“Başın öne eğilmesin, aldırma kartal aldırma. En büyük sen değil misin? Aldırma kartal aldırma…”
İlk kez bu besteyi İnönü Stadı’na 2007’de gittiğimde duydum. Bir Ankaraspor maçıydı. O gün, tribünlerde hissedilen duygu büyüleyiciydi. Henüz 12 yaşındaydım ve Beşiktaş benim için sadece bir futbol takımı değil, çocukluğumun en saf sevgi kaynağıydı. Stadyuma yaklaştığımızda yükselen coşku, bambaşka bir dünyanın kapılarını araladı. O dünyanın içinde yalnızca galibiyet ya da mağlubiyet yoktu. Beşiktaş’ı sevmek, bir duygunun ve kolektifin bir parçası olmak demekti. Takım yine iyi durumda değildi. Şampiyonluk yine gitmiş, yönetim krizi ayyuka çıkmıştı. Ama o gün, tribünlerde yankılanan “Başın öne eğilmesin, aldırma kartal aldırma” bestesi, Beşiktaşlı olmanın anlamını anlatan bir manifestoydu adeta. Taraftarın “Herkes kendine gelsin” deme şekliydi. Her kelimesi sevgiyle yoğrulmuş, her notasında sadakat vardı. Sitem de tam olarak sevgiden doğmuştu.
Tribünlerin o günkü hali gözümün önünden gitmiyor. Kimsenin elinde telefon yoktu, kimse sahada olanlara sinirlenip sırtını dönmüyordu. Sinirini sitemle beraber, iyileştirmeye yönelik bir istekle haykırıyordu. O zamanlar, Beşiktaşlı olmak bir duruştu. Beşiktaş kendi hikâyesini yazıyordu, diğerlerinin gözünde ne olduğunun bir önemi de yoktu. Bu hikâye, her yenilgide güçlenen, her galibiyette tevazu ile büyüyen bir masala dönüşsün istiyordu taraftar.
Gladyatör arenasına giden yol
Biraz zaman ilerleyince değişim de kırılarak başladı aslında. 2012-13 yıllarına geldiğimizde, Beşiktaş’ta değişim rüzgârları esmeye başladı. İnönü Stadı yıkıldı. Taraftar evine veda ederken bir kültüre de veda ettiğini biliyordu. Ancak bu kadarı da beklenmedi. Vodafone Arena ile birlikte yeni bir dönem başladı. Bu süreç, bir dönüm noktasıydı. Modern bir stadyum, Beşiktaş’ı ve taraftarının kimliğini yeniden tanımladı. İlk başta bu değişim bir umut ışığı oldu. Borçların artmasıyla yaşanan ekonomik krizlere rağmen, Beşiktaş güçlü bir dönem geçirdi. Şampiyonluklar geldi, tribünler doldu. Ama bu doluluk, eskisi gibi değildi. Coşkunun yerini bir gösteri alanı almıştı. Çağın getirdiğini yaşarken tüketme ve hissetmeme hali burada da kendini gösterdi. Burası bir aile yeri olmaktan çıkarak bir gladyatör arenasına dönüştü.
“Eski samimiyet kayboldu”
Tribünlerde de bir dönüşüm hissediliyordu. Herkesin elinde telefon vardı artık. Maç izlemek, bir performans sergilemek gibiydi. “Bugün tribünde nasıl göründüğümüz” sorusu, “Beşiktaş’ın ne olduğu ve ne hissettirdiği” sorusunun önüne geçmişti. Sosyal medya, taraftar olmanın anlamını değiştirdi. Artık bireyler, tribünlerde değil, sosyal medya platformlarında bir araya geliyordu. Sahadaki mücadele değil, paylaşılan bir story ya da tweet daha önemli hale geldi. Bu dönemde Beşiktaş’ı sevmek, bir moda akımına katılmak gibi oldu. Coşku vardı ama o eski samimiyet kayboldu.
Covid-19 salgını sonrasında ise değişim artık sadece tribünlerde değildi. Değişim, Beşiktaş’ın kimliğinin her köşesine sindi. Kulübün finansal krizi daha da derinleşirken, borçlar Beşiktaş’ın geleceğini bir belirsizliğe sürükledi. Transfer politikaları günü kurtarmaya yönelik hamlelerle sınırlı kaldı. Bu süreçte, Beşiktaş’ı gerçekten sevenlerin sayısı da azaldı. Tribünlerde artık kimse “Aldırma kartal aldırma” diye bağırmıyordu. Bunun yerini, başarısız sonuçların ardından öfkeli yorumlar ve daima “Yenisi gelsin” talepleri almaya başladı.
