“Hümanist megalomaninin Müslümancası” başlıklı bu haftaki yazısında Kenan Çamurcu, ülkemizde sokak köpeklerine karşı yürütülen itlaf kampanyasının İslam’da meşru zemininin bulunmadığını örnekleriyle açıklıyor.
Arap edebiyatında “ya ümmeti” (ey ümmetim) diye başlayan şiir geleneği var. Halil Cibran’ın “Ey ümmetim, sana öğüt vereni inkar ediyorsun” diye başlayanı en meşhurları. Bizde Ahmet Altan, şiir olmasa da şiirimsi “Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.” cümlesiyle başlayan ünlü yazısını yayınlamıştı Haziran 1996’da, Yeni Yüzyıl gazetesinde. Mutlu günlerinde “reisçi” ve “hocaefendici” muhafazakârların yıllarca hayranlıkla sağa sola gönderdiği yazı.
Konya’nın Karatay ilçesinde, henüz hiçbir şey belli değilken 2 yaşında Suriyeli Rana’nın evsiz köpekler tarafından öldürüldüğü iddiasıyla araç konvoyu yapıp köpekleri protesto gösterisi düzenleyenleri görünce aklım “ey ümmetim, ey kavmim” diye haykırdı, “Sen Allah’ı da dinlemiyorsun artık, canlı hayata, hayvanlara düşmanlıkta zıvanadan çıktın, beyin ölümün gerçekleşti, yürüyen ölüsün.”
Trafik yasası, umumi asayiş, çevreye rahatsızlık falan takmadan ve güvenlik sektöründen hiçbir engelle karşılaşmaksızın uzun araç konvoyuyla korna çalarak şehri dolaşanların merkezi yönetime ve yerel idareye tepki gösterdiğine ilişkin bir belirti olmadığı için köpekleri protesto ettikleri belliydi. Tabii ki köpekler vekaleten protesto ediliyor, asıl tepki gösterdikleri doğa ve hayvan dostu insanlar, onların dernekleri, vakıfları, platformları, fıtrata riayetle doğaya ve hayvanlara dost uygar hayat tarzı. Yani medeni ve insani evren ile vahşi ve insanlık dışı karanlık âlemin karşılaşmalarından bir tanesi daha bu vaka.
Düğmeye basıldığında trolleri ve gerçek kişileriyle muhafazakar kavim sosyal medyada bir kez daha tüm köpeklere soykırım naraları atmaya başladı. Yayınlanan mesajlardaki iğrençlik seviyesini herkes biliyor, tekrarlayıp kirliliği artırmamak gerek.
İslamî kuruluşların köpeklere karşı kutsal cihadı
Bu vakayı kaçırılmayacak fırsat gören “İslamî” sıfatlı dernek ve vakıflar köpeklere karşı bir eylem, cihat, mücadele planlayıp sokağa taştı. Bu patolojinin, Avrupa güvenlik sisteminin kurucu aktörü olmaktan falan bahseden iktidardan destek görmesini şaşkınlıkla izliyoruz elbette. İtalya Başbakanı Meloni “Avrupa uygarlığına inanıyorum” noktasını koymuşken hem de.
Memleketin her köşesinden kadın cinayetleri, çocuklara tecavüz ve cinayetler, Alevilere nefretle galiz hakaretler fışkırırken yaprak kımıldamıyor da Karatay vakasında henüz ne olduğu bile bilinmiyorken idare, İçişleri Bakanı seviyesinde manifesto haykırıyor ve Allah’ın masum ve mazlum yaratılmışlarını, köpekleri hedefe koyuyorsa karanlık tünelden çıkmayı umduğumuz sırada daha da zifiri katmanlara sürüklendiğimize ikna olmalıyız.
Cebir ve şiddet kullanılarak toplanan, ıssız arazilere aç susuz atılan, sürekli korkutulan, itilen kakılan, bir lokma yemeğin çok görüldüğü köpeklerin bütün bunlara rağmen son beş yılda sebep olduğu varsayılan ölümlü vaka sayısı azami 30. doğrudan saldırıyla yaşanan ölüm kayıtları bu rakamın içinde. Buna karşılık son beş yılda 2 bin kadın, köpeklerin karşılaştığı muamelenin zerresine muhatap olmayan katiller tarafından öldürüldü. Devletin koruması altındayken öldürülenler de var aralarında. Hem de katiller bu cinayetleri alenen duyurarak göstere göstere işlediler. Tecavüze uğrayan çocuk sayısı 500’ün üzerinde. Bu çocukların %70’i öldürüldü. Ayrıca taammüden öldürülen çocuk sayısı 600’den fazla. Yani toplumsal hayat büyük bir çöküş yaşıyor, ama bu olayların hiçbirinin ardından İçişleri Bakanını kameralar karşısına geçip manifesto ilan ederken görmedik, köpek düşmanlığında azgınlaşmış kişiler ve kuruluşlar şu vahim tabloya tek kelime etmedi, gösteriler, protestolar düzenlemedi, basit bir basın açıklaması bile yayınlamadı.
