Ahmet Ümit, yeni çıkan kitabını kitabını Ruşen Çakır’a anlattı. Ahmet Ümit, “Yırtıcı Kuşlar Zamanı”nda, Türkiye’nin yıllardır mustarip olduğu toplumsal hastalıkların röntgenini çekiyor.
“… alıştığımız ülke, alıştığımız İstanbul, alıştığımız hayat kayıp gidiyordu avuçlarımızın arasından…
Sokaklarda cirit atan uluslararası suç şebekeleri, onlarla fotoğraf çektirmekten utanmayan siyasiler, faili meçhulden faili meşhura evrimleşen cinayetler, ekonomik bozulmanın ve kolay para kazanma arzusunun hızlandırdığı ahlaki çürüme, liyakatsizliğin getirdiği kamusal ve kurumsal çöküş…
Yüzünde kan var Nevzat!
Başkomser Nevzat bu kez geçmişin hayaletleriyle mücadele ediyor. Ailesini katledenlerin peşinde maceradan maceraya koşarken, Nevzat ve ekibinin yaşadıkları olaylar bir 21. yüzyıl Türkiyesi portresi çiziyor.“
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Ahmet Ümit konuğum. “Kim bu Ahmet Ümit?” diye sormayacaksınız. Yırtıcı Kuşlar Zamanı (YKY, Ekim 2024) son romanı, “Bir Başkomser Nevzat kitabı”. Ahmet, tebrikler.
Ahmet Ümit: Teşekkür ederim, sağ ol.
Ruşen Çakır: Ben bir polisiye tutkunuyum, biliyorsun.
Ahmet Ümit: Evet, biliyorum.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Seni de ne zamandır okumadığımı fark ettim; ama bu çok iyi geldi, tebrik ediyorum. Öncelikle teşekkürler. Çok yoğunsun.
Ahmet Ümit: Evet.
Ruşen Çakır: Sürekli bir yerdesin.
Ahmet Ümit: Çok fazla, sürekli dolaşıyorum. Kitap çıkalı işte aşağı yukarı bir 40 gün falan oldu; ama bu 40 günde 20 falan etkinlik yaptım, yani iki günde bir etkinlik ve sâdece İstanbul değil ama, yani bütün Türkiye’de imzâlar, söyleşiler filan devam ediyor. Bunu da severek yapıyorum; yorucu ama çok seviyorum. Yani o okurla buluşmak, büyük katılımlar gerçekleşiyor ve bana inanılmaz iyi geliyor.
Ruşen Çakır: Biliyorum, bâzen fotoğraflar görüyorum, kuyruklar, kadınlı erkekli…
Ahmet Ümit: Her kesimden.
Ruşen Çakır: Değil mi?
Ahmet Ümit: Gördün mü onları? Her kesimden.
Ruşen Çakır: Şimdi ayrıca soracağım da… Eğer sakıncası yoksa, meselâ bu kitap kaç bin satıyor?
Ahmet Ümit: Bu kitap 300 bin basıldı, birinci baskı.
Ruşen Çakır: 300 bin.
Ahmet Ümit: Ama tabiî daha önce de öyle olmuştu zâten; bir önceki kitap da öyle. Beş kitaptır benim kitaplarım birinci baskı 300 bin olarak basıyor.
Ruşen Çakır: Satıyor mu?
Ahmet Ümit: Tabiî satıyor, onlar 500 bine ulaşıyor tabiî.
Ruşen Çakır: Sen bayağı zengin oldun.
Ahmet Ümit: Oldum. Türkiye’de yazarak hayâtını kazanan yazarlardan biriyim ben.
Ruşen Çakır: Darısı bizim Müge’nin başına.
Ahmet Ümit: İnşallah, Müge’nin başına. Aynen.
Ruşen Çakır: Şimdi, “Her kesimden insan var” dedin. Bunu biliyorum. Ama sen solcu birisin.
Ahmet Ümit: Öyleyim tabiî.
Ruşen Çakır: Ve bunu hiç gizlemiyorsun.
Ahmet Ümit: Hayır.
Ruşen Çakır: Attığın tweet’ler, aldığın pozisyonlar vs.. Peki meselâ polisiye böyle bir köprüyü kurabiliyor mu? Çünkü Türkiye kutuplaşmış bir ülke.
Ahmet Ümit: Doğru, doğru.
Ruşen Çakır: Yani “Bir solcunun yazdığı kitabı niye okuyayım?” demiyor mu?
Ahmet Ümit: Vallahi demiyorlar, çünkü çok seviyorlar, yani fan olmuşlar gerçekten. Sana ilginç bir şey anlatayım: Geçenlerde Antalya’daydım, galiba Alanya; bir kadın geldi, böyle başörtülü filan, vâiz kadın. “Örnekler veriyorum vaaz verirken” dedi — bu yani. Yine Üsküdar’da galiba, Üsküdar civârında bir câmi hocası gelmişti, “Büyük bir hayranlıkla okuyorum kitabınızı” dedi. Bir polis geldi, komiser yardımcısı, “Kar Kokusu romanınızı polis olarak derste okuyoruz biz” dedi. Yani bence iki şey var. Bir, polisiye tabiî; çünkü polisiye demek… bunun tutkunları iflâh olmaz. Sen de kendinden bilirsin. İkincisi de, yani bu romanlarda ideolojik olarak böyle kaba bir propaganda, kaba bir ideolojik yaklaşım yok. Bence asıl mesele o. Yani bu zâten edebiyata zarar veren bir şey, edebiyat dışı bir şeydir. Çünkü sonuçta elimizdeki eser…
Ruşen Çakır: Ama bayağı bir Türkiye tasvirleri var.
