Bir mozaik olarak Türkiye‘nin 27. bölümünde Ruşen Çakır konukları Abdulvahap Kara ve Işıl Tuna Pınar ile Türkiye’de Kazakları konuştu.
Türkiye’de Kazaklar kimler? Kazakların yaşadığı sorunlar neler? Tarih boyunca neler yaşadılar? Türkiye’de nüfusları ne kadar? Nereden Türkiye’ye geldiler? Nerede yaşıyorlar? Kazaklara karşı Adnan Menderes’in rolü ve tutumu nasıl oldu?
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’ yayın dizimizin 27. bölümünde Türkiye’deki Kazakları konuşacağız. Bu konuda çalışma yapmış iki önemli akademisyen burada bizimle beraber: Işıl Tuna Pınar Hanım ve Abdulvahap Kara Bey. İkiniz de Mimar Sinan Üniversitesi’ndesiniz. Siz, Işıl Hanım’ın hocasısınız.
Abdulvahap Kara: Evet.
Ruşen Çakır: Ve siz Kazaksınız. Işıl Hanım sizin öğrenciniz olması hasebiyle Kazak dünyasına bir girmiş, sonra gelin gitmiş.
Işıl Tuna Pınar: Evet.
Abdulvahap Kara: Evet, aynen öyle oldu.
Ruşen Çakır: Hocam, açıkçası bu programı yaparken böyle bir başlığı ele alacağımı bilmiyordum. Çünkü, ben ki çok ilgili birisi olduğumu sanıyorum, Türkiye’de Kazaklar diye bir başlığın olduğunu bilmiyordum, ama varmış.
Abdulvahap Kara: Elbette.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Nedir Türkiye’de Kazaklar? Şimdi, Türkiye’de birçok şey olduğunu biliyoruz: Tahtacılar, Türkmenler, Özbekler, Bulgaristan Türkleri, Mübadiller falan, — hatta kendilerine Tatar dedirtmiyorlar — Kırım Türkleri. Kazaklar… Siz çünkü doğrudan Çin’le alakalı…
Abdulvahap Kara: Doğu Türkistan’dan geldik.
Ruşen Çakır: Bize hızlıca bir özetler misiniz, nedir bunun hikayesi? Sizin aileniz de belli ki böyle olmuş.
Abdulvahap Kara: Evet, evet. Şimdi Kazaklar hepimizin bildiği gibi Orta Asya’nın eski halklarından. Konargöçer bir yaşam tarzı vardır. Fakat daha sonra Çarlık Rusya’nın hegemonyası altına girmiş. Bir taraftan tabii Çin var bölgede ve 1880’lerde burada sınır çiziliyor; yani Doğu Türkistan ve Batı Türkistan dediğimiz bölgede. Kazakların bir kısmı Çin tarafında kalıyor, bugün Doğu Türkistan dediğimiz bölge. Biliyorsunuz, bugün tabii Doğu Türkistan deyince Uygur Türkleri akla geliyor. Doğrudur, çoğunluk Uygurlardır, ama bölgenin kuzeyi, Altay Dağları’nın civarı olduğu gibi Kazak Türkleridir ve bugün o bölgede resmi rakamlar 2 milyon civarında Kazak Türkü olduğunu gösteriyor. Ama tabii bazı kaynaklar Çin rakamlarını güvenilir bulmuyor. Resmi ve gayriresmi kaynaklar, Kazakların sayısının 3 milyon civarında olduğunu söylüyor. Tabii onun da batısı Kazakistan bildiğiniz gibi, bugün 20 milyon civarında. Şimdi, bizim atalarımız olan Kazaklar da 1930’larda göç hareketine girişiyorlar. O dönemde Doğu Türkistan’daki valilerin keyfi tutumları var, merkezi Çin de uzak kaldığı için orada kontrol çok az ve bunlar keyfi yönetimlerle orada çok büyük baskı ve zulümler yaptıkları için oradaki Kazaklar göç kararı alıyorlar. 1935’te atlarla, develerle, kadim eski Türk topluluklarının yaptığı gibi… Biliyorsunuz Hunlar, Göktürkler ve daha eskiler devamlı, bir sorun olduğunda, iklim veya başka bir sebeple batıya göç ettiler. Bunun en büyük örneği Attila’dır, Hunlar’dır Avrupa’da. O bölgeden gelmiştir. Dolayısıyla bizim Kazaklar da konargöçer olduğu için, konargöçer toplumlarının en büyük özelliği baskı gördüğü zaman boyun eğmezler; mobil oldukları için, hareketli oldukları için yer değiştirirler. İşte bizim de atalarımız bu baskı ve zulüm karşısında dinlerini, dillerini, kültürlerini, örf ve adetlerini korumak için batıya göç kararı alıyorlar.
Ruşen Çakır: Kaç kişi söz konusu?
Abdulvahap Kara: Şimdi, güzel bir soru sordunuz. Bu konuda kaynaklarda tam kesin bir rakam yok ama en alt rakam 18.000 diyor göçe katılanlar için, en yüksek rakam ise 48.000. Yani 48.000 ile 18.000 arasında bir rakam telaffuz ediliyor.