Evsiz köpeklerin bakımı, gözetimi, beslenmesi ve barınmasıyla ilgili görevlerini yapmayan yerel idareye çıt çıkaramayan ahlaktan irtidat etmiş örgütlü ve organize dinselliğin mürailiği tariflere sığmaz. Canlı hayata karşı sorumluluğu ve yükümlülüğünü yerine getirmeyen kendisiyken ve kendini suçlaması gerekirken köpekleri hedefe koyan arsızlık onlarınki. Gökler ve yer, canlı hayatın sorumluluğu emanetini üstlenmekten çekindiği halde cahilce öne atılıp yükümlülüğü kabul eden (Ahzab 72), fakat görevini yerine getirmeyip sorumluluğunu üstlendiği hayvanları suçlayan arsızlık yani.
Bizim açımızdan hiçbir can istatistik konusundan ibaret değildir. Etnik kökeni, dini, inancı, inançsızlığı ne olursa olsun bir masumun bile zarar görmesi tüm insanlığın zarar görmesi gibidir çünkü. (Maide 32).
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Burada dikkat çekilmesi gereken mesele, böyle vakaları köpeklere soykırım için tepe tepe kullanan vicdansızlık, insafsızlık, merhametsizlik, gözü dönmüşlük; her fırsatta aidiyet teşhir edilen dinin imanın bu konuda söylediklerine rağmen dinden imandan nasibi olmama hali.
Soruşturmaya yön vermesi umulan şüpheler
Konya’daki olayla ilgili soruşturma başlatılmış. İddialar muhtelif; küçük kızın sadece belden aşağısında giysi bulunmaması, bacaklarda ısırık değil morluklar olması, 10 köpek saldırdığı söylenmesine rağmen ön otopsi raporuna göre boyun ve omuz bölgesinde ve başka birkaç yerde ısırık izi bulunması, bu izlerin nasıl ölüme yol açabildiği, çocuğu evinden epeyce uzakta tek başına gösteren güvenlik kamera kayıtları, ailenin cenazeyi alıp apar topar Suriye’ye gitmesi ve başka detaylar mutlaka değerlendiriliyordur ve umarız adliye popülist nefreti umursamadan gerçeği açıklar.
Şüphelerin listesi uzun, ama somut ve gerçek olan tek şey, zıvanadan çıkmış köpek düşmanlığı. Köpeklere düşmanlığın, kolektif şuuru iptal seviyesine sıçradığı The Walking Dead platosu Türkiye.
Aileye atanmış avukatın, çocuğun ölümüne köpeklerin yol açtığı ısrarına ve bunun dışında şeyleri gündeme getirenlere tepki göstermesine bakılırsa dosya “başıboş köpek saldırısı” başlığıyla ‘cold case’ arşivine kaldırılacak demektir. Avukat, mahallede olayı araştıranları “mahalleliyi kışkırtanlar” diyerek kriminalleştiriyor ve haklarında suç duyurusunda bulunacağını söylüyor. Gerçeği araştırmaya niye bu kadar tepkili acaba. Araştırma yapanlar mahalleliyi kime karşı kışkırtacak ayrıca. Diyelim ki anayasal haklarını kullanıp ahaliyi yerel yönetimin ihmaline tepki göstermeye teşvik ediyorlar, avukat bunu niye dert edip de suç duyurusunda bulunuyor?
Gerçeği araştırmanın tamamen değersizleştiği zor zamanlar bunlar. İlan edilen resmî doğruya göre konumlanmanın suç ve ödül konusu olduğu zamanlar.
Şuursuz nefreti besleyen kültürel ve dinsel altyapı
Bu yazıda meselenin adli ve kriminal tarafına değil de köpeklere yönelik şuursuz nefreti besleyen kültürel ve dinsel altyapıya dair birkaç şey söyleyeceğim. Çünkü örgütlü azgınlık, başka hesaplar gördüğü bariz belli köpek düşmanı kampanyasında usulen ve ahaliye suret-i haktan görünmek için Peygamber’in köpekleri öldürmeyi emrettiği yalanını, iftirasını ve uydurma rivayetleri ortaya atıyor.
Bunun doğru olmadığını gösterip kanıtlamanın onlara fayda sağlamayacağını çok iyi biliyorum. Çünkü dezenformasyona dayalı algı faaliyeti ve kampanyalarının belli bir ajandası var ve İslam bu ajanda içinde basit bir araç. Tabir caizse Peygamber olsaydı ve öyle şeyler söylemediğini ikaz etseydi de işe yaramazdı.
