Özlem Zengin’in adı anıldığında, TBMM’de Grup Başkan Vekilliği nöbeti sırasında partisinin grubunu kışkışlayarak toplantıdan çıkmaya zorladığı karikatürün akla gelmesi bizim kabahatimiz değil. Elleriyle sağlı sollu yönlendirmeyle vekilleri kapıya sevketmesi yine de en çok siyaset bilim sınıfında hocanın Foucault’nun “pastoral iktidar”ındaki çoban-sürü metaforizmasını anlatırken şaka yapmasına neden olmuştur. Biraz ciddiye alınacaksa avamın bu mevzuyu anlamasını sağlayacak deneysel performans görülebilir. Ama şimdi, önlerine türlü nemalar seren kudreti aklamak için, tebessüm refleksini dahi felç edecek vehamette bir vakayı tarif ve tahrif teşebbüsüyle zihinde belirecek; derme çatma hayatın sürdürülmeye çalışıldığı ev niyetine bir barakada ısınayım derken yanarak hayatını kaybeden minicik çocukların ölümünü paraya (yoksulluğa) bağlamamak gerektiğine ilişkin meşum hermenötik denemesiyle anılacak.
Tecavüze uğramış çocuklar hakkında “Bir kere olması Ensar Vakfı’nı karalamak için gerekçe olamaz” lafındaki fecaatten öteye geçmezler sanıyorduk. Yanılmışız, müesses Müslümanlığın politik elitleri fenalıkta dur durak tanımıyor.
“Hepsinin adı var”
Öncelikle “beş çocuk” kodlamasıyla istatistikleştirmeyelim. Hepsinin adı var: Beş yaşında Fadime Nefes, dört yaşında Funda Peri, üç yaşında Aslan Miraç, iki yaşında Masal Işık, bir yaşında Aras Bulut. Din teçhizatıyla toplumu zapteden ve muhalifini de darlayan muktedir heyetin ve onların Tanrısının gözü önünde sefalet içinde ömür kronometresine basıp daha hayatları hakkında karar vermeye fırsat bulamadan feci biçimde hayattan koptular. Filozof rahip Gunjeviç’in idrakiyle bakarsak, karışmama kuralıyla kendini de bağlayan Tanrının bu yüzden acı çektiği koşulun (Žižek&Gunjevič, Acı Çeken Tanrı, 2012) talihsiz ve mağdur sefilleri. Buna karşılık Müslümanlığın tuhaf izahında temel ihtiyaçlardan bile mahrumiyete doğmalarının sebebi imtihan. Hem onlar hem de ebeveyn için. Bu yorumu yoksullara dönüp en yüksek sesle haykıranlar da hayatlarında yokluk ve yoksunluğun yer almadığı müreffeh Müslümanlar. Uğursuz klişeyi telaffuz eden bir soğukkanlı canavar mutlaka çıkmıştır: “Büyüdüklerinde o hayatın içinde günahkâr, hatta kâfir olacaklardı, henüz günah kaydı tutulmaya başlamadan ölmekle şanslılar aslında.”
Tanrının kendilerine bol bol nimet verdiğine şükreden Müslüman zenginler, aynı Tanrının yoksulları da yoksullukla imtihan ettiğine inanıyor ve fakirlere sabır telkin ediyor. Karınlarını tıka basa dolduran ve hayatlarında yokluk bulunmayanlar, açlara öte dünyada tonlarca yemek ve sonsuz varlık vadediyor.
Müslümanlığın heves edilecek bir din olmadığını tekrarlamaya hacet yok.
Daha önce değinmiştik: Müslümanlık, aslında inanç değil. Bilakis inançlı/imanlı/mümin olabilmek için gereken güvenli alan, dış çeper. Çatışmalı Hicaz şartlarında yeni inancın temel koşulu barış paktına katılmaktı. Müslüman olmak (teslim/İslam), Pax-Romana gibi bir şeydi. Savaş ve çatışma sona erecek ki insanlar inancı düşünecek emniyet haline kavuşabilsin. Müslümanlık ve müminlik (Hucurat 14) iki ayrı kategori bu nedenle. Tanık olduğumuz şu Müslümanlık ise tarihsel mananın dahi uzağında. Bu fakirinki gibi annesi Gürcü, babası Türk olan İranlı filozof Daryuş Şayegan demişti ki: “Radikal İslamcılar, İslam’ın asırlardır biriktirdiği muazzam manevî sermayeyi tarihin ultra-modern kumarhanesinde har vurup harman savurdular.”