Ruşen Çakır: Bunlar tabii çoluk çocuk, yani aileler…
Abdulvahap Kara: Hepsi. Tabii aile… Yani bir konargöçer hareket ettiği zaman yaşlı, genç hepsi birlikte. Ve ben bir tarihçi olarak en alt rakamı alıyorum, diyorum ki 18.000 olsun. Peki, bu 18.000 kişi göçe katıldıktan sonra ne oluyor? 1935’lerde kalkan göç, 1952’lerde Türkiye’ye ulaşıyor. Himalayalardan geçiyorlar, Taklamakan Çölü’nden geçiyorlar. Oradan Hindistan sınırına geldikten sonra, 1941’de geliyorlar. Orada bir 11-12 sene muhaceret var. Ondan sonra Türkiye’ye geliyorlar. Türkiye’ye sağ salim ulaşan kişi sayısı 1.800. Yani neredeyse onda biri dilini, dinini korumak için…
Ruşen Çakır: Kusura bakmayın, şunu sormak istiyorum. Mesela bazıları göçü bir yerde, Hindistan’da ya da şimdi Pakistan’da kesip orada kalmayı tercih etmemiş mi? Yoksa bunlar hakikaten bu süre içerisinde hayatlarını mı kaybediyorlar?
Abdulvahap Kara: Tabii, kaybedenler var ama Hindistan ve Pakistan’da pek kalan yok. Peki, neden yok? Şimdi, konargöçerlerin bir özelliği vardır: Rastgele hareket etmezler. Bir liderin öncülüğünde hareket ederler ve konargöçerler boylardan oluşurlar. Her boyun kendi lideri vardır ve bunlar en küçük çocuğu bile ararlar, “Bizde şu eksik, aman bulun” şeklinde. Böylece orada kimse kalmamış. Peki, bu kadar kayıp nereden geliyor? Bunların kaybının bir kısmı, arkadan gelen Çinli düşmanlarla yapılan savaşlardan kaynaklanıyor. Yolda kalanlar var. İklim şartları çok zorlu Tibet’te; soğuk, buz, kar, tipi. Salgın hastalıklar gibi etkenler var. Mesela Hindistan’a ilk geldikleri zaman 3.000 kişi geliyor. Fakat Türkiye’ye ulaşan kişi sayısı 1.800. O aradaki kayıplar, salgın hastalıklara yakalanıyorlar Hindistan’da.
Ruşen Çakır: Evet. Şimdi isterseniz, göç meselesine tekrar döneceğim ama, Işıl Hanım’a sorayım. Siz daha çok Türkiye’deki Kazakları da çalıştınız. Nereye yerleştiler ve şu anda durum nasıl? Tam olarak bilmiyorum ama genellikle şu ana kadar konuştuğum grupların, göçle gelen grupların kimileri iskânla belli yerlere yerleştiriliyorlar ama sonra bakıyoruz ki büyük bir kısmı batıya geçiyor; İstanbul’a, Bursa’ya, İzmir’e, Ankara’ya ya da Antalya’ya gidiyorlar. Kazaklar için Türkiye’de coğrafi dağılımda nasıl bir şey var?
Işıl Tuna Pınar: Şimdi, Hindistan ve Pakistan’da bir müddet, yaklaşık 7 yıl kadar bekledikten sonra, 1952 yılında Türkiye’ye kabulleri gerçekleşiyor. Bu da dönemin Demokrat Parti hükümetine tekabül ediyor. İskânlı göçmen olarak bu dönemde kabulleri sağlanıyor. Şimdi, ondan öncesinde yani 1950 ile 1952 arasında o bölgeden Türkiye’ye göç eden serbest göçmen statüsünde Kazaklar var. Burada, kanunda da ‘‘serbest göçmenlik’’ kavramının içerisinde, devletin herhangi bir yer göstermemesi kaydıyla gelenler var. Burada da yaklaşık 200 kadar kişinin 1952 yılına kadar tek tük giriş yaptığını biliyoruz ama devletin herhangi bir desteği burada söz konusu değil. Kendi imkânlarıyla yerleşiyorlar ve bir şeyler yapıyorlar. 1952 yılında Bakanlar Kurulu kararnamesiyle çıkarılan durumla beraber aslında Kazaklar Türkiye’ye iskânlı olarak geliyor ve devlet onlara ikamet edecekleri belli yerler gösteriyor. İşte bunların içerisinde Kayseri var, bunların içerisinde Niğde var, İzmir var. İstanbul’da özellikle bugün de yoğun olarak yaşanılan bölge Zeytinburnu var. Bunun dışında Güneşli’de Kazak Kent kurulması hadisesi var. Şimdi ilk etapta misafirhanelerde duruyorlar. Buraya tabii zor şartlar altında geliyorlar. Hocamızın da bahsettiği gibi, değişik bir göç pozisyonu, sadece zorlu coğrafi koşullar ve iklim şartlarına göre değil; aynı zamanda düşmanla savaşarak da bir mücadele olduğu için… Aslında düşman iki türlü. İki türlü olunca da ölü sayısında artış gözlemleniyor ve yaklaşık 1.800 kişinin geldiğini biz biliyoruz. İskân kısmı 1952 ile 1958 yılları arasında gerçekleşiyor ve Kazaklar bunu, bu kısmı ‘‘Kendimize gelme süreci’’ olarak da tanımlıyorlar. Kendi iş gruplarına göre devlet daha çok tercih etmiş. Yani, ‘‘Nerede oturmak istiyorsunuz?’’ diye soruyor. Ticaretle uğraşıyorsanız, o zaman İstanbul’da Zeytinburnu’nu veriyor. Hayvancılık yapıyorsan o zaman Kayseri’yi veriyor, Niğde’yi veriyor. Yaptığınız işe göre, zanaata göre şekillendiriyor. Tabii burada bir dil meselesi de var. İlk geldiklerinde mesela Türkçe…
Ruşen Çakır: Aynı dil mi?
