetmiyorum. Tamâmen taktik planda oynanan bir oyun var. Erdoğan’ın da uçakta, “Sâdece dış politika konuşalım, iç politikaya girmeyelim” diyerek o soruyu sordurmaması fevkalâde mânîdar; çünkü Erdoğan her uçak yolculuğunda, uçağına buyur ettiği kendi iktidârının medyasının mensuplarına her zaman iç politika ağırlıklı konuşmalar yapmıştır ve bu konuşmalar tek kanaldan onlara servis edilmiştir. Onlar da başlığını bile okumadan gazetelerinde yayınlamışlardır ve gazeteler aynı başlıklarla çıkar. Şimdi burada da böyle bir durum var. Yani bir ayrışma yok, olamaz.
Şimdi yine geçen günkü Haftaya Bakış Özel yayınında tartıştığımız konuya dönüyoruz: Bunu neden Bahçeli açıkladı? Çünkü Bahçeli’nin böyle bir şey yapma kapasitesi var. Bahçeli’nin insanları şaşırtma kapasitesi var, ama Erdoğan’ın yok. Erdoğan bir daha böyle bir şey yapsaydı, bunu üstlenseydi, zinhar inandırıcı olamazdı. Ama Bahçeli yapınca, insanlar bunun bir devlet projesi olduğunu düşünüyorlar. Hattâ Erdoğan’ın sessizliği de bu işin çok ciddî olduğuna yoruluyor. Erdoğan tabiî ki özellikle sessiz kalıyor. O da çok açık bence. Benim açımdan bu konuda kafamda herhangi bir soru işâreti yok.
Ruşen Çakır: Kemal, “Bahçeli’nin Öcalan açılımı” lâfı benimdir. Kadri’ye gösterdiğin tepkiyi geri alıp bana yöneltebilirsin.
Kadri Gürsel: Hayır, almasın.
Kemal Can: Almıyorum. Senin bu seçimini bir cevap olarak algılıyorum zâten. Yani bir seçim olarak algılıyorum ve senin seçimin olarak da mesajı alıyorum. Problem yok.
Kadri Gürsel: Yine hiçbir şey anlamadım.
Kemal Can: Yine mi anlamadın? Yani daha önce de anlamadığını kabul ediyorsun.
Kadri Gürsel: Evet, kabul ediyorum.
Ruşen Çakır: Tamam, hadi uzatmayın. Evet Kemal, sence bir uyumsuzluk, bir nüans farkı var mı? Burada iyi polis-kötü polis gibi bir durum da yok aslında. Birisi konuşuyor, diğeri susuyor. Birileri de Bahçeli’nin Erdoğan’dan habersiz bu çıkışı yaptığını söylüyor. Bu çıkış çok sıradan bir çıkış değil. Sonuç olarak Öcalan’ın merkeze alınmasında Bahçeli ile Erdoğan mutâbık olabilirler. O konuda birbirleriyle tartışmış ve anlaşmış olabilirler; ama Bahçeli çıtayı epeyce yukarı çıkarttı. Ne dersin?