Ajandanın ne olabileceğine ilişkin tahminlerimiz olabilir. Köpek nefreti aracılığıyla iktidarı diken üstünde tutma ve radikal tarafa itme, otoriterliği tahkim, gerilimin istimini koruyarak muhalif sözlerin söylenmesini ve işitilmesini engelleme, öfke ve nefreti tabana yayarak siyasi kutuplaşmayı sosyolojik çatışmaya dönüştürme vs. gibi. Ama bu seçenekler ne yazık ki muhafazakâr iktidardan aşağı doğru da geçerli. En hafif değerlendirmeyle iktidar, doğa ve hayvan dostu seküler kesimden oy alamadığı için ona oy veren radikallerin hayvan nefretine göz yumuyor, hatta destek sayılabilecek işler yapıyor.
Müslümanlıkların kof böbürlenmeleri
Müslümanlığın ayırt edici vasfı, kendi kendine propaganda. Meşhur “Türkün Türke propagandası” sözü aynıyla Müslümanlık için de geçerli. Kapalı devre kof böbürlenmelerle vakit geçiren ümmet. Dillerinden düşürmedikleri en klişe örnekte bir fahişenin sırf susamış köpeğe su verdiği için cennete gittiği edebiyatı var.
Buhari’deki Ebu Hureyre rivayeti şöyle: “Bir fahişe kadın, susuzluktan dili dışarı çıkmış bir köpeğin bir kuyunun başında olduğunu gördü. Neredeyse susuzluktan ölecek gibiydi. Kadın hemen ayakkabısını çıkardı, başörtüsüyle bağladı ve kuyudan su çekerek köpeğe içirdi. Bu iyiliğinden dolayı Allah onu affetti.” (Buhari 3321, Müslim 2245).
Bu hikaye cami minberlerinde, sohbet halkalarında, vaazlarda mutlaka anlatılır. Ama fiiliyatta köpeklere değil su vermek, canlarını almak için cihat çığlıklarıyla sokaklarda nümayişler düzenlerler, medyatik kampanyalar yaparlar, gördükleri her köpeği tekmeler, kovalar, üzerine araç sürüp ezmeye çalışırlar. Yollarda sıkça rastlanan kedi naaşları, onların yola atladığını gördüğü halde hız kesmeyen, frene basmayan seri katil psikolojili insan türünün olağan vahşetinin geride bıraktığı izler.
Konya’da barınmayla en küçük alakası olmayan toplama kampında kıskıvrak bağlanmış zavallı bir köpeği canavarca duygularla başına kürekle vurarak öldüren soğukkanlı katili savunmuş bir ümmet bu. Bu vahşi muamelenin tüm köpeklere yapılmasını istiyorlar.
Doğayı kolonize ediyor ve işlerini gördürmek için kullanacakları hayvanları köleleştiriyorlar. Kolonizasyon ister istemez yaşama müdahaleyi gerektiriyor. Bitki türlerini değiştirerek kullanılır hale getirdi insan. Keza hayvanları da. Onların doğal halinin korunmasıyla kolonizasyon gerçekleşmez çünkü. İnsan sadece insanları köleleştirmedi. Ehlileştirme adı altında hayvanları da hatta bitkileri de kolonize etti. Kolonizasyonu savunurken tasavvufa bile rol vermiş bir bakış açısı muhafazakarınki. Anadoluya gelen tasavvuf erbabı için “kolonizatör dervişler” deniyor mesela.
Müslümanlar hacda sineği dahi öldürmenin haram olduğunu anlatır kabara kabara, ama gündelik hayatlarında kötülüklerinden hiçbir canlı güvende değildir.
Kötülük planlama insana özgü, hayvanın doğasına aykırı
Allah’ın köpek ümmetine düşman azgın azınlık, köpekleri kendisi gibi sanıyor, kendileri gibi kötülük planlayan varlıklar zannediyor onları. Bu sebeple “köpek terörü” sloganında cehaletten ziyade kendi kötücül zihin dünyasıyla eşitleme niyeti daha baskın.
Aksine, hayvanlar yaratıldıkları fıtrata, doğaya uygun davranır. O yüzden Kur’an’da kötü sıfatlarla anılan tek canlı türü insandır: “Hırslı ve açgözlü” (Mearic 19), “yalancı ve nankör” (A’raf 179), müstağni ve asi (Alak 6-7), “eli genişlediğinde rabbim verdi, daraldığında rabbim ihanet etti diyen” (Fecr 15-16), “aklı kullanmadan körü körüne ataları taklit eden” (Bakara 170), “Allah hakkında yalan söyleyen” (Ankebut 68) ve diğerleri.