Işıl Tuna Pınar: Aslında aynı dil, fakat o dönemde — şu an değişti tabii ki — Kiril alfabesiyle yazıldığı ve okunduğu için farklı. Tabii bir de coğrafi konum itibarıyla da aslında telaffuz edilişleri Türkçenin farklılaşıyor. Yakına geldikçe, batıya geldikçe bizim anlaşmamız daha kolay oluyor. İşte Azerbaycan olarak da ifade edebiliriz bunu. Bu coğrafi farklılıktan dolayı da aslında bizim anlamamamız söz konusu ama o da Türkçe, Türkçenin bir lehçesi olarak ifade edebilirim ben. Hocamız daha iyi tanımlar.
Ruşen Çakır: Evet, bu arada şeyi söylediniz, ‘‘Menderes dönemi’’ dediniz ve belli ki Kazaklar bundan çok memnun olmuşlar.
Işıl Tuna Pınar: Çok…
Ruşen Çakır: Ve anladığım kadarıyla da Menderes’i ve onun devamını da sevmişler.
Işıl Tuna Pınar: Evet, Menderes hükümetinin almış olduğu bu karara minnet duyuyorlar. Bugün dahi bir gösterge; bugün Kazakistan’da da çeşitli caddelere, sokaklara Adnan Menderes’in ismi veriliyor, anıtı yapılıyor. Ve aslında Adnan Menderes’i, Türk dünyasıyla Türkiye ilişkileri arasındaki bir köprüyü kuran isim olarak ifade edebilirim. Çünkü o dönem çok kapalı bir toplum vardı. Özellikle Stalin döneminde Sovyet Rusya’nın çeşitli politikaları vardı ve Türkiye’nin de NATO ile beraber Batı ittifakında yer almasından dolayı, açıkçası hem Rusya ile olan ilişkiler hem de oradaki Türk dünyasıyla olan ilişkiler biraz mesafeliydi. Adnan Menderes’in 1952 yılında bu kararı Bakanlar Kurulu’nda almasıyla beraber aslında orayla olan ilişkilerimiz de biraz yumuşamıştı. Çünkü 1958’den sonra biz Sovyetlere kültür ateşesi ve çeşitli kültürel yönden de ziyaretlerin yapıldığını biliyoruz. Hatta 27 Mayıs 1960’ta bir askeri darbe olmasaydı, 1960 yılı içerisinde Adnan Menderes o bölgeye, Sovyet Rusya’ya bir ziyarette bulunacaktı ve Türk dünyasıyla, Kazaklarla olan ilişkileri de geliştirmek ve onların sıkıntılarını çözmek adına bir adım atmaya çalışacaktı ama imkân olmadı.
Ruşen Çakır: Hocam, siz göç eden gruplardansınız ve bildiğim kadarıyla aileniz göçün önde gelen isimlerinden. Benin araştırmalarımda, hızlıca bir araştırdım, Osman Batur ismi çıktı karşıma. Sizin bir akrabanız mıdır, kimdir? Anladığım kadarıyla bu göç operasyonunun diyelim, önde gelen ismi.
Abdulvahap Kara: Tabii, şimdi bu Doğu Türkistan Kazak tarihinin, hatta tüm Doğu Türkistan’ın önemli figürlerindendir. Bu, demin göç hadisesinin Çinli 12.19 zulmüyle başladığını söylemiştik. İşte buna baş kaldıran, silahlı mücadeleye çıkan, dağa çıkan lider Osman Batur’dur. Osman Batur 1940’ta dağa çıkıyor, silah teslim etmiyor. Bir anlaşmalar yapılıyor fakat Osman Batur, Çinlilere güvenmediği için silah bırakmıyor, dağa çıkıyor ve zaman içinde Çin baskısı arttıkça bu grup çoğalıyor ve 1951’e kadar 11 sene büyük bir mücadele veriyor. Hatta bir ara orada biliyorsunuz, 1944’te Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kuruluyor. İşte bunun kurulmasında Osman Batur’un rolü büyüktür. Ama maalesef o göçe katılmıyor. 1951’de Doğu Türkistan’da yakalanarak feci bir şekilde idam ediliyor.
Ruşen Çakır: Peki, göçün liderleri kimler?
Abdulvahap Kara: Göçün ilk liderleri, göç iki kişinin başkanlığında gerçekleşiyor. Biri Elishan Batur, diğeri de Zayıp Teyci diyoruz. Bu ikisi o 1935’teki göçe öncülük ederek Hindistan-Pakistan’a getiriyor. Fakat daha sonra Mao’nun ihtilalinden sonra ikinci bir göç hareketi daha ortaya çıkıyor. Bunda da birkaç lider olduğunu görüyoruz. Alibek Hakim, Hüseyin Teyci, Sultan Şerif Teyci, Delilhan Canaltay, Nurgocay Batur gibi liderler de bu Mao’nun ihtilalinden sonra komünizmden kaçarak yine aynı bir önceki grubun yolunu takip ederek Keşmir’e geliyorlar. Önceki grup, kendilerinden bir 10 yıl sonra gelen grubun varlığını Hindistan-Pakistan gazetelerinden öğreniyorlar ki böyle bir göçmen kafilesi geldi.
Ruşen Çakır: O ne kadar bir grup?