Zamane Müslümanlığı, Peygamber’in (hakikatin) eziyet gördüğü Mekke’deki müesses din gibi. Zulmü, ayrımcılığı, güce ve servete tapınmayı temsil ediyor. Peygamber, kendini İbrahim’e nispet eden o dinin mümessili Ebu Süfyan’ın liderliğindeki muhafazakarlığı reddedip Hanif dinden olduğunu ilan etmişti (Rum 30). Müslümanlığın dışına çıkanlar şimdi de aynısını yapıyor. Egemen dinden kaçışı gösteren grafiğin çizgisi sert yükseliş yönünde. Öngörülebilir bir gelecekte Müslümanlıktan “fevc fevc”, dalgalar halinde kopulduğuna tanık olabiliriz.
Neyse.
Bu bir “ad hominem” yazısı olmadığı için “Özlem Zengin” isminin muhafazakâr evreni temsilen adlandırma olduğunu baştan not edelim. Muhtemelen kışkırtıcı çıkışı Beştepe’de de öfke yaratmıştır ve yol açtığı yeni kriz nedeniyle azar da işitmiştir. Hatta farklı sözcüler onun açtığı yarığı kapatmaya çalışacaklardır. Ama hiçbiri gerçeği değiştirmez. Zengin’in sosyopati haddine varan hissizlik ve umursamazlığı politik mütedeyyinliğin tıyneti, olağan hali, karakter kategorisi. Kimisi maske kullanma ustalığıyla böyle durumlarda sıyrılmayı başarsa da her halükârda cürmün hesabına dahil.
Bilindiği üzere, İzmir’de bir barakada çıkan yangında beş çocuğun hayatını kaybetmesini yoksulluğa bağlayanlara çok kızdı Zengin ve işin içinde başka şeylerin olduğunu söyledi. O başka şeylerin, mevzunun aslında ahlakla ilgili olduğunu ima anlamına geldiğini biliyoruz. Ahlaktan kastı da başına taktığı örtü ile temsil edilen sosyo-kültürün ve politik kimliğin müsamere davranışları. Bahsi geçen ahlakın adalet, hakkaniyet, helal lokma, eşitlik, merhamet, insaf, izan gibi yüksek değerlerle alakası yok. Yani bu mukayeseye göre çocukların annesi, muktedir ve müreffeh Müslümanlığın sefa sürmesinin bedeliyle yoksulluğun derinliklerinde çırpınsa da muhafazakârın Müslümanlık ahlakına tâbi olmadığından kabahatli.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
TBMM’deki konuşmasında lafı evirdi çevirdi, dilinde dolaştırdı, kimseyle göz göze gelmemeye azami dikkat gösterdi, asıl söyleyeceğini söyleme ânı geldiğinde kolları sıvarcasına başındaki örtüye düzeltme hareketi yaptı ve çocukların ölümüne sebep olanın yoksulluk değil işte o başka şeyler (ahlak yoksunluğu?) olduğunu söyleyiverdi. Korkunç ândı.
“Çocukları hayattan koparan yoksulluktu”
Elbette öyle değil. Çocukları hayattan koparan yoksulluktu ve yoksulluk, “trafik canavarı” derkenki gibi anonim kötülük değil. Fâili var. Hem de tam kusurlu. Yoksulluk, Türkiye duvarında asılı duran her an patlayacak Çehov tüfeği. İzmir’de baraka çocukları o yoksullukta yaşamaya devam edebilseydiler bile yaşam sahnesinde fiziksel olmasa da medeni olarak öleceklerdi zaten.
Ters yüz edilmiş Müslümanlığın nasıl baktığını boşverin, hakikat Hazret-i Ali’nin söylediğidir: “Yeryüzünün viraneliği halkın fakirliğindendir. Halkın fakirliği de iktidarının istikbaline güvenmeyen ve ibret alınacak şeyden ders çıkarmayan idarecilerin serveti yağmalanmasından.” (İbn Ebi’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-Belağa, 17/54).