“At gözlükleriyle tüketim isteyenler, tüketemediklerini bir kez daha kulübe çağırıyorlar”
Tribünlerin bu hâlini görmek, yalnızca bir taraftar olarak değil, bir insan olarak da beni yaraladı. Çünkü Beşiktaş’ın yaşadığı bu dönüşüm, yalnızca futbolun değil, dünyanın da bir aynası. Artık aidiyet yerini tüketim kültürüne bıraktı. Eskiden insanlar Beşiktaş için bir araya gelir, birlikte sevinir ve birlikte üzülürdü. Şimdi ise herkes kendi dünyasına kapanarak yalnızca kişisel tatmin peşinde koşuyor. Beşiktaş’ın kötü oynadığı bir maçın ardından bile, kimse sahadaki ruhsuzluğu konuşmuyor. Herkes bir sonraki transferin kim olacağını tartışıyor. Bir hocayı gönderiyorlar, yeni bir hocayı alıyorlar. At gözlükleriyle tüketim isteyenler, tüketemediklerini bir kez daha kulübe çağırıyorlar. Bir çemberde aynı hocalar, aynı başkanlar ve aynı oyuncular servis ediliyor. Değişimin duygusal olduğunun farkında olmadan, sadece somut değişimler talep ediliyor. Halbuki yeni geleni de öğüteceklerinin farkında değiller.
Geçenlerde ise Kasımpaşa maçına (Beşiktaş’ın 3-1 yenilgisiyle sonuçlanan) gittim. Stadyuma girerken eski heyecanımı hatırlamaya çalıştım. Takım iyi oynamadı. Öne geçilen maçı kaybetti. Ve bir reaksiyon dahi gösteremedi. Taraftar da takıma ayak uydurdu ruhsuzluk konusunda. Tribünlere bakınca, o eski uyarıcı coşkuyu bulmak çok zordu. İnsanların yüzlerinde, bir zamanlar Beşiktaşlı olmanın getirdiği ışık yerine, anlamsız bir boşluk vardı. Herkes sahadan çok telefonlarına bakıyordu. Besteler vardı, fakat o eski ruh yoktu. “Aldırma kartal aldırma” bir zamanlar bir bağlılık yeminiydi. Bugün ise yazımın temel noktası olan bir nostalji olarak kaldı.
“Geleceksizlikle yüzleşilen bir dönem”
Asıl üzen ne biliyor musunuz? Bu değişimin yalnızca bir dönemsel krizden ibaret olmaması. Bu, Beşiktaş’ın geleceksizlikle yüzleştiği bir dönemin başlangıcı gibi. Kulübün borçları, altyapı eksiklikleri ve aidiyet duygusunun kaybı, yalnızca bugünü değil, yarını da tehdit ediyor. Beşiktaş artık bir hayal değil, bir sorunlar yumağı. İnsanlar, bu sorunların altında ezildikçe, Beşiktaş’a olan sevgilerini de kaybediyor.
Ve şimdi düşünüyorum: O gün, 2007’deki Ankaraspor maçında duyduğumuz “Aldırma kartal aldırma” sesi nereye kayboldu? Bu sadece bir beste miydi, yoksa bir dönemin, bir hayat biçiminin yankısı mı? Belki de vedalaşmam gereken şey yalnızca Beşiktaş değil, o eski dünyanın hisleri. Bugün Beşiktaş tribünlerinde bulamadığımız şey, yalnızca kaybolan bir şarkı değil, kaybolan bir topluluk ruhu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Aldırma kartal aldırma”
Yine de, o sesi içimde hâlâ duyuyorum. Güzel olanı arzulamak gerekiyor her yaşanan dönüşüme rağmen. Çünkü öğrendiğim, bildiğim ve tam olarak da sevme nedenim olan Beşiktaş, bana bunu verdi. Ve belki bir gün, tribünlerde o eski ruhu yeniden bulabiliriz. Ama şimdilik, bu ruha edilen vedayı sessizce kabul etmek zorundayız. Çünkü Beşiktaş’ı sevmenin ne demek olduğunu hâlâ biliyorum. Ve bu, ne olursa olsun, değişmeyecek bir gerçek. Başın öne eğilmesin, aldırma kartal aldırma…