Ahmet Ümit: Bu kitap öyle, bu kitap öyle tabiî.
Ruşen Çakır: Bazı kişiler var, gözümün önüne geliyorlar. Hele bir avukat var ki…
Ahmet Ümit: Herkes, herkes onu söylüyor. “Ya, şu avukat!…” Ben dedim: Yani “Somut birini söyleyemem; ama sonuçta siz okuyorsunuz, kitabı tamamlayacak olan sizsiniz”.
Ruşen Çakır: Hemen anlıyor insan.
Ahmet Ümit: Yani kimi isterseniz o. Siyâsîler var, bakanlar var, fotoğraf çektirenler.
Ruşen Çakır: Gördüm, hepsini gördüm. Evet, şimdi Başkomiser Nevzat… Yani açıkçası şunu merak ediyorum: Sen tabiî yıllardır polisi yazdığın için ve polislerden de birtakım ilişkilerin var vs… böyle bir adam Türkiye’de var mı hakîkaten?
Ahmet Ümit: Mutlaka var. Kocaman, 100 binlik bir polis teşkîlâtından söz ediyoruz. Onun içerisinde şüphesiz ki böyle insanlar var. Hepsinin aynı kalıpta olduğunu söylemek mümkün değil. Şimdi iktidar değişse,… örneğin değişti iktidar, ne yapacak? Polis teşkîlâtı kalacak ve muhtemelen yeni gelen iktidar yeni bir yapılanmaya gidecek, oradaki bu insanları bulacak. Bence %100 var. Sen hatırlarsın, Pol-Der’i hatırlıyorsun değil mi?
Ruşen Çakır: Evet.
Ahmet Ümit: Pol-Der vardı. Beni de kaç kere kurtardılar. Bakırköy’de işkence yapıyorlardı bana, bir Pol-Derli polis gelip kurtardı. Yani mutlaka var ve onlar bâzen gelip söylüyorlar da bana; yani: “Ahmet abi…” filan diye söyleyip geçip gidiyorlar. Yani var. Olmaz mı? Mutlaka var. Çok zor tabiî; yani günümüz Türkiye’sinde vicdanlı polis olmak, bağımsız polis olmak dünyanın en zor şeyi. Elbette böyle. Yani baskı rejimlerinde böyle. Yani bütün otoriter yapılarda böyle.
Ruşen Çakır: Yozlaşmış polisler bu kitapta da özellikle var. Peki, bir de şunu soracağım tabiî: Şimdi artık bu tür, özellikle cinâyet masası gibi yerlerde teknoloji çok yerleşti. Burada da örneklerini görüyoruz. Bunları sen Türkiye deneyimlerini bilerek mi yazıyorsun? Yani Türkiye’de şu anda, arada sırada haberlerden falan bakıyoruz ki birtakım teknolojik, özellikle olay yeri inceleme falan gibi konularda Türkiye yakaladı mı çağı?
Ahmet Ümit: Yakaladı. Yani kriminalistik büro var, kriminoloji bürosu var. Oralara gittiğin zaman, orada bütün bu tekniklerin hepsini kullanıyorlar. Açıkçası hepsini çok yoğun bir şekilde kullanıyorlar. Ya, bence Türkiye’de polisin çözemeyeceği cinâyet yok. Eğer bir güç, bir baskı gücü, siyâsî iktidar ya da başka bir güç polise engel olmazsa, polis objektif çalışırsa, polisi engellemezlerse, kısıtlamazlarsa, polis bütün cinâyetleri çözer. Ama yani asıl engelleyici olan şey, polisin kendi vazîfesini yapmasına engel olmaları.
Ruşen Çakır: Şimdi meselâ çok basit bir olay yaşıyoruz: Narin olayı.
Ahmet Ümit: Tabiî.
Ruşen Çakır: Her şey alenen olmuş. Mahkeme sürüyor, bakıyorsun, zanlılar var. Sonuçta çocuk kendi kendine ölmüş gibi bir şey oluyor. Yani nasıl oluyor? Normalde Türk polisinin bu olayı…
Ahmet Ümit: Orada sorun şu: Jandarma var. Sıkıntı oradan kaynaklanıyor. Yani olay yeri inceleme, bütün raporların doğru tutulması, delillerin toplanması…
Ruşen Çakır: Ama takviye yollanmış.
