30 Aralık 1994’te The Marmara Oteli’nin bünyesindeki Opera Pastanesi’nde bir patlama olmuştu. Bombacı otelin güvenliğinden rahatlıkla geçmiş ve paltosunun cebindeki bombayı Opera Pastanesi’nin portmantosuna bırakmıştı. Bu eylem sonrası iki kişinin yaşam hakkı elinden alındı. Arkeolog, rehber Yasemin Cebenoyan’ı o gün ve o gün yaralanan Onat Kutlar’ı ise 11 Ocak 1995’te kaybettik.
Patlamanın ardından, Radikal İslamcı örgüt İBDA-C eylemi üstlendi. Bir süre PKK, kamuoyunda teşhir olmaktan kurtuldu, bombalamanın faili olarak görülmedi. Ama suçlu yakalanınca ve suçunu itiraf edince işler değişti. Eylem PKK adına yapılmıştı. Suçlu, pişmanlık yasasından yararlandı. Cezasının tümünü çekmeden, 9 yıl yattıktan sonra da serbest bırakıldı. PKK aktif olarak eylemi savunmadı ama eylemin sorumluluğunu reddetmedi de. Örgüt suçlu bulunan şahsın kendileriyle bir alakası olmadığını hiçbir zaman iddia etmedi. Dolayısıyla alakası olduğunu kabul etmiş oldu.
2019’da trafik kazasında kaybettiğimiz Cüneyt Cebenoyan ile ablası Yasemin Cebenoyan’a dair kısa da olsa söyleşi yapma şansım olmuştu. Cebenoyan’ın söylediklerini yeniden paylaşmak isterim:
“O kadar karmaşık süreçler ki bunlar… İnsanın başından geçen kötü hadiseler olarak görülmesi çok yetersiz kalır. Bunlar insanı başka birine dönüştüren, hayatı boyunca takip eden, diğer insanlarla ilişkilerine temelden etki eden, hatta başkalarıyla kurduğu ilişkileri belirleyen olaylar. İnsanın hayatında kocaman kopuşlara, parçalanmalara, dağılmalara neden olan olaylar. O kadar dağıldım ki aslında “noktaları birleştirin” tarzı bir şeye dönüştüm diye düşünüyorum. Bir şekil var ama noktalar arasındaki bağ neredeyse kopmuş, yok olmuş gibi hissediyorum bazen…
Yasemin başkaydı, çocukken kedi köpek gibiydik işin doğrusu. Çok kavga ederdik ama çok da eğlenirdik. Aşk/nefret ilişkisiydi. İkimiz de underachiever’lar olduk. O Saint Benoit’da okudu, ben Sankt Georg’da. İkimiz de sınıfta kaldık lisede. Ama üniversiteye girdik. Yasemin, iki üniversite bitirdi hatta. Hem Fransız Dili ve Edebiyatı hem de Arkeoloji. Yasemin, üniversitede kalmayı denemedi ama kadro çıkmadı bir türlü. Kazılara gidiyordu yazları ama arkeolog olmak için kadro gerekiyordu. Rehber oldu. “Satış yapmayan” kendine özgü bir rehber! Yasemin ile kedi köpekliğimiz teenagerlığımız bitince bitti tabii. Zaten o kadar meleksi bir insana dönüşmüştü ki…”
‘O bir lodosçuydu…’
Lodos estikten sonra sahile inip, denizin kıyıya sürüklediği değerli şeyleri toplayan kişilere ‘lodosçu’ deniyormuş. Cebenoyan: “Biz bu meslekle bir televizyon programında karşılaşınca, idealimizdeki yaşam tarzının, kariyer çizgisinin bu olduğuna karar verdik! Ve hayali örgütümüzü, yani Lodos Partisi’ni kurduk. Nerede bir eksantrik görsek, onun bir lodosçu olup olmadığını değerlendirirdik. Bir tür sevimli kaybedenlik durumu denebilir. Ya da tutunamayan. Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ kitabındaki tanımdan çok farklı değil. Ama kitabı okumadan varmıştık bu fikre. Her şey eğlenmek için uydurulmuş bir fanteziydi tabii ki.”
Birlikte yaşayan insanlara özgü bir iletişimleri varmış. Sadece onların komik bulduğu şeyler. Ve bakışmak yetermiş anlaşmalarına.
O karanlık günü anımsayınca, Cebenoyan, annesinin kendisini hiç affedemediğini söylemişti. Yasemin, telefon çalarsa “Yasemin müsait değil de” demiş annesine. Ama yalan söylemeyi beceremeyen annesi telefonu Yasemin’e vermiş. O da, “hayır” demeyi beceremeyip, davete icabet etmiş ve Opera Pastanesi’ne gitmiş, The Marmara’daki…
Cebenoyan: “Tabii ki kendine gelemedi annem yıllarca. Oğlum doğdu Yasemin’in üçüncü ölüm yıldönümünde, 30 Aralık 1997’de. Annem ve babam Yasemin’i anma törenindeyken biz hastanede, doğumdaydık. Garip bir tesadüf. Ama Ali’nin gelişi bile bir yıl kadar annemi pek etkilemedi, depresyondan çıkamadı. Tam yeniden hayata bağlanıyordu ki, bu kez depreme yakalandılar…”
Yasemin’in siyasi görüşünü merak etmiştim… “Her zaman solcu oldu hayatı boyunca ama siyasetle yakından ilgili değildi. Kalbi hep ezilenlerden, yoksullardan, kaybedenlerden yana oldu. Üniversitede çok farklı sınıfsal ve kültürel kökenlerden gelen, kendisi gibi ayrıcalıklı okullarda okumamış öğrencilerle okudu ve onların koruyucu meleğine dönüştü. Fransızcalarına yardım ettiği arkadaşlarından hediyeler gelirdi. Diyarbakır karpuzları, heybeler…” demişti Cüneyt Cebenoyan. Söyleşimizin sonunda söyledikleri ise içimi burkmuştu bir kez daha: “Ben onun “lan oğlum lümbül”üydüm. Lümbül, Patrice Lumumba’dan türemiş bir isim, uzun hikaye… Babam, “Lumumba” dermiş bana falan… Kabullenemedim galiba hala Yasemin’in ölümünü. Dilim o kadar çok sürçer ki, sevdiğim başka kişilere “Yasemin” diyiveririm.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Her gün bebekler ölüyor, ne diyebilirim. Yasemin yaşasaydı insanlar ölmesin diye elinden ne gelirse yapardı. Kalbi Diyarbakır için atardı.” demişti Cüneyt Cebenoyan ve eklemişti: “Öldürmek çözüm değil, şiddet çözüm değil. Ama bu laflar da çok söylendi. Yine de her gün çocukların, dedelerin, ninelerin öldürüldüğünü duymaya devam ediyoruz. İçim acıyor. Kendi acılarımdan söz etmek ayıp geliyor. Barış istiyorum, herkes için.”