Kemal Can: Senin söylediğin gibi, Bahçeli, doğrudan çıkıp grup toplantısında tam olarak hangi cümleleri kullanacağını Erdoğan’la paylaşmamış olabilir. “Öcalan gelsin Meclis’te DEM Parti Grubu’nda konuşsun” gibi bir teklifi yapacağından ya da çıtayı oraya kadar çıkartacağından Erdoğan’ın haberi olmayabilir. Bunu ihtiyatla söylüyorum, ama Bahçeli daha önce seri hâlinde böyle hamleler yaptı. Hatırlarsan, bu, normalleşme sürecindeki restinden başlıyor. Normalleşme sürecinde, “Çok istiyorsanız ben çekileyim, CHP ile ortak olun, hükûmet kurun, normalleşmenizi de yapın” demişti. Ondan sonra yine bir grup toplantısında, niyet beyânı olarak, İsrail meselesinden bahisle, bâzı şeyleri değiştirmek gerektiğine dikkat çekti. Sonra, bildiğimiz ilk çıkışını yaptı, ardından gidip el sıkıştı. El sıkışmasının arkasından, bir grup toplantısında basına tekrar konuyu îzah etti. O yetmedi, bu grup toplantısında da bu çıkışı yaptı. Bunu 2011’deki erken seçim karârı gibi birdenbire duymadık. Adım adım ilerleyen bir süreçte duyduk. Dolayısıyla Bahçeli’nin bu tür bir hamle yapacağını Erdoğan’ın bilmiyor olması çok gerçekçi değil. Yani Bahçeli’nin öyle söyleyeceğini bilmiyor olabilir. Bu konudaki kulisleri verenlerin yanlış bildiğini iddia etmiyorum; ama yani aynı gün, 4,5 yıl süren tecrit kaldırılıp, iki gün sonra İmralı görüşmeye açılıyorsa, bu iki türlü açıklanabilir: Ya Bahçeli hem Erdoğan’a rağmen bu açıklamayı yapmış hem de Erdoğan’a rağmen İmralı görüşmelerinin onayını vermiş bir güce erişmiş olmalı. Bunun olmadığını biliyoruz. Yani İmralı görüşmesi ve Öcalan’ın İmralı’dan verdiği mesajın karşılığı olacak bir çıkışın olacağını, en azından İmralı konusunda izin verecek devlet yetkilileri biliyor. Dolayısıyla o devlet yetkilileriyle birlikte Erdoğan’ın da bilmemesi imkânsız.
Ama burada daha başka bir mesele var. Bunun bir PR faaliyeti ya da bir siyâsî iletişim hamlesi olduğu yorumu, bana çok iknâ edici gelmiyor. Yani Devlet Bahçeli’nin bir tür “Fahrettin Altun’luk” yaptığını düşünmüyorum. Eğer bu çıkışı Erdoğan yapsaydı inandırıcı olmazdı. Çünkü siyâsî kredisini, üstelik de Kürtler ve çözüm süreciyle ilgili fazlasıyla kaybetti, bu doğru. Fakat çok yakın bir geçmişe dönelim. Hattâ bunu biz de burada defalarca konuştuk. Çok yakın bir geçmişte herkes şuna iknâ olmuştu: “Aslında Erdoğan bir süreç başlatmak istiyor, çeşitli açılımlar yapmak istiyor. Bunun içerisinde Kürtlerle yumuşama da var, başka şeyler de var. Fakat bu Bahçeli yok mu bu Bahçeli? Bu Bahçeli her şeyi engelliyor. Bahçeli’nin rezervi yüzünden açılım yapılamıyor. Bunu da yakın bir gelecekte tasfiye edecek”. AKP içerisinden yoğun biçimde muhâlif medyada da ya da muhâlefete hitap eden, muhâlefet kamuoyunun izlediği medyada en çok konuşulan argüman iktidardaki çatlak. İktidardaki çatlağın sebebi olarak da bu açılım, normalleşme, yumuşama işlerinde Bahçeli’nin buna ayak dirediği, bunu Erdoğan’ın yapacağı söyleniyordu. Bütün kamuoyu buna iknâ olmuştu. Muhâlefet kamuoyu da buna iknâ olmuştu. AKP’nin bir kısmı da bunun bayağı propagandasını yapıyordu. Hattâ AKP’nin içerisinden ismini açıklamayan birtakım kişiler, “Bu artık sırtımızda yük. Bu yükten kurtulmamız lâzım ve görürsünüz bakın, kurtulacağız. Erdoğan bunun hazırlıklarını yapıyor” diyordu. Buna herkes iknâ olmuştu.