Ahmet Ümit: Çok sonra ama, artık her şey… Yani düşünün, ceset artık parçalanmaya gelmiş… zavallı kızcağız, garibim. Bacağı kopmuş, ayağının kopmasından söz ediliyor. Neler yani! Bozulmanın derecesine bakın. Bu inanılmaz bir şey. Yani bu bütün delillerin karartılması anlamına geliyor aslında. Burada ihmal var. Yani olaya ilk kim müdâhale edecekse –ister jandarma ister polis–, ânında Olay Yeri İnceleme’nin gidip orayı tespit etmesi lâzım, neler olduğunu çıkartması lâzım. Bunlar geciktirilmiş ya da olmamış. Niye olmamış onu bilmiyorum; ama olmamış, peşi peşine gidilmemiş. Bir cinâyet haberi geldiği zaman ilk oraya Olay Yeri İnceleme gider; hemen her şeyi fotoğraflar, delilleri toplar, bir sınır çeker, bozulmasına izin vermez. Ama burada paramparça edilmiş, bütün deliller ortadan kaldırılmış.
Ruşen Çakır: Peki, şeylere baktığın zaman… meselâ orada annenin, amcanın, îtirafçı denen adamın söylediklerinde falan, hepsinde bir şeylik var, inandırıcı olmayan bir şey var.
Ahmet Ümit: Evet, var. Evet, çok müphem olaylar. Yani şimdi tabiî görülmekte olan bir dâvâ, çok akıl yürütmek doğru olmayabilir; ama dinlediğim kadarıyla ben hiçbirine iknâ olmadım. Yani ortaya çıkan senaryoya da iknâ olmadım. Hani, “Anneyle amca ilişkiye girerken kız gördü de bunun için öldürdü” filan diye bir senaryo var örneğin. Olabilir de, başka bir şey de olabilir. Onu bilmiyorum. Çok kolay söylüyorlar bunu çünkü, çok kolay anlatılıyor. Böyle bir senaryo bizim önümüze konuluyor. Bilemiyorum. Ama bunun nedeni şu dediğim gibi: Şimdi biz cinâyeti nasıl aydınlatırız, fâili meçhul cinâyeti? Bilimsel olarak kriminalistik diye bir bilim var. Kriminoloji de var. Kriminoloji sosyal boyutu; yani o köyü ele alacaksak: o köyde yaşananlar, o köydeki ahlâk yapısı, ekonomi, bunların hepsi kriminoloji oluyor. Kriminalistik ise asıl cinâyeti çözdüğümüz şey: parmak izi, ayak izi, DNA, sperm varsa sperm, eğer kamera varsa kamera, kan testi varsa kan testi. Bütün bunlar bizi katile götürür. Bunu incelememiz lâzım. Ama burada çok büyük bir ihmal yapılmış ya da ihmal görülmüş. Yani bilinçli de yapılmış olabilir, bilemiyorum; olabilir, olmayabilir. Ve geciktirilmiş; deliller ortadan kalkmış, zamanaşımına uğramış, maalesef ceset bozulmuş. Bozulduğu için de… Anlatır çünkü ölüler, maktuller, kurbanlar bize çok şey anlatır. Olay yeri bize çok şey anlatır, katil hakkında çok büyük ipuçları verir. Diğer yandan tabiî cinâyet nedeni de, o köyün yapısına baktığında ya da olaya baktığında ortaya çıkar. Kimin bu cinâyetten çıkarı var? Bu çocuğu niye öldürdüler? Belli ki çocuk bir şey gördü, bu belli yani. Biri bir şey görmüş ve bu gördüğü şey ne? Asıl problem bence bu. Bu gördüğü şey anlatılan mı?
Ruşen Çakır: Yani ne deniyor? Cinâyet nedeni.
Ahmet Ümit: Cinâyet nedeni. Hani denir ya? Katili bulamasak bile biz şuna bakarız: “Cinâyetten kimin çıkarı var?” Ya da “Bu cinâyeti işlemek için ne motivasyonu var?” deriz ya? Bütün hikâye o aslında.
Ruşen Çakır: Şimdi kitaba gelelim: Yırtıcı Kuşlar için önce dedim ki: “Ya, bu ne? Ne olacak?” falan. Sonra uyandım, izlemeyenler için şey vermeyelim.
Ahmet Ümit: Evet.
Ruşen Çakır: Ama şöyle bir şey var, ondan bahsetmekte bir sakınca yok. Şimdi burada Başkomiser Nevzat, bir olayı çözenin ötesinde, doğrudan… Yani genellikle şöyle olur: Birilerinin başına bir şey gelir, dedektifler falan da soruşturur, soruştururken kendisine de bir şeyler olabilir belki, ama ötekisini şey yapar. Ama burada doğrudan kendisinin muhâtap alındığı bir suçtan bahsediyor.