İnsan dışında hiçbir canlı türü için olumsuz sıfatlar kullanılmaz ayetlerde. Bilakis tüm hayvanlar, canlı hayat, doğa Allah’ın varlığının ve birliğinin ve hayatın mucizevi oluşunun delili olarak sürekli tekrarlanır.
İnsanın hayvanlardan ders ve ibret alması gerektiğine ilişkin örneklerle dolu Kur’an. Bu nedenle “başıboş” olan köpekler değil. Allah’ın yarattığı fıtratla bağlı onların başı. Onlar sadece evsiz. Yiyeceğini paylaşmayan merhametsizlik yüzünden aç, sığınaksız ve barınma imkanından mahrum. Başıboş olanlar, azgınlıkta zirveyi görmüş köpek düşmanları. Daha önceki tecrübeler nedeniyle meleklerin “Yeryüzünde fitne fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın (yine)?” (Bakara 30) şaşkınlık ve itirazında bahsi geçen canlı türü.
İmam Şafiî (ö. 820), şiirinde insana ilişkin hayal kırıklığını etkileyici biçimde yansıtmış:
Köpekler bizimle komşu olsaydı keşke / Gördüğümüz insanlardan hiçbirini görmeseydik keşke
Çünkü köpekler sadakatle durur bulundukları yerlerde / Fakat insanların kötülüğü sona ermez asla.
(Alusi, Tarihsiz: 9/115)
İkinci Halife Ömer b. Hattab, köpekleri toplum dışına atmak isteyenlere karşı çıkarken söylemiş: “Meseleyi bilmeyenler köpeği vahşi hayvanlardan biri zannediyor. Öyle olsaydı insanlara alışmazdı. Aksine vahşi hayvanlardan ürküyor, evleri ve yerleşim yerlerini seviyor, çöllerden ve ıssız yerlerden kaçıyor. Halı ve yastık görür görmez üstüne çıkıp oturuyor. Temiz olmayan yere asla gitmiyor.” (İbn Merzuban, Tarihsiz: 44).
Ahmed b. Hanbel’in Zühd kitabında Câfer b. Süleyman anlatıyor: Malik b. Dinar ile birlikte bir köpek gördüm. Ona “Ey Ebu Yahya, bu köpeği ne yapacaksın?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “Kötü arkadaştansa bu daha hayırlı.” (Demirî, 2004: 2/383).
Yine İbn Ömer (Ömer b. Hattab’ın oğlu), yanında köpek olan bir bedevi görmüş. Ona, “Yanında ne var?” diye sormuş. Bedevi, “Şükreden ve sırlarımı koruyan bir köpek.” demiş. İbn Ömer, “O zaman arkadaşını iyi koru.” diye cevap vermiş. (İbn Merzuban, Tarihsiz: 36).
Boşluğuna bu kadar darbe aldığı halde üstündeki gereksiz yükü atmaya cesaret edemeyen tutucu insanın doğadaki en üstün canlı olduğu iddiası öylesine kof ki. Oysa başını çevirip tabiata baksa ne çok şey öğrenir ve hayatını en mükemmel hale getirebilir.
İbn Merzuban’ın köpek nefreti yayan uydurma hadislere tepkisi
Köpekleri aç bırakmak, toplumdan uzaklaştırmak ve mümkünse hepsini öldürmek isteyen histerik vahşete ve nevrotik dinselliğe 10. yüzyıl Bağdat’ından hassasiyet örneği aktarmamız işe yarar mı bilmem. Ama sultanlar tarafından tepeden inme dindarlık ve sosyal hayat mühendisliğine temel oluşturan hadis kitaplarındaki asılsız sözlerden önce hayvanlar, köpekler, canlı hayat konusunda toplumsal gerçekliği yansıtması bakımından önemli gerçek hikayeler bunlar.
Sünni hadis kitaplarını hazırlayan hadisçilerle çağdaş olan Ebubekir İbn Merzuban (ö. 921), Ebu’l-Ala İbn Yusuf el-Kadı’dan naklediyor: Yaşlı bir adam anlattı. Bir sene hac yapmış. Dedi ki: “Eşyalarımızı Yâseriyye’ye taşıdık ve açık bir alanda oturup öğle yemeğimizi yedik. Yanımızda bir köpek yatıyordu. Ona da yediğimiz şeylerden bir parça verdik. Sonra yolumuza devam ettik ve Nehvu’l-Melik’te konakladık. Sofrayı kurduğumuzda, bir de baktık ki, aynı köpek yanımızda tıpkı önceki günkü gibi duruyor. Hizmetkârlarıma dedim ki, ‘Bu köpek bizi takip etmiş, artık üzerimizde hakkı var. Ona iyi bakın.’ Sofrayı önüne serdiler ve köpek yedi. Bundan sonra her konakladığımız yerde aynı şekilde bizi takip etti. Hiç kimse malımıza ya da yüklerimize yaklaşamazdı; biri yaklaştığında köpek hemen havlıyor ve saldırıyordu. Bu yüzden Mekke’ye kadar yolculuğumuz boyunca hırsızlardan ve tehlikelerden tamamen güvende olduk.” (İbn Merzuban, Tarihsiz: 48-49).