Yoksulluk ve yoksunluğun gerçeklik dünyasındaki varlığına bîgane olduğu kuşku götürmez muhafazakâr sosyopati, tanımladığı ahlakın, barakalı hayattan ve çöp toplayarak geçimini sağlamaktan kurtulmaya nasıl yardımcı olacağının formülünü vermiyor, ama galiba kastedilen şu ki, ne denli yoksul bırakılmış olursa olsun mahrumlar, egemenlerin dinine sıkı sıkıya tutunacak, muhafazakâr ululara tâbi olacak, itiraz ve isyan etmeyecek. Mekke’de kölelerin efendi Ebu Süfyan’ın dininden zinhar çıkmadığı, hatta onlara özgürlük vadeden Peygamber’i yeri geldiğinde taşladığı acaipliğe emsal.
Zengin’in ve onunla aynı taraftaki kadrolu Müslümanların hedefe koyduğu anne, kalpsiz bir dünyada acısını dindirmek için dini afyon seçmemekle suçlanabilir mi?
1985’te üniversitede başörtüsünün yasaklanmasına karşı kitlesel ilk tepkiyi, meşhur Beyazıt protestosunu planlayan komitede bulunmuşum, fazlasıyla kıdemliyim yani, başörtüsünün bu kadar kısa sürede mazlumiyetin sözcülüğünden zalimliğin simgesine evrilmesi benim açımdan siyasî tarihin en şaşırtıcı fenomenidir.
Hamza’nın ciğerini çiğneyen başı örtülü Hind ile, Hamza’nın kadın muadili başı örtülü Fatıma arasındaki farkı şimdi çok iyi anlıyoruz. Fatıma, Ka’be’nin dibinde babasının başından aşağı hayvan pisliği döktüren müşrik uluları da, İslamî otokrasinin başladığı “yeni Medine”nin kurucu babalarından halife Abdullah b. Ebi Kuhafe ve taraftarlarını da adalet nutkuyla (İbn Tayfur, ö. 893, Belağatu’n-Nisa 16-25) mefluç hale getirmişti. Zulmün simgesi başörtüsü ile adaletin simgesi başörtüsünü kudret karşındaki tavrından anlarız.
“Dine kendilerini terbiye etmek için ihtiyaçları yok”
Dine kendilerini terbiye etmek için ihtiyaçları yok. Bilakis onu başkalarına tahakkümün ideolojisi haline getirdikleri için kendilerini bağlayıcı herhangi bir ahlak ilkesi tanımıyorlar. Sefih, rezil, süfli, ahlaktan firar etmiş bir hayatı sürdürmede din iş görsün yeter. Müslümanlıkların dünyasında hakkaniyet vakaları sadece romantik hikayelerdir. Anlatır ve aktarır, ama hayatlarında asla yer vermezler. O öyküler aracılığıyla güç elde eder, taraftar toplar, para kazanırlar. Yaşantılarındaki gerçek ise yalan, riya, fırsatçılık, nifak ve kötülükten ibarettir.
Muktedir olmanın imkanını azami kullanıp milletin parasıyla kurduğu müreffeh hayatından ‘yok’ kavramını çıkarmış ve yokluk kelimesini lugatından silmiş maneviyat müflisi, sefih ve mütref (şımarık azgın: İsra 16) ekabirin, yoksullara rızkın Allah’tan geldiğini ikaz edip durmasına ne saydırsanız haklısınız. Allah sövüp saymayı hoş karşılamıyor elbette, ama zulme uğrayanlar hariç; onları özellikle istisna tutuyor. (Nisa 148).
Reel Müslümanlığın, kırbaçlı (İbn Hallikan, Vefeyatu’l-A’yan, 3/14) otokrat halife Ömer b. Hattab adına uydurduğu “Fırat kıyısında bir kurt kapsa kuzuyu Allah Ömer’den sorar onu” edebiyatını Müslüman-politikin personeli muhafazakârlar pek sever. Fakat kendi uydurdukları etik değere de riayet etmezler. Türkiye’nin şehirlerinin orta yerinde nice kuzuların başına gelmedik kalmıyor, ama muktedir Müslümanlığın kılı kıpırdamıyor. Hiçbir yükümlülük hissetmiyorlar, suçluluk duymuyorlar, üzülmüyorlar, gereğini yapmıyorlar.