Ahmet Ümit: Öyle. Aynen öyle. Şimdi aslında bu Nevzat’ın… Benim 26 kitabım var, 8 tâne de Nevzat kitabım var. 26 kitabın sâdece 8 tanesi Nevzat kitabı. Bu 8 kitabın 3 tânesi hikâye, 5 tânesi roman. Nevzat’ın geçmişte başından geçen bir olay var. Kavim (YKY, ilk baskı Ekim 2019), ilk Nevzat romanında yazdım: Karısıyla kızının, tıpkı Uğur Mumcu gibi, kendisi için konulan bir bombayla kazâra karısıyla kızının ölmesi meselesi. Evet, bu roman bir yandan günümüz Türkiye’sini birebir anlatırken –yani panoramik olarak, büyük bir resim olarak–, diğer yandan da 7 yıl önce Nevzat’ın arabasına konulan bombanın fâillerinin de açığa çıkmasını sağlıyor. Dolayısıyla önceki romanlarımda, tam da söylediğin gibi, Nevzat’a bir anons gelir: “Beyoğlu’nda bir cinâyet var”. Oraya gider. Veyâhut: “Bakırköy’de bir cinâyet var”. Bunları çözerdi. Bunları çözerken de başına bir şeyler gelebilir. Burada entrikanın tam merkezinde Nevzat var, bizzat kendisi var. Komplo onun; merkezinde Nevzat var ve öyle ki hattâ bir ara şey diyor: “Ulan, ben bu adamları öldürmüş olabilir miyim?” zannına bile kapılıyor. O kadar, o kadar yani.
Ruşen Çakır: O özellikle şey hikâyesi… Neyse, şimdi bir şey var, spoiler vermemek için yayından sonra soracağım, merak ettiğim bir şey var. Bir diğer husus da, polisiye okuyanlar bilir, polisiye tutkunları bilir; tabiî genellikle bir dedektif üzerinden gidiyor da, bir ana kahraman üzerinden gidiyor da, bâzı kitaplarda entrikayı bekleriz, yani entrika vardır, üstü kapalıdır. Meselâ “Kötü adam ya da kötü insan kim?” Bunu sonunda görürüz. Bâzı polisiyelerde ise kötü de bellidir, iyi de bellidir. Ama olayın nasıl gelişeceğini merak ederiz. Buradaki olayda sanki ikisi birden var.
Ahmet Ümit: Evet, evet.
Ruşen Çakır: Hem kötünün kim olacağını merak ediyoruz, hem de olayın nasıl gelişeceğini merak ediyoruz.
Ahmet Ümit: Aynen öyle. Ama artık şöyle olması gerekiyor bence: Yani şimdi bir polisiye düşün: Morgue Sokağı Cinâyeti 1841 yılında yazıldı. O günden bu yana şahâne polisiyeler yazıldı. İşte, Arthur Conan Doyle Sherlock Holmes’u yazdı, Agatha Christie yazdı; yani inanılmaz karakterler yaratıldı bugüne kadar. Tabiî değişiyor ve polisiye roman da değişmeye başladı. Özellikle 68 hareketinden sonra, polisiye roman toplumsal romanın yerini aldı. Yani Fransa’da, İspanya’da solcular, anarşistler, rejim karşıtları polisiye romanlar yazmaya başladı.
Ruşen Çakır: Çok güzel şeyler okudum öyle.
Ahmet Ümit: Evet, evet, yani muhteşem. Neçayev Dönüyor filan vardır, Jorge Semprun’un. Şimdi aslında polis romanının biraz da özelliği bu artık. Yani katil kim? Evet, bu tabiî bir merak unsuru ve kalacak; ama asıl mesele suç. O suç, toplumun DNA’sına dönüşmüş durumda. Yani suçu ele aldığımız zaman… Şimdi sen; senin işin polisiye şey çözmek değil, ama seni dinliyorum ve anlattığın şeylerin büyük bölümü, gizem ve suçla ilgili şeyleri konuşuyoruz biz burada. Bir açılım var: “Açılım var mı yok mu?” meselâ bunu konuşuyoruz. Hep böyle bir entrika. İşte, Narin meselesinde yine bir suçu konuşuyoruz. İşte, TUSAŞ’ta patlama oluyor. Bu neyle ilgili? Kim yaptı? Niye yaptılar? Günlerce biz bunları konuşuyoruz. Aslında hayâtın içinde olan bir şeyden söz ediyoruz. Dolayısıyla polisiye romanda artık, “Suçlu kim?”den öte, bu suçun toplumsal temelleri, psikolojik temelleri, hattâ ekonomik temelleri… bütün bunları anlatmak zorunda. Ve tabiî esas olarak da yine geleceğimiz yer şudur — edebiyâtın asıl meselesi: İnsan rûhu. İnsanı anlatmak. O yüzden: Kim? Yani Nevzat da yapmış olabilir mi? Ve yazar belki neyi savunuyor? Yazar acaba hukuka, mevcut hukuka inanmıyor da kısasa kısas hukukuna mı döndü? Yani Nevzat kendi intikamını silâhıyla kendi mi alacak? “Hukuku bir yana bırakıp alacak” gibi tartışmaları da ben yaptırmak zorundayım, düşündürtmek zorundayım.
Ruşen Çakır: Evet, onların hepsi var. Helâl olsun yani o anlamda. Ana karakter var, bir de yan karakterler var. Daha önceki kitapların bâzılarını okumadığım için tam şimdi emin değilim, ama bayağı bir insan var: yardımcıları, âmiri…
Ahmet Ümit: Ali, Zeynep hep var. Evgenia hep var. Onlar başından beri var, Kavim’den beri var.