Fakat şu anda problem, Erdoğan’ın oldukça hevessiz ya da çok heyecanlanmamış görünmesine neden olan başka bir mesele var bence. Şimdi, “İktidar ayrı, hükûmet ayrı, devlet ayrı” tartışmasını, devlet teorisini, egemen blok tartışmalarını, iktidar hegemonyasının iç bileşimini filan tartışmayacağım. Ama şu kadarını söyleyeyim: Şimdi çok açık biçimde, 2015’ten sonra daha açık ve bâriz, ama her zaman devlet içerisinde çeşitli kanatların birbiriyle rekabet ve mücâdele içerisinde olduğu, olmasının da fıtratı gereği olduğunu biliyoruz. Biraz önce hatırlattığın gibi, yakın geçmişte, sürekli olarak Erdoğan’ın pozisyonuyla Bahçeli’nin pozisyonu yine bir gerilim pozisyonu olarak târif ediliyordu. Ama tam farklı işlevlerle târif ediliyordu. Şimdi Bahçeli’nin yaptığı bu hamleyi, ister bunu “Erdoğan’ı kurtarmak için yaptı” diye yorumlayalım, isterseniz düşünmeye değer olduğunu düşündüğüm, “Erdoğan’ı sıkıştırmak için” yaptığını düşünelim, çok değişmeyecek bir sonuç var. O da bu iktidar içerisindeki hâkim blok mücâdelesiyle ilgisi.
Bahçeli çok yakın bir geçmişte, neredeyse hiç giremeyeceği ve sıfır manevra alanı olacak bir alana kurucu siyâset ve gündem kurucusu olarak dâhil oldu ve bu alanı Erdoğan’a açtı ya da Erdoğan’a, inandırıcılığını telâfî edecek biçimde bu alanda hareket imkânı sağladı. Ama çok daha önemli bir şeyi sağladı: Eğer açılım yapılacaksa, bunun da onay mercii olarak kendisini pozisyonlamış oldu. Hattâ aktörleri târif ederek yaptı bu “açılım” dediğiniz şeyi. Ben “açılım” kavramını kullanmayı, açılımın pozitif çağrışımı yüzünden reddediyorum. “Bahçeli’nin Öcalan çıkışı” çok daha anlamlı ve nötr bir şey.
Ruşen Çakır: Ama şimdi editoryal tartışma yapmayalım Kemal.
Kemal Can: Şunu anlatmaya çalışıyorum: Bahçeli’nin burada yaptığı şey, Erdoğan’a bir manevra alanı açmaktan öte, kendisi için hiç mümkün olmadığı iddia edilen bir alana girip, oranın belirleyici ve gündem kuran aktörü hâline gelmek. Üstelik de Erdoğan’ın oradaki manevra sınırlarını da belirleyecek rolü kaybetmeden bunu yapmak gibi bir pozisyon kazandı. Bu, Erdoğan’ı çok mutlu edecek bir şey değil. Ben pek böyle düşünmüyorum. Tamam, bu büyük bir gerilim ve bir çatlak meselesi değil; ama bir hegemonya mücâdelesinin parçası ve bence hem iktidar medyasının kısmî hevessizliği hem Erdoğan’ın heyecansızlığı, biraz bununla ilgili. En azından bu tarafının bir önemi, bir ağırlığı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu hamlenin sonrasında hâdisenin çok hızlı gelişmesi ve bu hızlı gelişme içerisinde en belirleyici aktör olabilecek Erdoğan’ın denklemde hâlâ çok fazla belirleyici bir rol edinememesi, bence hiç de mutlu olacağı bir şey değil.
Ruşen Çakır: Son olarak Öcalan’ın açıklamasını konuşalım. Ne demişti Öcalan? “Koşullar oluşursa, bu süreci çatışma ve şiddet zemininden, hukukî ve siyâsî zemine çekecek teorik ve pratik güce sâhibim” açıklamasını yaptı. Bakıyoruz: Bahçeli, Erdoğan, Kandil, KCK, Selahattin Demirtaş… bunların hepsi Öcalan’ın bu işin merkezinde olmasını kabul ediyor; hattâ kabul etmenin ötesinde, istiyor. PKK açıklamalarında da KCK açıklamalarında da, Selahattin Demirtaş’ın saldırının ardından yaptığı açıklamada bir kez daha –ki daha önce de yapmıştı–, DEM Parti aynı şekilde, Öcalan da, Bahçeli ve Erdoğan da bunu söyledi. Bu durumda, her şey kolay mı Kadri?