Tarihçi, edebiyatçı ve hadisçi İbn Merzuban, köpek nefretine ilişkin hadisler uydurulduğunu gördüğü için “Köpeklerin, Kıyafet Giyen Birçok Kimseden Daha Faziletli Oluşu” adında bir kitap yazmış. Kitabının girişinde nesil değişince insanların ahlaken nasıl yozlaştığıyla ilgili çok sayıda şiir aktarıyor. Kitap boyunca da köpeklerin faziletleri ve insanlara üstünlükleri üzerine hadisler, yaşanmış olaylar ve ibretlik hikayelere yer veriyor. Yani hadis kitaplarının oluştuğu dönemde o kitaplara köpek düşmanı çok sayıda uydurma rivayet alınırken İbn Merzuban, Peygamber zamanındaki hakikati aktarmaya vakfetmiş kendini.
Fakat ne yazık ki Müslümanların çoğunluğu başka hadisçilerin köpek düşmanı uydurma rivayetlerini tercih ediyor, ama onlarla aynı dönemde yaşamış, onlardan daha ileri hadis uzmanı, onlardan daha âlim, onlardan farklı olarak tarih metodu bilen, şair, edebiyatçı İbn Merzuban’ın anlattığı bambaşka tarihsel tabloya itibar etmiyor. Hatta büyük ihtimalle İbn Merzuban’dan haberdar bile değil. Bu cehaletle de insanların üzerinde doğa ve canlı hayat düşmanı dinsel tahakkümünü kuruyor.
Köpeklerin öldürülmesini Peygamber mi emretti?
Peygamber’in Medine ve çevresindeki tüm köpeklerin öldürülmesini emrettiği iddiasına temel oluşturan rivayetlerin hiçbiri Peygamber’in tarzı, üslubu, tarihsel gerçeklik ve hayatın olağan akışı ile bağdaşmıyor. Çünkü Peygamber’in hangi olay veya nedenle böyle söylediğini anlatmıyor rivayetin sahipleri. Yani Peygamber durduk yere, hiç nedensiz, maksatsız, bir anda tüm köpeklerin öldürülmesini istemiş olabilir mi?
Peygamber’in köpek katliamını kimden istediği belli değil, istekte bulunurken ne söylediği bilinmiyor, bu olayı doğrulayacak başka râvi yok, köpekleri öldürmeye gönderildiği söylenen ama kim oldukları bilinmeyen grubun kişilerinden ayrı ayrı rivayet gelmemiş, olayın ne zaman yaşandığına dair bilgi ve kayıt yok. Kaç köpek öldürüldü, öldürülenler ne yapıldı, Medine’nin Yahudi mahallelerindeki köpekler de mi öldürüldü, Medine dışında nerelere gidildi vs. hakkında bilgi yok. Metodoloji itibariyle Peygamber’in köpeklere katliamı emrettiği iddiası, hiçbir sorunun cevabını vermiyor, geçerli sayılabilmek için gerekli kriterlerin hiçbirini karşılamıyor.
Abdullah b. Mugaffel’e isnat edilen rivayette şöyle geçiyor mesela: “Peygamber dedi ki, eğer köpekler de ümmetlerden biri olmasaydı, onların öldürülmesini emrederdim. O halde simsiyah olanlarını öldürün. Bir ev halkı av köpeği, tarla köpeği veya sürü köpeği dışında köpek beslerse, her gün amellerinden bir kırat eksilir.” (Ebu Davud 2845, Tirmizi 1489, Nesai 4280, İbn Mace 3205, Ahmed 16788).
Bu rivayeti aktaran Ubeyd b. Esbat b. Muhammed el Kureşî hakkında doğru dürüst bilgi yok. Râvi zincirindeki İsmail b. Müslim ise eğer Mekkî künyeli olansa (üç tane İsmail b. Müslim var çünkü) -ki doğum ve ölüm tarihi itibariyle bu olmalı- rivayeti kitabına alan Nesai tarafından bile “ondan hadis alınmaz” diye etiketlenmiş. Ahmed b. Hanbel de rivayetlerini reddetmek gerektiğini not etmiş. Neredeyse bütün rical âlimlerinin onun hakkındaki görüşü olumsuz. (Ebu’l-Haccac el-Mizzi, 1983: 3/199).