Ruşen Çakır: Âmiri, o arkadaşı olan…
Ahmet Ümit: O değişiyor. Sabri arada girip çıkıyor. Onu sonra kullanacağım; çünkü Sabri çok elverişli bir karakter. Daha sonraki romanlarda kullanacağım Sabri’yi.
Ruşen Çakır: Peki, bunları yaparken herhangi bir gerçek kişiden –bu çok soruluyordur herhalde sana–, gerçek kişiden esinlendiğin oluyor mu?
Ahmet Ümit: Nevzat karakterini üç farklı kişiden etkilenerek yarattım. Birincisi Cevat Yurdakul. Sen bilirsin, Adana Emniyet Müdürü’dür.
Ruşen Çakır: Biliyorum.
Ahmet Ümit: Sağcı teröristler tarafından öldürülmüştü 1978 yılında, Pol-Derli’ydi. Gerçek kişilik bu. Âilesiyle de tanıştık, gelip bana teşekkür ettiler bunu anlattığım için filan. Diğer ikisi film karakteri. Bir tânesi, Âtıf Abi’nin, rahmetli Âtıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’da Sadri Alışık karakteri var: Haşmet İbriktaroğlu.
Ruşen Çakır: Biliyorum, hakîkaten benziyor.
Ahmet Ümit: Değil mi?
Ruşen Çakır: Evet.
Ahmet Ümit: Diğeri de Muhsin Bey, Şener Abi’nin canlandırdığı. Çünkü Nevzat demek, İstanbul demek; yani eski İstanbullu. O nedenle, yani bu üç karakter, bir gerçek karakter, iki film karakterinden esinlenerek Nevzat’ı yarattım; ama çok sevildi Nevzat, inanılmaz sevildi. Meselâ şöyle oluyor; ben bu okur buluşmalarına gidiyorum ve bana okurlar soruyor: “Yeni ne yazacaksınız?” filan. “Nevzat” dediğim zaman yıkılıyor ortalık, yani çok garip bir şey. Bir sürü romanım var benim. 8 kitabım Nevzat’la ilgili. Yani diğer 26 kitabın 16 tânesi… 16 mı oluyor? 16 oluyor. 16 tâne de başka kitaplar yani, bambaşka kitaplar. Ama Nevzat nedense çok seviliyor.
Ruşen Çakır: 18 oluyor, matematiği kaçırdın.
Ahmet Ümit: 18 ha? 18, doğru, doğru.
Ruşen Çakır: Peki, demin, “Nevzat deyince insanlar çok heyecanlanıyor” falan dedin. Sen şimdi imzâ atıyorsun, insanlarla sohbet ediyorsun, bâzen konferans gibi şeyler yapıyorsun falan. Soru-cevap oluyor. Daha çok neyi merak ediyorlar?
Ahmet Ümit: Ya, aslında artık bunu âileden biri gibi görmeye başlamışlar. Meselâ bana diyorlar ki: “Ali ile Zeynep var ya; bunlar ne zaman evlenecek?” Ya, artık âile gibi görmüşler, tamam mı? Önce şunu merak ediyorlardı, bu romana kadar: “Nevzat karısıyla kızının katillerini bulacak mı?” Çünkü ben Nevzat’ı şöyle yarattım: Yani bu bir… “Halkın polisi” denen bir şey varsa, bu. Şey kapanmadan önce, Gölbaşı’ndaki Polis Akademisi var ya; o kapanmadan önce beni oraya konferansa çağırdılar. Yıllar önce konferansa gittim, polislere. Ve orada bir polis sordu bana, dedi ki: “Yani bu Başkomiser Nevzat’ı niye yazdınız?” dedi. “Sizin için yazdım” dedim. “Nasıl yani?” dedi. Dedim ki: “Bak, polis haftası yapıyorsunuz ya?” “Evet.” “ ‘Halkın Polisi’ yazıyorsunuz. Yani kucağınıza çocuğu alıyorsunuz, kadınları kurtarıyorsunuz, kahramansınız.” “Evet.” “Gerçekten halkın polisi olmak istiyorsanız, Nevzat gibi olmanız lâzım” dedim. “Başkomiser Nevzat, benim Emniyet Müdürlüğü’ne önerimdir. Yani size önerim, bunun gibi olun” dedim. Yani böyle acâyip sorular, çok enteresan sorular geliyor ve tabiî polisler çok okuyor Nevzat’ı. Ben yolda giderken, çevirmede falan görüyorlar beni: “Başkomiserim, geçin” filan diyorlar. Ciddî söylüyorum ya! Bir kere, bak, bu şeyi anlatayım: Urfa’ya gidiyoruz, imzâya gidiyoruz, girdik böyle şehre. Urfa’ya gittin değil mi? Bilirsin. Urfa’ya böyle girerken, arkadan bir tâne özel harekât şeyleri vardır ya; ne onlar? Zırhlı araçlar yani, zırhlı araçlar…
Ruşen Çakır: Kirpi mi diyorlar? Ne diyorlar?…