Abdulvahap Kara: Onun sayısı çok fazla değil. Herhalde bir 500 civarında. Ve hemen mektuplaşma bir şekilde başlıyor ve onlara diyorlar ki: “Biz Türkiye Cumhuriyeti’ne müracaatımızı yaptık. Siz de oradan yapın konsolosla, bizi kabul edecekler ve hepimiz Türkiye’de buluşalım.” Burada şuna da dikkat çekmek istiyorum; bu Keşmir’e gelen son kafile, işte bu Mao’dan kaçan kafile, kaçmadan evvel Urumçi’deki Amerikan Başkonsolos Yardımcısı Douglas Mackieman’ı kurtarıyorlar. Onun Urumçi’den kaçarak Tibet üzerinden Amerika’ya gitmesine yardımcı oluyorlar. Bundan dolayı bu grup Keşmir’e geldiği zaman Amerikalılar geliyor, diyorlar ki: “Biz sizi Amerika’ya göç ettirmek istiyoruz. Yani büyüklerinize iş, aş, ev vereceğiz, çocuklarınızı eğitip okutacağız.” O zaman bizimkiler diyor ki: “Biz bunu bir aksakallılarla istişare yapalım. Bize bir gün müsaade.” Ve istişare yapıyorlar, ertesi günü Amerikalılara bilgi veriyorlar, diyorlar ki: ‘‘Kusura bakmayın, biz sizin ülkenize gelemeyiz.’’ ‘‘Neden?’’ diyor Amerikalılar. ‘‘Tamam, orada karnımız doyacak, çocuklarımız eğitim görecek ama Türklüğünü, Kazaklığını unutacak. Biz kökümüz, dinimiz, kültürümüz bir olan Türkiye’ye gitmek istiyoruz.’’
Ruşen Çakır: Peki, istiyorlar da… Işıl Hanım, size sorayım, siz çalıştınız, konuştunuz insanlarla da. Uyum hemen olabilmiş mi? Yani geldiler, tamam, herkes Türk, Türkiye Cumhuriyeti çok güzel, bir süre içerisinde vatandaş da oluyorlar, iskan da ediliyorlar ve herşey güllük gülistanlık mı?
Işıl Tuna Pınar: Çok hızlı uyum sağlamışlar. Kazaklar hem buradaki Türkiye Türkçesini öğrenmede hem de zaten çoğunlukla zanaat sahibi ve iş konusunda çalışkan insanlar oldukları için adaptasyon hemen sağladılar. Ama tabii ki elbette sıkıntı çekenler muhakkak olmuştur. Çünkü zaten göç bir travmadır ve bu travmayla geliniyor. Bu yüzden sıkıntılar var ama biz biliyoruz ki rahat bir şekilde burada adaptasyon sağladılar, günümüzde de bu şekilde devam ediyor.
Ruşen Çakır: Yani o zaman entegrasyonun en kolay olduğu gruplardan birisi olarak görebiliriz. Ama yine de Kazakların bir kendi kültürü var.
Abdulvahap Kara: Tabii ki.
Işıl Tuna Pınar: Tabii.
Ruşen Çakır: Ne kadar kardeş de olsalar bir şeyler de farklı ve onları korumak istiyorlar mı, yoksa ipin ucunu bırakıyorlar mı?
Abdulvahap Kara: Elbette istiyorlar ama bunlar nüans, yani büyük farklar değil. Mesela bizim Kazaklar da Müslümandır, Hanefi mezhebindendir, yani Türkiye’nin aynı mezhebi olduğu gibi. Efendim, yaşam tarzları hepsi aynı ama nüanslar var. Mesela dilde farklılık var. Mesela siz Türkçe’de “yol” diyorsunuz, Kazaklar “col” diyor, siz “kaş” diyorsunuz, Kazak “kas” diyor, siz “burun” diyorsunuz, Kazak “murun” diyor. Yani bu tip bir telaffuz farkları var. Dolayısıyla bu farklar yemekte, kültürde her yerde karşımıza çıkıyor. Mesela Kazakların geleneksel çayı sütlü çaydır ama Türkiye’de sütlü çay içen görmedik, ama Avrupa’da yaygındır. Bu Kazakistan’da, Doğu Türkistan Türklerinde sütlü çay içilir, ona tereyağı konur, hatta ona çeşitli baharatlar konur. Yani bu şekilde farklar var. Bir de Kazaklar göçebe hayattan geldikleri için temel besin maddesi et, süttür, çok et yerler. Dolayısıyla Türkiye’deki hayata geldikten sonra birtakım adaptasyonlar oluyor ama bunlar hani çok büyük değil. Mesela bir Almanya’ya gitmiş olsalardı, burada durum çok farklı olacaktı. Dolayısıyla Türkiye’ye gelen Kazakların, dediğimiz gibi kültür farkları var, fakat bu çok büyük değil. Benziyor ama yine de elbette onu korumak istiyorlar, çocuklarına Kazakça öğretmek istiyorlar, kültürlerini öğretmek istiyorlar. Ama tabii bu zaman içinde aşınıyor. Fakat burada iki önemli kırılma noktası oldu bizim Kazakların kültürlerini korumasında. Birincisi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1978’de dışa açılması. O zamana kadar Doğu Türkistan kapalı kutuydu. Mesela oradan Kazaklar göç etmiş ama oradaki akrabalarından haber alamıyorlardı, sağ mı değil mi bilmiyorlardı. Onlar da bu tarafı bilmiyorlardı. 1978’te açılmasıyla birlikte hemen bizim bir abimiz, Mansur Teyci, 1979’da gidiyor, oradaki tüm Kazakların akrabalarını buluyor ve böylece mektuplaşma, hatta gidip gelmeler başlıyor. Ve bu ne oldu? O zamana kadar biraz Kazakça zayıflamıştı Türkiye’de. O gidip gelmelerle… Çünkü orada Kazakların Kazakçası çok güzeldir. O dönemde Doğu Türkistan Kazaklarına, Uygurlara, Uygurca, Kazakça tedrisat, eğitim, kültür hepsi vardı. Bunlar destekleniyordu. Ancak son yıllarda bu baskıya uğradı. Artık onlara bir Çinlileştirme, asimilasyon politikaları başladı.