“Ümmetlerden biri” şartı, “Onlar da sizin gibi bir ümmettir” ayetiyle (En’am 38) ilgili olmalı. Bunun için köpeklerin hepsini öldürmeye cüret edememişler. Fakat neden sadece siyah olanlar öldürülecek? Buradaki mantık hatasının farkında olanlar aynı rivayetin başka bir versiyonunda hatayı telafi etmeye çalışmış: “Çünkü siyah köpek şeytandır.” (İbn Battal, 2003: 2/142).
Bu tuhaf lafı söylettikleri kişi de dürüstlüğün ve hakikatin simgesi Ebu Zer.
İddiaya göre Ebu Zer, namaz kılarken ön tarafa semer büyüklüğünde bir sütre/engel konmazsa önden geçecek üç şeyin namazı bozacağını Peygamber’den işitmiş. O üç şey şunlar: Eşek, kadın, siyah köpek. (Müslim 510).
Ebu Zer’e böyle bir yakıştırma olacak iş değil tabii ki.
Peygamber’in mescidine serbestçe girip çıkan köpekler
Yine köpek katliamında esas alınan rivayetlerden öne çıkanında iddiaya göre İbn Ömer şöyle demiş: “Peygamber bir grubu köpekleri öldürmeye gönderdi. İçlerinde ben de vardım. Hatta çölden gelmiş bir kadınla karşılaştık, onun da köpeğini öldürdük.” (Müslim 1570, Buhari 3323).
Hayatın olağan akışıyla bağı kurulamayacak bu sözün atfedildiği İbn Ömer, hayatın olağan akışının ta kendisi olan tasvirinde, nelerin namaza engel necaset (pislik) olduğunu anlatırken insan idrarının üstüne su dökerek yeri temizlediklerini, ama bazen mescide köpekler işediğinde su dökmediklerini, çünkü köpek idrarının necis olmadığını söylüyor. (Ebu Davud 382, İbn Huzeyme 300, İbn Hibban 1656).
Burada dinî hüküm beyan edilirken aktarılan tarihsel durumdan köpeklerin Medine’de serbestçe dolaşmak bir yana, Peygamber’in mescidine bile girip çıkabildiğini, hatta bazen çişlerini yaptığını ama kimsenin onları kovalamadığını anlıyoruz. Buna rağmen hastalıklı kültürü şevkle benimseyen Müslümanlıklar “Köpek olan eve melekler girmez” (Buharî 5949) uydurma rivayetini baştacı ediyor.
Böylesine zayıf, çürük, şüpheli rivayetlere dayanarak Kur’an’da “Onlar da sizin gibi ümmettir” denilen köpeklerin canını almaya kastedenlerde iman, insaf, izan, vicdan, akıl bulmak imkansız.
Halbuki Peygamber’in köpeklere bakışını doğru yansıtan o kadar çok tarihsel örnek var ki. Mesela rivayete göre Peygamber ölmüş birini görünce “Bu adamın başına ne geldi?” diye sordu. Oradakiler, “Bu kişi, Zühreoğullarının koyun sürüsüne saldırıp onlardan bir koyun çaldı. Sürünün köpeği de ona saldırarak onu öldürdü.” dedi. Bunun üzerine Peygamber dedi ki: “Demek ki kendi kendini öldürdü, diyetini boşa çıkardı, Rabbine isyan etti, kardeşine ihanet etti ve köpek ondan daha hayırlı oldu.” (İbn Merzuban, Tarihsiz: 35; Meclisi, 1983: 62/57-58).
İnsanlık mertebesine dahil türler
Hayvanların irade sahibi olmadığı, bu nedenle yaptıklarından sorumlu tutulmadıkları iddiası geçersizdir. Onlar, akıl, muhakeme, irade, tercih yeteneğine sahip olmadıklarından dolayı değil, doğaya uygun yaşadıkları ve doğalarının gereğini yaptıkları için eylemlerinden sorumlu tutulmuyorlar. İnsan ise iradesini kullanarak doğanın dışına çıktığında yaptıklarından sorumlu tutulma alanına girmiş oluyor.
10. yüzyılda Basra’da faaliyet göstermiş filozof ve entelektüel grup İhvan-ı Safa’nın ifadesiyle “Bir üstünlük ve erdem kaynağı olması nedeniyle insanlık mertebesi hayvanlar mertebesinin sadece bir türünü değil, birkaç türünü kuşatır.” (Aydın – Dağ, 2017: 97. İnsanlık erdem ve üstünlük sayılsa bile bu seviyenin iki ayak üstünde yürüyen insan türünden ibaret olmadığı, hayvanlardan da bu mertebeye dahil edilecek türler bulunduğu fikri bu. İhvan-ı Safa ta o zamanda bugünkünden bile epey ileri bir düşünceyi savunmuş.