Ahmet Ümit: Onlardan bir tâne, böyle devâsâ… Benim yanımdaki arabayı kullanan arkadaş, “Ahmet, deminden beri bu arkamızda bir şey var, araç var, bizi tâkip ediyor” dedi. “Ne aracı?” “Bak bu” dedi. Döndüm, baktım, gerçekten geliyor. Dedim: “Boş ver, yani yola gidelim, biz giriyoruz şehre”. Ama biraz sonra gerçekten geçti araç ve önümüze kırdı, durdurdu bizi. Durduk. Biri indi böyle, emniyet müdürü ya da başkomiser, bilmiyorum, böyle yıldızlar falan var. Geldi filan. Dedim: “Ha, herhalde bir şey sormaya geldi”. “Hoş geldiniz Başkomiser Nevzatım” dedi. Vallahi billahi ya! “Size yol gösterelim, buyurun” filan. Bunlar var. İnanılmaz bir şekilde, herkesin okuduğu bir şey. Yani dediğim gibi, biraz önce konuştuğumuz gibi, bir kere polisiye inanılmaz bir şey. Yani polisiye edebiyat bence ölümsüz edebiyat. Yani herkesi yakalayan bir şey. Okur aktif düşünmeye başlıyor, cinâyet çözüyor. Bir de polisler için, içinde yaşadıkları olay aslında. Bak, sen de ben de yaşadık, 12 Eylül’ü yaşadık. 12 Eylül’de Kenan Evren’e hiçbir şey olmadı; ama bir sürü polis işkenceden dolayı hapse girdi. Yani girmesi de gerekir, ayrı konu. Ama en çok zarârı aslında polisler ve askerler görüyor bu tür antidemokratik rejimlerde. Günün sonunda baştakiler kendilerini kurtarıyorlar, yırtıyorlar; ama yargılanacak olanlar onlar, yargılanırsa onlar yargılanıyorlar. Onlar için de en doğru olan şey, hukuka bağlılık, demokratik rejim, polisler için de. Senin, benim gibi, onlara da lâzım bu.
Ruşen Çakır: Peki şeyi soracağım — tabiî yıllar önce bir kitap yazarken, bana da gazetecilerle ilgili şeyler sormuş olduğundan da biliyorum, nasıl çalıştığını biliyorum…
Ahmet Ümit: Kukla (YKY, ilk baskı Aralık 2019), evet.
Ruşen Çakır: Meselâ burada şu anda… diğer kitaplarda da böyle, mesela bir tâne antik çağda geçen roman da vardı.
Ahmet Ümit: Evet vardı, doğru.
Ruşen Çakır: Bayağı bir okuyorsun, ediyorsun. Şimdi meselâ burada görüyorum: Yabancı mafya. Şimdi Türkiye’nin son dönem şeyi. Türkiye’deki yabancı mafya ile ilgili, Google’a girip bilmem ne yapıp mı… onunla mı yetiyorsun? Yoksa…
Ahmet Ümit: Yok, konuşuyorum insanlarla. Meselâ Mersin’e gittim, Mersin Limanı’na. Mersin’de savcılar vardı; bu uyuşturucu meselesini gerçekten onlarla konuştum. Bağlantılar oluyor, o insanlarla konuşuyorum. Ama sâdece bu değil. O söylediğin arkeoloji romanında çok ilginç bir şey oldu. Berlin’de geçiyor roman ve işte, Pergamon Müzesi var Berlin’de, görmüşsündür, orayı anlatıyorum. O kitaptan dolayı Alman Arkeoloji Enstitüsü beni arkeolog seçti, kendi üyesi olarak kabul etti. Ciddî söylüyorum. Ya, Almanları bilirsin, yani çok titizdirler. Hayatta yani böyle bir şey yapmazlar. Daha önce de tabiî, Türk Eski Çağ Enstitüsü beni seçmişti. Patasana (YKY, ilk baskı Ekim 2019) diye bir roman yazmıştım.
Ruşen Çakır: Biliyorum. Onu okudum.
Ahmet Ümit: Ben bunlara çok çalışıyorum Ruşen, inanılmaz çalışıyorum. Çalışma nedenim de şu: Yani şey için değil, sâdece roman için değil; öğrenmek istiyorum. Meselâ İttihat ve Terakkî’yi çok merak ediyordum ben. Bunu en iyi öğrenmenin yolu, romanını yazmak. Oturdum, Elveda Güzel Vatanım’ı (ilk baskı, Nisan 2020) yazdım. Ama gittim gerçekten, bütün Selânik, Ohri… her yeri dolaştım, adım adım… Manastır…
Ruşen Çakır: Oralara gittin.
Ahmet Ümit: Tabiî. Atatürk’ün evi, ondan sonra Resneli Niyazi’nin konağına kadar, Resne’ye kadar, Paris’e kadar gittim. Meşveret dergisinin çıktığı –Bonaparte 21’di galiba–gittim oraya. Duruyor, binâ duruyor. Ahmet Ziya’nın çıkardığı dergi var o zaman. Bunların hepsini geziyorum ve okuyorum. Tabiî bu çok keyifli bir şey. 64 yaşındayım şimdi ben, bundan daha güzel bir şey olamaz. Ya, okurlarım kitaplarımı okuyorlar ve bana diyorlar ki: “Sen bize roman yaz, başka bir iş yapma” diyorlar. Ben de gidiyorum, geziyorum; 2 yıl 3 yıl bunun üzerine çalışıyorum, akademisyenlerle görüşüyorum, uzmanlarla görüşüyorum, sonunda bir roman çıkıyor ortaya, muhteşem.