90’ların homopolitik istilası
80’lerde Özallı “tüccar siyaset”in çıkagelmesiyle hissiyat kurumaya başlamıştı. 90’ların homopolitik istilacısı. İkibinlerde tam zamanlı dinsellikle kadavra oldu ülke. Buradan çıkışın siyasî becayişle olamayacağı ortada. Merhum Aliya İzzetbegoviç iyi tespit etmişti: “Çözüm politik değil, kültüreldir. Meşakkatli ve ömür tüketen bir yoldur, ama biricik yoldur. Bugüne dek daha iyi bir yol bulan da yoktur.”
Muhalif siyasetin aslı esası; dilini tutuk ve korkak alıştırmadan, istisnalar ve ‘ama’larla kıpırdayamaz hale getirmeden yoksul, mazlum, mahrum, mağdur insanlar için avazı çıktığı kadar “fekku rakabe” (Beled 13), “kırın zincirleri” diye haykırmaktır. Bunun dışındaki her şey oyunun parçasıdır.
Peygamber’in can dostu Ebu Zer, bugünkü muhafazakârların dininin mimarı, saraylı şatafatlı hayatı İslamîleştiren Muaviye’nin karşısına dikilmiş ve onu azarlamıştı: “Harcamaların Allah’ın malından [beytülmal] ise ihanettir. Kendi malından ise israftır, haramdır.” (Belazuri, ö. 892, Ensabu’l-Eşraf, 2/168). Kolunda yarım milyon liralık lüks saatle fakirlik girdabındaki milletin hakkını müdafaadan bahseden AK Parti sözcüsü aktörü hatırlayalım. İfşa olunca ayıbın yen içinde kalmasına dikkat ederek fotoğraf vermeye başlamıştı. Muhafazakarın inancı manevî tecrübe değil, politik kimliktir.
Hayatının lugatında “yok” kelimesi yer almayan müstekbirlerin, hayatı yokluk ve yoksunluktan ibaret mustazaflara yoklukla yaşamaya dair öğütler vermesi Muaviye’nin Şam’ında mayalanmış müesses Müslümanlığın şânından. İtibarı kalmamış bu dinin ve dindarlığın insanlığa söyleyeceği tek kelime bulunmuyor.
Merhum Ali Şeriati tarif etmişti:
Bir tarafta Peygamber’den başlayarak Ali, Ammar, Selman, Ebuzer ve diğerlerinin hayatta ve mematta yoksul dindarlığı, karşı tarafta hicretle birlikte Medine’de herkes gibi sıfırdan başlayıp ultra zengin bitirenlerin dindarlığı.
Ünlü tarihçi Mes’udi’nin (ö. 956) kaydına göre Medine’ye hicretten sonra Hazret-i Ali’nin malı mülkü Peygamber zamanında da vefat ederken de sıfırdı. Halife Ebu Bekir’in kızı Aişe’nin tahrik ettiği silahlı kalkışmada (Basra/Cemel) Ali’ye karşı savaşan mesela Zübeyir b. el-Avvam, başlangıçta basit bir evi varken, öldüğünde bin at, bin köle, 50 bin dinar, Basra, Kufe, İskenderiye’de evler bıraktı geride. (Murucu’z-Zeheb, 2/367). Sünni Müslümanların “cennetle müjdelenmiş sahabi” unvanıyla yücelttiği Abdurrahman b. Avf da neden dünyaya bu kadar rağbet ettiği sorusuna şöyle cevap vermişti: “Nebi zamanında zorlukla sınandık sabrettik. Şimdi rahatlıkla sınanıyoruz sabredemiyoruz.” (Begavî, ö. 1122, Şerhu’s-Sünne, 14/263).
Müesses din kültürü Ali’yi değil, servete müptela tarihsel kişileri rol model seçti kendine. Varlıklı bir babanın oğlu olarak hayata başlayıp sonra da toplumun seçilmiş lideri olmasına rağmen Peygamber gibi yoksul halde hayata veda eden Ali’yi de romantize ederek duygusal menkıbelerin kahramanı yaptı.