Ruşen Çakır: Uygurların yaşadığı sorunu Kazaklar da yaşıyor mu şu anda?
Abdulvahap Kara: Şu anda yaşıyorlar. 2016’dan itibaren, bu Xi Jinping’in gelmesinden sonra büyük bir baskı var. Oradaki Türkleri Çinlileştirme, asimile etme var. Bugün zaten aydınlar korkuyorlar, diyorlar ki; ‘‘Bir 30-40 yıl sonra Doğu Türkistan’da Kazak kalmayacak, hepsi Çinlileşecek.’’
Ruşen Çakır: Çinlileştirme mi, dinden çıkartma mı?
Abdulvahap Kara: Hepsi var. Dine de karşı var. Etnik olarak, kültürel olarak da onları yok etmek. Mesela Kazak okulları, mektepleri kapatıldı yakın dönemde, birkaç yıl içinde. Ve gençler özellikle çalışma hayatında Çin’in iç bölgelerine gönderiliyorlar. Yani Urumçi’de iş vermesi pek mümkün görünmüyor. Orada yalnızlaşarak…
Ruşen Çakır: Şunu sorayım, bu konu önemli bir konu çünkü: Belli bir tarihe kadar, mesela Çin Halk Cumhuriyeti tarafından resmen Kazak kimliği kabul edilen kişiler, şimdi kabul edilmez mi oldu?
Abdulvahap Kara: Şimdi Kazakları elbette kabul ediyor; ama onların milli eğitim alma hakları yok ediliyor.
Ruşen Çakır: Anladım, anladım.
Abdulvahap Kara: Şimdi ikinci kırılma noktamız 1991 senesinde meydana geldi. O sene Kazakistan bağımsızlığını ilan etti. Daha önce Sovyet döneminde kapalı kutuydu. Burası bağımsız ilan edilince ne oldu; iki taraf arasında büyük bir gidiş geliş oldu, ilişkiler kuruldu ve burada Kazakları en çok mutlu eden bir hadise de Türkiye Cumhuriyeti’nin Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olmasıydı. 2 saat içinde Türkiye Cumhuriyeti Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıdı. Bu da gösteriyor ki bizim atalarımız Keşmir’de doğru bir karar vermişler, ‘‘Biz Türkiye’ye gideceğiz’’ demekle.
Ruşen Çakır: Orada o zaman şöyle bir şey var; şimdi bir Doğu Türkistan’da Kazaklar var, bir bağımsızlığını kazanmış bir Kazakistan var, bir de burada Türkiye Cumhuriyeti var.
Abdulvahap Kara: Moğolistan’da var.
Ruşen Çakır: Dolayısıyla her tarafla da irtibatı olan, bir şekilde olmaya çalışan bir Kazak topluluğu var.
Işıl Tuna Pınar: Evet.
Ruşen Çakır: Bugün itibariyle kaç kişiden bahsediyoruz?
Işıl Tuna Pınar: Hocam, o konuyu siz daha iyi bilirsiniz.
Abdulvahap Kara: Şimdi şöyle, bizim Kazakların büyük özelliği bizde diyalekt, ağız yoktur. Mesela Kazakistan geniş bir coğrafya, 2.700.300 km², bu coğrafya geniş ama doğudaki Kazakla batıdaki Kazak aynı dili konuşurlar. Moğolistan’daki Kazak aynı, Türkiye’deki aynı ve hatta Doğu Türkistan Kazakları hepsi aynı dili konuşurlar birbirleriyle de. Ve Kazakların ikinci bir özelliği, akrabalık ilişkileri çok kuvvetlidir. Yani tabii Türkiye’de de kuvvetlidir ama Kazaklarda daha da onun üzerine çıkmaktadır. Bir de Kazaklarda kabile hayatı meşhurdur, boy boy kabile, yani şehirde bile bunu devam ettiriyorlar. Hani belki siz bir iki tanesini Cengiz Han’ın mücadelelerinden bilirsiniz. Mesela Nayman boyları vardır, Nayman Kabilesi veyahut Kereyler, kitaplarda Keraitler diye geçer. Bunlar Kazakların iki koludur ve bugün Türkiye’deki Kazakların çoğunluğu Kereylerdir. Az bir kısmı Naymanlardır. Dolayısıyla onlar bu şeyi korumuşlar ama tabii şimdi günümüzde gittikçe zayıflıyor. Mesela ilk yıllarda her boyun bir yöneticisi vardır; yoksulu gözetir, evlenemeyen gençleri evlendirir, her türlü… Yani kendi evladı gibi onları gözetirlerdi. Bu şekilde çok büyük bir ilişki vardır. Nüfusa gelirsek, şu anda bizim bu göçle gelen Kazakların nüfusu, tabii bu biliyorsunuz nüfus sayımında ortaya çıkmıyor, bizim tahmini rakamlarımız, kesin değil, yani 20.000 civarında Türkiye çapında Kazak olduğunu düşünüyoruz ve bunun çoğunluğu İstanbul’da, İstanbul’da da en çoğu Zeytinburnu’nda yaşamaktadırlar.
Ruşen Çakır: Evet. Peki Işıl Hanım, nedir şu anda Kazakların şikayetleri? Kazakların kendi aralarında örgütlülükleri, sivil toplum kuruluşları vesaire var mı? Bir arayışları var mı? Mesela Türkiye’deki genç kuşak Kazaklar Kazak mı?