Yine hadis kitaplarına köpek nefreti aşılayan söylentiler Peygamber sözü diye girerken toplumsal hayatın gerçeğini yansıtan bir rivayet şöyle: Bir adam yolda yürürken şiddetli susuzluk yaşadı. Derken bir kuyu buldu, içine inip su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün, aşırı susuzluktan dolayı dili dışarıda soluyan bir köpek, susuzluktan toprağı yalıyor. Adam kendi kendine: “Bu köpek de tıpkı benim gibi şiddetli susuzluk çekiyor.” dedi. Bunun üzerine tekrar kuyuya indi, ayakkabısını suyla doldurdu ve ağzıyla taşıyarak köpeğe verdi. Allah, bu davranışından dolayı ona şükretti ve günahlarını bağışladı. Dinleyenler sordu: “Ey Allah’ın Resûlü, hayvanlara yaptığımız iyiliklerden dolayı da sevap var mıdır?” Peygamber cevap verdi: “Her canlıya yapılan iyilikte sevap vardır.” (Buhari 2363, Müslim 2244).
Mağaradaki müminlerin köpeğinden ibret almaya davet
Kehf suresinde zalim kraldan ve ona körü körüne itaat eden kavimden kaçarak mağaraya saklanan müminleri anlatırken yanlarındaki köpekten ilginç ifadelerle olumlu, uzun ve detaylı bahsedildiğinin tabii ki farkında nefret esnafı. O öykünün ibret alınması için anlatıldığının da. O nedenle ayetteki hikaye ile karşı karşıya gelmemek için köpek katliamından çoban ve bekçi köpeklerini istisna tutmuşlar. Ayetteki köpeğin gençleri koruyan bekçi köpeği olduğunu varsayarak. Ama gözden kaçırdıkları şu ki, ayette böyle bir tanımlama yok. Sadece “köpek” deniyor.
Ayetle yaşanan çelişkiyi çözmeye çalışırken o dönemde köpeğin caiz olduğu, sonradan Peygamber tarafından haram kılındığı gibi tuhaf iddialar öne sürenlere Kurtubi’nin cevabı var: “Onların zamanında köpek beslemek helal olduğu gibi bugün bizim şeriatımızda da caizdir.” (Kurtubî, 2006: 23/230).
Kurtubî, Endülüslü müfessir İbn Atıyye’den (ö. 1147), babasının Ebu’l-Fadl el-Cevherî’den (ö. 1076) Kahire’de dinlediği vaaza ilişkin rivayetini aktarmış: “Hayır ehlini seven bunun bereketine nail olur. Köpek, faziletli insanları sevdi ve onlara arkadaşlık etti. Bunun üzerine Allah da onu Kur’an’da andı.” (Kurtubî, 2006: 23/231). Kurtubi ihtiyaten köpek hakkındaki yerleşik istisnaları, şartları ve olumsuz görüşleri de aktarıyor, ama sonunda, salihler ve evliyalarla kaynaşan bazı köpeklerin bu dereceye ulaşmasının kemal derecelerine ulaşmada eksik kalan müminler için teselli ve huzur kaynağı olduğunu belirtiyor. (Kurtubî, 2006: 23/232).
Türleri eşitleyen alternatif ilahiyat
Mağarada uyuyan gençlerin yanındaki köpeğin tasviri şöyle: “Köpekleri de kollarını eşiğe uzatmış yatıyordu.” (Kehf 18). Ayette çok açık biçimde “kolları (zirâayhi)” ifadesi geçtiği halde mealler, köpeğin insan gibi kolu olamayacağı ön yargısıyla kelimeyi “ön ayakları” diye tercüme ediyor. Oysa ayette “ayak” denecek olsaydı böyle söylenirdi, Nur 45’te olduğu gibi: “Allah bütün canlılığı sudan yarattı. Bir kısmı karnı üstünde yürür, bir kısmı ise iki ayağı üstünde yürür, bir kısmı da dört ayağı üstünde.”
Fahreddin Razi, namazın secdesini tarif eden hadiste kolları köpeklerinki gibi dirsekleri koyarak uzatmamaktan bahsedildiğini hatırlatıyor ve Kehf 18’de köpekten bahsederken geçen “kol”un işte o kol olduğunu belirtiyor. (Razi, 1981: 21/102). Yani Peygamber de namazın secde kısmını tarif ederken “köpeğin kolu” demiş (Tirmizi 275, İbn Mace 891, Ahmed 14424), “ayakları” dememiş.