Ruşen Çakır: Peki şimdi ne öğrenmeye başladın? Şu anda neyi taktın kafaya?
Ahmet Ümit: Roma. Roma dönemi.
Ruşen Çakır: Roma dönemi.
Ahmet Ümit: Roma’yı anlatacağım şimdi. Bir antik kent var, onun ismini vermeyeyim. Türkiye’de bir antik kentten yola çıkarak, muhteşem bir şey… Sezar’ın ölümünden sonra Augustus işbaşına geldi ve Roma bir devletten imparatorluğa dönüştü. Ama aynı zamanda o sırada Roma, Anadolu’ya da gelmişti. Yani henüz Doğu Roma yoktu elbette; ama bayağı yaygın bir şekilde burada Anadolu’da kentler oluşmaya başladı, çok görkemli kentler.
Ruşen Çakır: Orada bir entrika mı olacak?
Ahmet Ümit: Evet, evet. Entrika ve güzel bir aşk hikâyesi. Ama günümüzde geçiyor hikâye ve bir anlamda geride geçiyor. Târihî eser kaçakçılığı, cinâyetler filan, enteresan bir şey. Roma ve bu Anadolu’daki şehri, ikisini berâber anlatacağım. Başladım onu okumaya. Şimdi 2 ay sonra falan şu tam bitsin, biraz gidip Roma’da yaşayacağım.
Ruşen Çakır: Ama Nevzat devam edecek.
Ahmet Ümit: Nevzat… Şimdi Nevzat’ı biraz geriye çektik. İki roman sonra tekrar çağırırım göreve.
Ruşen Çakır: Peki o zaman, tabiî okuyucu taleplerini de göz önüne alarak bir nikâh vs. gibi şeyler de…
Ahmet Ümit: Yok. Evlilik aşkı öldürüyor ya! Yapmıyoruz onu.
Ruşen Çakır: Nasıl?
Ahmet Ümit: Evlilik aşkı öldürüyor, yapmıyoruz onu. Böylesi daha güzel. Şimdi bir de soruyorlar bak, sorulardan biri şu. Dedin ya; “Okur ne soruyor?” diye. Meselâ: “Nevzat yaşlanmıyor mu?” Yaşlanmıyor, çünkü ben Nevzat’ı şöyle düşündüm: Batman, Batman yaşlanmıyor ya; Red Kit yaşlanmıyor ya; onun gibi yaşlanmayacak Nevzat. Hep böyle, yani bunu böyle kabul edin, gerçek dışı olabilir ama hep böyle kalacak; yaşlanmayacak, emekli olmayacak. Belki entrika sonucu görevden alırlar, o başka. Tekrar göreve gelecek. Böyle bir Nevzat’ımız olacak.
Ruşen Çakır: Peki, Ahmet, yerli polisiye bayağı gelişti.
Ahmet Ümit: Çok gelişti, muhteşem.
Ruşen Çakır: Nasıl görüyorsun?
Ahmet Ümit: Çok iyi görüyorum. Şimdi onların bir derneği de oluştu, çok genç arkadaşlar var, çok yetenekli arkadaşlar var. Eskiden, meselâ 1996 yılında ben Sis ve Gece’yi (YKY, ilk baskı 2019) yazdım. O zaman Osman Aysu vardı, sonra rahmetli Celil Oker geldi. Yani üç kişi vardık biz. Ama şu anda Türkiye’de 100’ün üzerinde, belki 200-300’e yakın polisiye yazan çocuklar var.
Ruşen Çakır: Osman Bey hâlâ yazıyor mu?
Ahmet Ümit: Çok yaşlandı, çok yaşlandı.
Ruşen Çakır: Celil Bey benim çok iyi bir dostumdu, Allah rahmet eylesin.
Ahmet Ümit: Benim de çok iyi bir dostumdu, ben de çok severdim.
Ruşen Çakır: Çok iyi bir adamdı yani. Onun kahramanı neydi?
Ahmet Ümit: Remzi Ünal.
Ruşen Çakır: Evet, değil mi?
Ahmet Ümit: Evet, çok iyiydi o da, çok çok iyiydi.
Ruşen Çakır: Evet, gençler de var, kadınlar da var.
Ahmet Ümit: Kadınlar yazıyor, çok umut verici. Yani şimdi tek tek isim verirsem ayıp olur; hepsi arkadaşım, ama gerçekten çok yetenekli çocuklar var, buradan da belki duyuralım. Şimdi şöyle oluyor, hep bu var: Batılı bir yazar yazıyor polisiye ve bunun, aman, atlıyorlar üzerine. Meselâ özellikle Kuzey Avrupa’da bir polisiye yazıldığı zaman, herkes, “Aman çok iyi, çok iyi…”
Ruşen Çakır: Evet, evet.
Ahmet Ümit: Ya, şu çocuklara bir şans verin ya! Bizim Türkçe yazan gençlere bir şans verin yani. Gerçekten okuyun onları. Türkçe yazan çok çok kıymetli yazarlarımız var. Onlara da bir şans verin.