Işıl Tuna Pınar: Şimdi Zeytinburnu’nda en çok yaşıyorlar ve Zeytinburnu’nda da aktif anlamda her alandaki iş kolunda kendilerini görüyoruz. Yani ticaretten akademiye, sanattan tıp alanına kadar Kazaklar geniş yelpazede çalışıyor. Hani eskiden daha çok deri işleriyle uğraşırlardı diyorduk ama bugün net bir şey söyleyemiyoruz çünkü eğitim alanının her yerindeler, her türlü eğitimi alıyorlar ve her mesleği yapabiliyorlar. Özellikle sivil toplum örgütü ve dernek vakıf işlerinde çok failler. Zeytinburnu’nda bu alanda çok fazla vakıf var. KATEAD, bunlardan bir tanesi. Özellikle Kazak tarihi araştırmaları, Kazak dili araştırmaları, Kazak kültürü araştırmaları hem Türkiye Kazakları hem de Kazakistan’daki Kazaklarla iş birliği içerisinde paralel gitmekte. Bugün biz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde görev yapmaktayız. Kendi üniversitemizin Kazakistan’daki pek çok üniversiteyle iş birliği halinde olup uluslararası sempozyum ve paneller düzenleyerek de aslında bu kültürel yakınlığı devam ettirmeye çalıştığını söyleyebilirim ben bu noktadan.
Ruşen Çakır: Peki hocam, ‘‘Kazaklar çok misafirperver’’ diyorlar. Şimdi Türklere de diyorlar ama çok emin değilim.
Işıl Tuna Pınar: Misafirperverler, bizden daha misafirperverler.
Ruşen Çakır: Bu bir şehir efsanesi mi?
Abdulvahap Kara: Bu gerçek. Çünkü Ruşen Bey… Yani Türkler de misafirperverdir. Hani ben Almanya’da 7 sene yaşadım.
Ruşen Çakır: Neyse, o konuyu açmayalım isterseniz.
Abdulvahap Kara: Ama siz şehir hayatıyla karıştırmayınız lütfen. İstanbul gibi büyükşehirlerde bu olmaz; ama Anadolu’nun köylerine gidin, değil mi? Çünkü şehir hayatı insanı yozlaştırır. Dolayısıyla ama Kazaklarınki gerçekten muhteşem. Mesela bir Kazak evine misafiri geldiği zaman varını yoğunu döker. Yani bir sofrayı görürsünüz, bir kuş sütü eksik. Biz bazen Kazakistan’a gittiğimiz zaman bu şekilde ağırlandığımızda utanıyoruz. Niye utanıyoruz? Çünkü onlar İstanbul’a geldiği zaman, ben evime davet ettiğim zaman o zenginlikte sofra kuramam. Diyoruz ki; ‘‘Bak, biz buradayız ama sen bize geldiğinde şaşırma. Yani biz bu kadar büyük sofra kuramayız’’ diye. Ama şöyle bir olay başımdan geçti, bir gün Kazakistan’dan üniversite hocaları bir heyet burada bizim bir Sivil Toplum Kuruluşu’nun davetiyle 15-20 kişi gelmiş, içlerinde gazeteciler, basın var, Türkiye’yi gezmişler ve demişler ki; ‘‘Biz İstanbul’da bir Kazak yaşamı görmek istiyoruz. Biz Kazakların bir evini ziyaret edelim bakalım, nasıl evleri?’’ Ve bunun üzerine konsolosluğa müracaat ediyorlar, Konsolos Bey de beni arıyor, diyor ki; “Hocam, senin evinden iyi ev bulamayız. Bu misafirleri size gönderiyoruz.” “Hay hay başımızın üstüne” dedim. “O bizim Türkiye’ye davet eden arkadaşlar sizi arayacak” dedi ve bir Türk arkadaş beni arıyor, “Hocam, konsolos verdi numaranızı, biz yarın size akşam 20.00’de geleceğiz.” Dedim, “20.00’de kabul etmem, bana 18.00’de geleceksiniz, yemek yiyeceksiniz.” “Ha hocam, biz restoranda yemek yiyecektik. Sizde sadece bir çay…” Bizim Kazaklarda yemeğe davet etmezler Ruşen Bey, çaya davet ederler. Çay demek yemek demektir, yani çok kibarca. Dolayısıyla, ‘‘Bizde Kazaklar çay deyince yemek anlarlar. Eğer siz böyle kurabiyeli sırf çay istiyorsanız, o zaman bir Türk’ün evine götürün’’ dedim. Hani Türklerde çaya davet etmek öyle olur ya. Bu da zaten meşhurdur, Kazakistan’ı bilenler bilirler. Bazen sorarlar böyle çaya davet edince. Hatta benim hocam Profesör Doktor Gülçin Çandarlıoğlu, Kazakistan’ın Türkistan Üniversitesi’nde görev yaptı rektör olarak. İlk gittiğinde bir hanım çaya davet etmiş, hocam da yemek vaktine dikkat eder, öğlen yemeğini yemiş, demiş, “Orada çay içeceğim.” Bir gitmiş ki sofra dolu. “Ya bu ne?” demiş. “Biz yemeğe çay deriz.” Ondan sonra arayanlara diyormuş ki, “Bir dakika, sizin çağırdığınız Türk çayı mı, Kazak çayı mı?” diye soruyormuş. Şimdi onun gibi ben de dedim ki, “Biz de Kazak çayı böyle olur. Sen 18.00’de yemeğe getiriyorsan getir, getirmiyorsan çaya başka eve götür” dedim. “Hocam, sen beni yanlış anladın, başımızın üstünde. Sen bu İstanbul gibi yerde… Burası Kazakistan değil. Kazakistan’da 15 çeşit yemek yaparlar. Sen nasıl yapacaksın?” dedi. “E, orayı karıştırma” dedim. Şimdi biz de şöyledir; ben apartmanda oturuyorum, aile apartmanıdır, teras katımızda büyük kazanlarımız vardır, orada pilav yaparız, yemekler yaparız. Benim kardeşlerim var, gelinler var, annem o zaman sağdı.