Kadri Gürsel: Her şey kolay değil. Bir de o konuya girmeden, Bahçeli’nin iktidâra destek vermek dışında siyâsî mevkiinin ve sorumluluğunun olmadığını, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nde bakanlığının olmadığını, Bahçeli’nin sâdece ve sâdece MHP Genel Başkanı olduğunu, dolayısıyla buna ister “açılım” deyin ister “süreç” ister “Kürt sorunu”” deyin ister “Güneydoğu sorunu”, adına ne derseniz deyin, bu konuda bir şeyler yapılacaksa, hani o çok kullanılan ifâdeyle: “Cumhurbaşkanımızın tâlîmatları doğrultusunda…” o çerçevede yapılacak ve bunu, tek ve en yüksek sorumlu olarak Erdoğan yapacak ve yaptıracak. Dolayısıyla bu işin Bahçeli’nin üzerine kalması aslında gerçekten ustaca bir manevra. “Bahçeli açılımı” derken de, objektif olarak yani olumsuzlamak da açıkçası Bahçeli açısından haksızlık olur diye düşünüyorum; o yüzden çok sorumlu bir ifâde değil. Ama semantik tartışmalara da girip vakit kaybetmeyelim.
Öcalan konusuna gelelim. Öcalan, Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda iktidârın, Ankara’nın yerli siyâsî sermâyesi. Ama bu yerli siyâsî sermâyeyi o kadar hoyratça ve özensiz kullandı ki iktidar, sonunda bu siyâsî sermâyenin aslında bir özne olmaktan çok, bir yansıma, bir sûret, bir sembol olma hâlini devam ettirmek uğruna, kendisinden istenilen ve gönül indirebileceği her türlü öneriyi tasdik makamı olarak temâyüz ettiğini demeyeceğim, o noktaya gerilediğini görebiliriz. Yeni bir İmralı süreci imkânsızdır. 2012’de değiliz. O süreç 2013’te, Nevruz’da mesajının okunmasıyla başladı, 6 ay sonra da güven artırıcı önlemler çerçevesinde, Ankara’nın hiçbir adım atmadığını ileri süren PKK tarafından, Türkiye’den silâhlı unsurlarının geri çekilmesini durdurduklarını açıklamasıyla bitti. O kadar. Aslında o “süreç” dediğimiz şey, fiilen 6 aydır. Onun dışında, devâmında da tamâmen iç siyâsî beklentiler ve iki tarafın da menfaat mülâhazaları doğrultusunda devam etti.
Kandil açısından baktığımız zaman, Kandil bugün artık Amerika Birleşik Devletleri’nin, Washington’un Merkez Komutanlığı vesâyeti altında olan bir yapı. Öcalan, ancak ve ancak akıllı davranırsa, bir pazarlık olacaksa, o pazarlığın parametreleri dâhilinde Kandil’den gelecek olan bâzı önerileri ve kendisine Ankara tarafından, iktidar tarafından istihbârat kanalıyla –artık kimle muhâtap oluyorsa İmralı’da–, onlar tarafından verilen birtakım tavsiyeleri kendi kafasında tartabilir, değerlendirebilir. PKK’nın kurucu lideri PKK’nın sembolik, târihsel figürü olma vasfını etkisizleştirmeden nasıl bu işin içinden çıkabileceğine kendisi karar verir. Netîcede biz bunu gördük: 2019 yerel seçimlerinde, seçmene boykot çağrısı yaptığı mektubu okundu ve Kürt seçmen Öcalan’ı dinlemedi. Öcalan yine dinlenmez. Sâhadaki realiteye çok aykırı bir şey söylerse ya da sâdece ve sâdece muhâtap olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafının söylediklerini, ondan istediklerini söylerse, Öcalan yine dinlenmeyecektir. Bu mânâda, Öcalan’ın baskın bir irâde koymasının artık zor olduğunu düşünüyorum. Ancak Kandil’in, KCK’nın isteyeceği şeylerin kendi târihleri önünde, kendi kamuoyu önünde o şeyler Öcalan’ın ağzından çıkınca sanki meşrûlaşacakmış gibi bir beklenti ve yaklaşım olabilir. Ama hepsi bu kadardır. Ben teoride ve pratikte Öcalan’ın bu süreçte başat rol oynayabileceği kanaatinde değilim. Geçmişte oynatılmak istendi, çünkü Suriye’deki durum değişikliği nedeniyle Kürt sorununun yönetimi elden kaçmak üzereydi. 2012’de, Suriye’nin Kuzey Türkiye sınırından çekilmesi sonucunda, PKK’nın o boşluğu doldurması üzerine –ki aynı zamanda dış dinamiği de bu 2012’de başlayan hâdise oluşturuyor– yerli bir siyâsî sermâyeye sâhip olduğu Ankara’nın aklına geldi. 2009’daki ilk açılımda ise İmralı tamâmen dışlandı.