Ruşen Çakır: Kuzey Avrupa, evet, değil mi? Norveç falan bayağı bir şey oldu.
Ahmet Ümit: Tabiî, ya tabiî. Ya, bir kere Avrupalı olmanın getirdiği bir şey var, ünlenme hikâyesi var yani. O Stieg Larsson’ın kitabı güzel, o üçlemesi çok güzel. Henning Mankell var, bilirsin. Mankell de çok iyidir ve çok düzgün yazarlardır.
Ruşen Çakır: Ben çok okudum onları, evet.
Ahmet Ümit: Çok iyi yazarlardır.
Ruşen Çakır: Ama ne zamandır pek yok.
Ahmet Ümit: Öldü. Mankell öldü. Stieg Larsson intihar etti sonunda. Gazeteci zâten o.
Ruşen Çakır: Onu bilmiyordum.
Ahmet Ümit: En iyileri onlardı yani. En popüler olanları…
Ruşen Çakır: Bir ara ben, Türkçe’ye çevrilmedi ama yabancı dilde okudum, İrlanda ve İskoçya polisiyeleri.
Ahmet Ümit: Onlar da güzeldir.
Ruşen Çakır: Bir de tabiî onların dizileri. Şimdi artık hayatımıza Netflix damga basıyor, biliyorsun.
Ahmet Ümit: Tabiî.
Ruşen Çakır: İzliyorsundur sen de.
Ahmet Ümit: İzliyorum. Polisiye çok izliyorum.
Ruşen Çakır: Netflix polisiye dizileri… Meselâ İrlanda ve İskoçya dizileri, polisiye dizileri benim çok ilgimi çekti.
Ahmet Ümit: Evet, güzel. Ben de izliyorum.
Ruşen Çakır: Böyle arada sırada karşıma çıkıyor. Çok çarpıcı…
Ahmet Ümit: Hiç fena değil onlar, güzel yani. Güzel, onlar gayet yerinde. Ben de çok izlerim polisiye dizi. Bayılırım yani hem polisiye dizi izlemeye hem de okumaya. Ama iyi polisiye roman bulmak aslında oldukça zor. İyisi başyapıt zâten, yani edebiyâtın da başyapıtı oluyor. Yani meselâ Gülün Adı, Umberto Eco’nun.
Ruşen Çakır: O zaman sana yine klasik “Polisiye edebiyat mıdır?” sorusunu sorayım ve bitirelim.
Ahmet Ümit: Şüphesiz ki edebiyat. Yani hiçbir şey yokken ilk anlatı, bak, ilk anlatı Tevrat’ta Kabil’in Hâbil’i öldürmesi anlatısıdır. İki kardeşin, bir kardeşin diğer kardeşi cinâyetle öldürmesi ve toprağa gömmesi. Onun üzerine her şey çıkar. Sofokles’in Kral Oidipus’u nedir? Polisiye. Adam, felâketler falan, bilmiyor, bunu aramak için yollara çıkıyor. Shakespeare, Hamlet ne? Macbeth ne? III. Richard, Othello… cinâyet hepsi bunların. Bizim komşumuz Dostoyevski: Suç ve Cezâ, Karamazov Kardeşler polisiye edebiyat. Polisiye edebiyat iyisi, saf ve şahâne tür, yüksek edebiyattır. Ama sorun şu: Kötüsü çok fazla yazılıyor. Kötüsü çok fazla yazıldığı için küçümsendi. Bir başka nedenle de küçümsendi, o da şu yanlıştı: “İnsan iyi bir varlıktır” gibi, hem bütün dinler böyle bir teoriyi öne sürdüler hem de bizim Marksistler de “İnsan iyidir” görüşünü ileri sürdüler. Bu yanlış. İnsan iyi bir mahlûk değil. Dolayısıyla sanat da illâ insanı yüceltecek diye bir derdi yok; tam tersine insanı bütün gerçekliğiyle anlatma derdi var. O yüzden iyi polisiye iyi edebiyattır.
Ruşen Çakır: Senin zâten kitabında, meselâ iyiyi ve kötüyü ve ortadaki birtakım insanları görüyoruz ve aynı meslekte meselâ: iyi polis, kötü polis, idâre-i maslahat polis.
Ahmet Ümit: Aynen öyle. Aynen. Ama hepimizin içinde iyi ve kötü var. Yani kimse saf iyi değil ki, kimse saf kötü değil ki. O çizgiyi çok çabuk geçebiliriz yani, öteki tarafa geçebiliriz. Sorun, ne kadar bilinçli olduğun, ne kadar ahlâklı olduğunla ilgili bir şey bence orada. Tabiî çok zor.
Ruşen Çakır: Ahmet, çok sağ ol, çok keyifli oldu. Kitap da çok keyifliydi.
Ahmet Ümit: Teşekkür ederim, sağ ol.
Ruşen Çakır: Evet, Ahmet Ümit’le son kitabı, Yırtıcı Kuşlar Zamanı: Bir Başkomiser Nevzat Kitabı’nı konuştuk. Ahmet Ümit’e çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.