Ruşen Çakır: Zeytinburnu’nda mı?
Abdulvahap Kara: Zeytinburnu’nda. Annem işte soğan doğrar, öbürü kavurur, öbürü pişirir, hamur işleri yapılır.
Ruşen Çakır: Tam teşkilatı kurmuşsunuz.
Abdulvahap Kara: İşte bizde bu gelenektir. Bizde her sene işte toy (düğün) olur, uzaktan misafir gelir, birinin çocuğu doğar, biri hacca gider. Yani biz bir davet ettiğimiz zaman 50-60 kişiyi eve alırız. Dolayısıyla bizim bu şekilde bir misafir anlayışımız var.
Ruşen Çakır: Evet, toparlayalım. Bayağı bilmediğimiz bir şeyi öğrenmiş olduk. Şimdi, Tatar diye…
Abdulvahap Kara: Burada ben size bir şey daha söyleyeceğim.
Ruşen Çakır: Pardon. Çok bilinen, mesela Zeytinburnu deyince benim aklıma hep Tatar gelirdi ama Kazak mesela bilmezdim, öğrendim.
Abdulvahap Kara: O neden biliyor musunuz? Şimdi Kazakistan bağımsız olmadan önce, biz böyle İstanbul’un çeşitli yerlerinde dolaşırken birileri görürler, hani çevremiz değişik, “Siz nerelisiniz, hangi millettensiniz?” derler. Biz deriz ki; “Kazağız.” Adam yüzümüze bakar, anlamıyor şimdi. Ondan sonra; “Sen Kazaksan ben de gömleğim” derdi. Öyle bir mefhum yoktu Türkiye’de.
Ruşen Çakır: Ama bağımsızlık kazanınca, değil mi?
Işıl Tuna Pınar: Tabii.
Abdulvahap Kara: Tabii. Ondan sonra derdi ki, “He, siz Tatarsınız.” Genelde Tatarlarla biz akrabayız. Onlar da Kıpçak Türkleri, biz de Kıpçak. Kırım Türkleriyle Kazak Türkleri bunlar Kıpçak grubuna girerler. Dolayısıyla Zeytinburnu’nda Tatar pek yoktur, onlar Kazaktır.
Ruşen Çakır: Öyle mi?
Abdulvahap Kara: O Tatar bildikleriniz Kazaktır.
Işıl Tuna Pınar: Evet evet, hepsi Kazak.
Abdulvahap Kara: Dolayısıyla yani bu… Siz de başında dediniz ya, “Ben Kazaklar olduğunu bilmiyordum” diye. Yani bu Kazakistan bağımsız olduktan sonra, benim annem 20-30 yıldır alışveriş ettiği mahalledeki bakkala gidiyor, bakkal demiş ki, “Ya teyze, sen yıllardır ‘Kazağım’ diyorsun. Anlamıyordum, şimdi anladım, Kazakistan’mış bu.” Burada bir şey daha ilave etmeme müsaade ediniz. Şimdi buradan ben şöyle bir neticeye gelmek istiyorum. Bu Kazaklar, işte Doğu Türkistan’dan göç etti, Türkiye’ye geldi. Şimdi bunun ne gibi sonuçları oldu? İşte burada ben düşündüğüm zaman şöyle bazı önemli sonuçlara vardım. Şimdi biliyorsunuz Kazakistan Cumhuriyeti uzun seneler, gerek Çarlık Rusya’nın, gerekse Sovyetler Birliği’nin bir koloni siyasetine maruz kaldı; dilini, kültürünü, dinini değiştirmeye kalktılar, ateist bir toplum yaratmaya çalıştılar. İşte 91’den sonra, bu Türkiye Kazaklarının dekolonizasyon hadisesinde tekrar eski kültürün rehabilitasyonunun büyük bir fonksiyonu oldu. Mesela bir şey söyleyebilirim, mesela bizde Kazaklardan, Türkiye Kazaklarından Halife Altay diye bir araştırmacı kişilik çıktı, vefat etti yıllar önce. Bu, tarihte ilk defa Kur’an-ı Kerim’in Kazakça mealini yazdı 1988’de ve 1991’de Kazakistan bağımsız olunca oraya göç etti, din irşat işleriyle meşgul oldu. Onun ilmihalleri, dini kitapları, Kur’an-ı Kerimleri birçok kişinin namaz öğrenmesine, dini bilgileri öğrenmesine vesile oldu. Onun dışında biliyorsunuz, Sovyetler Birliği’nde Sovyetlere karşı mücadele eden ilk başlangıçta Bolşevik devriminde Alaş Milli hareketi vardır. Bunun lideri Alihan Bökeyhanov’dur, Mustafa Çokay’dır, Ahmet Baytursunov’dur, Miryakup Dulatoğlu’dur. Bunlar Sovyet döneminde yasaklandı, bunları yaşatan Türkiye Kazakları oldu. Buraya geldikten sonra, 50’lerden sonra bunlar çeşitli dergiler, kitaplar yayınlayarak Kazakların bu milli hareketinin liderlerini Türkiye’ye tanıtmaya çalıştılar, dünyaya tanıtmaya çalıştılar. Bu şekilde, ben sanıyorum ki Türkiye Kazaklarının bugün bağımsız Kazakistan’a kültürel açıdan, manevi açıdan büyük katkılar oldu. İkinci bir katkımız da öyle sanıyorum ki Kazakistan-Türkiye ilişkilerine de katkı sağlamaktadır. Bağımsızlıktan itibaren bizim Türkiye’deki Kazaklar, Türkiye Cumhuriyeti ile Kazakistan’ın ilişkilerinin gelişmesine elden geldiğince katkı sağlamıştır. Bir üçüncü boyutu var, o da bizim bu Türkiye Kazakları sadece Türkiye’de değil, tüm Avrupa ülkelerinde var. Bugün siz Almanya’ya giderseniz, Fransa’ya giderseniz, İsveç’e giderseniz, Avusturya’ya giderseniz, Danimarka’ya giderseniz, buralarda Kazaklar vardır.