Aradan geçen bunca zamandan sonra, dünya çok değişti, şartlar çok değişti, bölge değişti. Öcalan, bu mânevî konumunu sürdürmek istiyorsa, bakacaktır değerlendirecektir, tartacaktır. Neye “Evet” diyebileceğine, neyin içine girip neyin dışında kalacağına kendisi karar verecektir. Ama konjonktür Öcalan’a sâdece kendi şartlarını dayatır. Öcalan konjonktüre kendi şartlarını dayatamaz.
Ruşen Çakır: Evet Kemal Bey, programı seninle noktalayalım. Aslında tek başına bir Öcalan yayını yapsak kıran kırana, çok iyi olur diye düşünüyorum.
Kadri Gürsel: Bu “kıran kırana” lâfını etme, bir daha söyleme, sonu kötü oluyor.
Ruşen Çakır: Tamam, geri alıyorum. Ama zevkli bir Öcalan yayını yapalım istiyorum.
Kadri Gürsel: Yani şunun için söyledim, o “kıran kırana” lâfı bana eski anaakımdaki günleri hatırlatıyor.
Kemal Can: Evet, fazla hatırlatıyor.
Ruşen Çakır: Kemal Bey, siz ne diyorsunuz? Öcalan her şeyi çözer mi?
Kemal Can: Ben de şunu söyleyeyim: Ruşen, tartışmanın iyi, sataşmanın verimsiz olduğu ana akım tarzına, bir yayın sâhibi olarak hevesleniyor olabilir, ama ben onun pek uygun aktörü değilim. Zâten Kadri de istemediğini söyledi. Neyse, konuya dönelim. Öcalan, iktidar tarafından da Kürt siyâseti açısından da şöyle bir fonksiyon icrâ edebilir diye düşünüyorum: İki taraf açısından da Bahçeli’nin açtığı bir sürecin Bahçeli’nin peşine takılarak yürütülmesi kolay değil. Hem ideolojik ve siyâsî farklılıklar açısından, hem yakın dönemdeki hâfıza açısından bu oldukça zor bir şey. Öcalan’ın buradaki rolü –ki hem KCK’nın hem Demirtaş’ın açıklamasında olan şey: “Eğer Öcalan bu konuda inisiyatif alırsa biz onun arkasında yer alırız” — o da aslında şöyle bir açılımı içeriyor: “Biz Bahçeli’nin peşine takılmak yerine, mâkul biçimde hem kendi kamuoyumuzu iknâ etmek için hem de kendimizi daha iyi hissetmek için ‘Öcalan’ın açtığı hattan yürüyoruz’ deme rahatlığında oluruz.” Böyle bir kolaylaştırıcılık sağlayabilir. Bu, iç dinamik açısından çok belirleyici bir durum olabilir. Dış dinamikler açısından Kandil’in başka denklemlerin içinde yer alıyor olması elbette bir sürü farklı parametreyi devreye sokuyor. Ama ben bu sürecin, Bahçeli’nin açtığı hattın, daha çok iç dinamiklere dâir olduğu kanaatindeyim. İç dinamiklerin ağırlığının çok daha belirleyici olduğu düşüncesindeyim.