“Nüfusun yüzde 2.5’i üstelik yetersiz besleniyor”
Dünyadaki 700’e yakın dolar milyarderinin arasına Türkiye’den 30’un üstünde dolar milyarderinin girmesini, milyoner sayısının da son bir yılda 512 bin kişi artmasını sağlayan türden Müslümanlık bu. Bu distopik iktisadi maceranın bedeli, 25 milyonun üzerinde insanın açlık sınırına düşmesi, 50 milyonun da fakirlik sınırının altında yaşamaya başlaması. Nüfusun yüzde 2.5’i üstelik yetersiz besleniyor. Çocuk yoksulluğu oranı yüzde 22.4. Dünyada çocuk yoksulluğunun en yüksek olduğu ikinci ülke Türkiye. Her krizi fırsata çevirme ustası bağış toplayıcıları billboardlarla İBAN duyururken görsel malzeme ihtiyacını Afrikalılarla gidermeyi bırakabilir artık. Yaşadıkları ülkede yeterince öyle görüntü var çünkü.
2003’ten beri muhafazakâr/İslamî kapitalizmin görgüsüz, acımasız, merhametsiz, vahşi burjuvazi teşekkülünü, Müslümanların politik agnostisizminin itikadî bilinmezciliğe dönüşmesini ve galiz dünyaperestliği vs. analiz etmeye çalışıyorum. Fakat yoksulluğun yaygınlaşıp yapısallaştığı koşulda milyoner ve milyarder sayısındaki patlamalı artış hiç kimsenin tahmin edebileceği vahşilik olamazdı.
İtirazları söze dökülmeden durdurmak için “etki ajanlığı” diye bir yasa getirmeye çalışıyorlar şimdi de. Şiî muadili Hamenei’nin rejimindeki gibi her karşı çıkışı ve ifşayı casuslukla suçlayacaklar. İran’da rejim göstermelik mahkemeyle apar topar idam ediyor. Türkiye şimdilik o kadar zıvanadan çıkmadı ama can almadan öldürme yöntemi olarak senelerce kötü şartlarda hapis yatırıyorlar. Suçu kanıtlama gibi bir yükümlülük hissetmeksizin. İran’ın savaş şartlarında başbakanlığını yapmış efsanevi lider Mir Hüseyin Musevi’yi eşiyle birlikte 15 senedir cezaevine dönüştürülmüş bir evde yargılamadan hapis tutuyor müstebit rejim. Hamenei’nin yere göğe sığdıramadığı dinî irticanın elebaşı Misbah Yezdî, “Aslında cezası ölümdü, hem de birkaç kere idam edilerek. Rehber’in merhametine şükretsin” demişti. Protestolar sırasında bazı dükkanların camlarının kırılması ve caddelerde lastik yakılması eylemlerinden Musevi’yi sorumlu tuttular. Ama yargılamaksızın. Üstelik o vandalizmi hapisteki âdi suçluları kullanarak rejimin yaptırdığına dair güçlü kanıtlar var. Suriye’de öldürülen Devrim Muhafızları generali Hüseyin Hemedani, sık sık başvurdukları bu yöntemi övünerek anlatmıştı.
Ahmedinejad da 2009 protestolarında âdi suçluların sokağa salındığını ve protestocuların suçlandığı yakıp yıkma eylemlerini devlet koruması altında onların yaptığını ifşa etti.
امروز بهترین زمان برای رسیدگی به این ادعای احمدینژاد است!
— رحمتاله بیگدلی (@bigdeli1343) September 22, 2022
او میگوید: کسانی که به نمادهای محترم مانند چادروپرچم حمله میکنند و میسوزانندومیشکنند اراذلواوباش سازمانیافته توسط نهادهای حکومتی هستند!
او یا دروغ میگوید پس از مجمع عزل، محاکمهومجازاتش کنید!