Ruşen Çakır: Türkiye üzerinden gidenler.
Abdulvahap Kara: Tabii, tabii. Bu işçi anlaşmasından sonra nasıl ki buradaki vatandaş sıkıntı çekti, iş aramaya gitti, bizim Kazaklar da aynı sıkıntıyı çekti. Onlar da gitti ve dediğimiz gibi bu göç, konargöçer hayattan gelen birliktelik güçlüdür ve bugün Avrupa’nın her başkentinde bir Kazak Derneği vardır. Mesela Köln Kazak Derneği, işte Münih Kazak Derneği, Paris Kazak Derneği. Bunlar çok iyi faaliyetler yapıyorlar ve tabii bunlarla birlikte Kazakistan da bağımsızlıktan sonra bu dernekleri desteklemektedirler. Aynı zamanda Kazakistan elçilikleri, konsoloslukları Türkiye’de ve diğer ülkelerde gerek çevrim içi gerek çevrim dışı Kazak dil dersleri vermektedir.
Ruşen Çakır: ‘‘Göç ettiklerine hayıflanıyorlar mı?’’ diye sormayı düşünüyordum Işıl Hanım ama Abdulvahap Bey’in söylediklerinden hareketle baktığım zaman ‘‘İyi ki de gelmişiz’’ diyorlardır.
Abdulvahap Kara: Burada bir nokta daha vereyim size, desteklemek açısından. Bugün yapılan araştırmalarda dünyanın 30 ülkesinde Kazaklar yaşamaktadır. Yani Sovyet baskısı, sadece Doğu Türkistan değil, Sovyet döneminde 1933’te büyük bir açlık felaketi yaşandı, Kazak halkının yarısı kırıldı Stalin döneminde. O açlık felaketinde bazı Kazaklar, işte Türkmenistan, Afganistan üzerinden yurt dışına çıktılar ve bugün dünyanın yaklaşık 30 ülkesinde Kazaklar yaşıyor. Ve ben diyorum ki araştırmalarıma dayanarak: ‘‘En mutlu diaspora Türkiye Kazaklarıdır.’’
Işıl Tuna Pınar: Kesinlikle.
Ruşen Çakır: Evet, nasıl bitirelim Işıl Hanım? Kazakların Türkiye’deki varlıklarını daha fazla duyacak mıyız, ne dersiniz?
Işıl Tuna Pınar: Kesinlikle duyacağız, kesinlikle duyacağız diyebilirim. Çünkü hem çalışkanlar hem de kültürlerini koruyarak gidiyorlar. Aynı zamanda da zaten işte Kazakistan’ın bağımsızlığı, Kazaklar için bir dönüm noktası 1991 yılında. Ben şimdi bir de şunu eklemek istiyorum aklıma gelmişken. Bazen yanlış bir algı oluşuyor, sanki Kazaklar göç etmek için çıktılar, Hindistan ve Pakistan’a geldiler, sonradan karar verdiler Türkiye’ye gelmeye. Hayır, ilk baştan itibaren tek bir hedef vardı, ikinci vatan olarak gördükleri Türkiye’ye göç etmekti. Çünkü hem zalimin zulmünden kaçış hem de aslında mücadeleyi bir Türk yurdunda devam ettirebilmek adına ve başarılı da oldular. Bugün aslında diaspora olarak da tanımlayabiliriz bunu. İşte Almanya’da, Amerika’da, vesaire pek çok yerde sivil toplum örgütleri vasıtasıyla seslerini duyurmaktadırlar.
Abdulvahap Kara: Işıl güzel bir yeri bana hatırlattı. Bu Sovyetlere karşı mücadele eden Kazakların büyük lideri Mustafa Çokay demiştik, Çokay 1920’de yurt dışına çıkıyor ve 1941’e kadar Paris’te Sovyetlere karşı fikri mücadele yapıyor ve Kazakistan ve tüm Türkistan cumhuriyetlerinin bağımsızlığını savunuyor, Türk birliğini savunuyor. Onun Türkiye hakkında veciz bir sözü var, şöyle diyor: “Her dış Türk’ün iki vatanı vardır, ikincisi Türkiye’dir.”
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Abdulvahap Kara ve Işıl Tuna Pınar, çok sağ olun. Kazakları öğrendik, Türkiye’deki Kazakları sayenizde öğrendik. Evet, ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’ 27. bölümünde Türkiye’deki Kazakları konuştuk, Işıl Tuna Pınar ve Abdulvahap Kara ile. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.