Dolayısıyla buradaki aktörlerin iç politikayı etkileme kapasiteleri bence çok önemli. Zâten dış politikayla ilgili şeyleri yönetebilmeleri ya da o kapasiteye sâhip olmaları çok daha zor. Çünkü çok daha fazla ve çok daha zorlu aktörler söz konusu orada. Dolayısıyla bu sürece katılacak aktörler de pozisyon arayışında. Ya pozisyon değiştiriyor ya pozisyon alıyor. Yani burada iç dinamikleri belirleme kapasitesi ya da buradaki kolaylaştırıcılık önemli bir fonksiyon olabilir. Öcalan bu anlamda önemli bir figür hâline gelebilir. Çünkü “Öcalan söyledi” demenin yarattığı, “Öcalan devrede” demenin rahatlığı ya da “Öcalan’ın işâret ettiği şey” demenin rahatlığı hem parti anlamındaki siyâsî yapı açısından hem tek tek aktörler açısından ya da bütün olarak seçmen bloku açısından bir etki yaratabilir.
Bunun tersinde de şöyle bir şey var — bu, özellikle Bahçeli’nin açıklamasındaki aktör işâretlerinde kendisini gösteren bir şey zâten: Daha önceki Çözüm Süreci’nin lafzı, “Ancak çatışan taraflar barışır” ya da “Savaşanlar barışır” gibi bir önermeden yola çıkarak, Kandil’in belirleyici olduğu, Kandil’in pazarlık yapılan taraf olduğu bir denklem kurgulanıyordu. Şimdi, bir çatışmasızlığı yaratmak üzerine kurgulanmış bir şey yok. İlk başa dönersek, TUSAŞ saldırısı tekrar öyle bir denklem yaratma iddiasının da bir hamlesi aslında. Ama şu anda Kürt meselesi bir barış meselesi değil. Ya da çatışan tarafların çatışmasızlık durumuna geçmesiyle ilgili bir mesele değil. Daha toplumsal ve siyâsal dinamiklerle ilgili bir süreç. Dolayısıyla burada Kandil’in bir tür devreden çıktığı, Öcalan’ın, 25 yıllık hapsi dolayısıyla fiilî olarak örgütün başında bulunmayışı nedeniyle, çatışan taraf olmaktan çıkmış bir aktör olarak, çeşitli taraftarları iknâ kabiliyeti olan bir enstrüman gibi kurgulanması, iktidârın, devletin ve Devlet Bahçeli’nin kullanmalarını meşrûlaştırma imkânı veriyor.
Hatırlarsanız, daha önceki mektup olayında da Bahçeli bu meşrûlaştırmayı gayet sühûletle karşılamıştı. Hattâ Öcalan’ın yaklaşımının çok isâbetli olduğunu söylemişti. Yani Bahçeli’nin Öcalan’ı bu anlamda kullanmaya onay vermesi yeni bir şey değil. Bahçeli için “U dönüşü” ya da iktidar için politika değişikliği anlamına gelen şeyi meşrûlaştırma veya bir sonuca varabilme ya da birilerini iknâ etmek için kullanılacak bir enstrüman olarak Öcalan’ı öne çıkartıyor. Bu iki tarafın da bir kolaylaştırıcı olarak rol biçmesi, Öcalan’ı fonksiyonel bir aktör hâline dönüştürebilir diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, burada noktayı koyalım. Bu konuyu daha çok konuşacağız gibi görünüyor. Bunu bir girizgâh kabul edelim. Belli ki, daha çok, Öcalan, Kandil, İmralı diye devam edeceğiz. Umarım yeni saldırılar olmaz ve sâkin bir şekilde bir şeyler gelişir. Ama burası Türkiye olduğu için her türlü kötü gelişmeye de hazırlıklı olmakta fayda var. Kadri Gürsel’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ederiz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.