یا راست میگوید پس…! pic.twitter.com/nbpkkAGQZX
Türkiye’nin henüz İran’daki seviyeye gelmediğine şükretmesin kimse. Talibanizmin kuluçka dönemindeyiz ve kötülük bir anda olup bitiveriyor. Gilead din devletine dönüşen eski Amerika cumhuriyetinin öyküsü The Handmaid’s Tale dizisinde kadınların eğitim görmesi, kitap okuması, meslek sahibi olması ve sosyal hayatın diğer alanlarından yasaklanmasına yavaş yavaş gelindiğini anlatır June Osborne. Ortaya çıkan sonucu da başlangıçta küçük engellemeleri önemsiz görmelerinin ağır bedeli sayar. Film senaryosu bu tabii, ama hayali değil. Fiilen Afganistan, İran, Açe Sumatra ve benzeri, muhtemel ve müstakbel olarak da Türkiye gibi somut örnekleri var.
“İnsanlar aç kalıp kıyamet koptuktan sonra minarenin hoparlöründen yükselen sesin ne önemi var”
İran ve Türkiye, her ikisinde de Müslümanların iktidarı kusursuz felaket. Sebe kraliçesi Süleyman’a demişti ya, “Krallar, girdikleri diyarı ifsat ederler, onurlu ahalisini horlayıp aşağılarlar” (Neml 34), iktidarperest zamane Müslümanlıkları aynen böyle. Gücü ele geçirdiklerinde ülkeyi tarumar ediyor, halkın gururunu kırıyor, kapasiteyi çürütüyor, potansiyelleri öldürüyor.
Her tenkitte hançerelerinden fırlayan “ezan susmasın” lafı, Tanrıyı bu dünyadan sürgüne göndermiş metafizik inancın kurumsallaşmış halinin sloganı. İslam’ın ilk ezanını okuyan karnı aç, köle, yoksul Bilal’in açlık, kölelik ve yoksulluktan kurtulması sayesinde ezan susmadı oysa. Karnı aç olanlar varsa ezan zaten susmuş demektir. İnsanlar aç kalıp kıyamet koptuktan sonra minarenin hoparlöründen yükselen sesin ne önemi var.
2023’te Kolombiya’da Amazon ormanlarına düşen uçaktaki 4 küçük çocuğun kurtarılma hikayesini anlatan Netflix’in Kayıp Çocuklar belgeselini gözyaşları içinde izledim. Hissiyatımı coşturan, Amazon’un keşfedilmemiş bölgelerinde yapılan aramada 40 gün sonra çocukların canlı bulunması olduğu kadar, onlarca gönüllü ve askerin onları kurtarmaya sabitlenmiş azim, kararlılık, sebat ve fedakarlığıydı. “Kolombiya’nın çocukları onlar. Bulmadan geri dönmeyeceğiz” diyerek tehlikeli ormana daldılar. Çoğu hastalığa dayanamayıp ayrılmak zorunda kalmasına rağmen az sayıda kahraman hasta haliyle aramaya devam etti. Burada ise İzmir’de şehrin ortasında, siyasî hiyerarşinin en tepesinden aşağı doğru on binlerce ultra zenginin gözü önünde yoksulluğun dipsiz çukurunda beş çocuk yanarak can verdi. Müslümanlığın hiçbir şubesinden “Onlar Türkiye’nin çocukları” muhabbet ve merhameti işitilmedi. Arkasına dizilip hizalandıkları kudretin “Her şeyi de paraya bağlamayın” inkarına da tek kelime etmediler. Devletin gözü önünde ve göz göre göre tecavüze uğrayan, öldürülen çocuklar, kadınlar ülkesi Türkiye. Çocuklar ve kadınlar güvende olana dek bayraktaki ay yıldıza gözyaşı damlası eklemek gerek.
Fakirlik cehenneminde çileye prangalanmış çocuklar ev sandıkları mezbelelikte hayatta kalma mücadelesi verirken Müslümanlık, milyonlarca lira gömüp betondan mabetler yükseltmeyi sürdürüyor. Tek safın tamamlanamadığı ıssız camiler. Bâtıl “Allah’ın evi” yakıştırmasıyla kutsadıkları tapınak özentili yapılar. “Allah’ın evi” varsa bile süslemelerden yıkılan şatafatlı mabetler mi, derme çatma hayatı sürdürmeye çalışırken beş çocuğa mezar olan baraka mı Allah’ın evi?
Peygamber’e sordular: “Allah nerede?” Cevap verdi: “Kırık kalplerde” (Biharu’l-Envar, 73/157).