Ünlü şair İbnü’l-Haccac (ö. 1001), ölüm döşeğinde, İmam Musa b. Cafer’in (ö. 799, Oniki İmamcı Şianın yedinci imamı) ayakları dibine defnedilmeyi ve mezarına Kehf 18’deki şu cümlenin yazılmasını vasiyet etmiş: “Köpekleri de kollarını eşiğe uzatmış halde.” (İbn Hallikan, Tarihsiz: 2/171; Emini en-Necefi, 1952: 4/98). Kimsenin köpek nefreti rivayetlere itibar etmediği zamanlar bunlar. Sapma ve sapıtma çok sonra başladı ve bir araştırma yapılsa din cahilliğinin tüm İslam dünyasında en yüksek oranda çıkacağı Türkiye’de zalimce katliam ve soykırım histerisine meşruiyet kazandırıyor.
Hiyerarşisiz aynı hizada üç canlı türü
Kur’an’da üç canlı türünün hiyerarşisiz aynı hizada sayılması ve ortak kökenlerinin su olduğunun belirtilmesi, hayvanları aşağı tür gören ayrımcılığa hitabendir: “Allah tüm canlılığı sudan yarattı. Kimisi karnı, kimisi iki ayağı, kimisi de dört ayağı üzerinde yürür.” (Nur 45).
Müfessirler, karnı üzerinde yürüyenlerin yılanlar ve solucanlar, iki ayağı üzerinde yürüyenlerin insanlar ve kuşlar, dört ayağı üzerinde yürüyenlerin de diğer hayvanlar olduğunu belirtiyor. (Kurtubî, 2019: 6/224).
Burada mühim detaya dikkat çekmeden geçmeyelim: Ayette farklı canlı türleri aynı ve ortak kategorik tanım (dâbbe) altında toplanıyor. Türler, bu ortak menşein alt kategorileri olarak hizalanıyor. Üstelik Kur’an edebiyatı bakımından insanın ikinci sırada anılması, sanıldığının aksine varlıktaki mükemmelleşmenin son halkası olmadığını kanıtlıyor.
Nur 45’te tür kategorileri sayılırken aralardaki “ve” bağlacı eğer “ve” anlamındaysa Arapça dil kuralına göre sıralama ve derecelendirme vardır. Bu durumda karnı üstünde yürüyen canlılar birinci, iki ayak üstünde yürüyenler ikinci, dört ayak üstünde yürüyenler üçüncü olur. Bu sıralamanın sona doğru mükemmelleşmeyle ilgili olduğu iddia ediliyorsa o zaman dört ayak üstünde yürüyenler en mükemmel canlı türü olur. Bağlaç virgül anlamındaysa o zaman üç tür de aynı hizada yer alır ve mükemmel tür yoktur. Her halükarda insan, iki ayak üstünde yürüyen türün arasında ikinci sırada yer alıyor. Üstelik iki ayaklı tüm canlıların alt türü olarak. Tefsirlerde iki ayak üstünde yürüyenler için “kuşlar ve insanlar” deniyor. (Begavî, 1997: 6/55). Yani hiçbir ihtimalde insan mükemmel canlı türü, yani eşref-i mahlukat değildir.
Ankebut 64’te insana ait bu dünyadaki hayatın oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu ikaz edildikten sonra asıl ve kalıcı olanın bundan sonraki, yani ahiret yurdunda yaşanacak hayat olduğu söylenir. Bu hayat için kullanılan kelime “hayvan”dır. Tefsirler bu kelimenin ebedi ve kâmil hayat anlamına geldiğini belirtmekle birlikte neden böyle bir kelime seçildiği üzerinde durmuyorlar.
İranlı âlim Ali Ekber Kureşî, Kamûs-i Kur’an‘da kelimenin kökünün “hayy” (hayat) olduğunu, “hayeyan” iken ikinci ‘ya’ harfinin ‘vav’a dönüştüğünü (hayevan) belirtiyor. Öte dünya için bile olsa hayata “hayvan” adı verilmesi ve bunun, yürüyen türlerin genel adı olması, hayvanlı hayatın insandan milyonlarca yıl önce başlamış olmasıyla ilişkilendirilebilir. Ev sahibi onlardır. İnsan bu kurulu, doğal, gerçek hayata çok sonradan katıldı ve kötülük iradesi ve seçeneğiyle onu berbat etti.
Üstün insan teorisi için ayet tahrifatı
İnsanın en uygun kıvamda yaratıldığı bilgisinin yer aldığı ayeti (Tin 4), insanın tüm canlı türleri arasında en mükemmel yaratılan varlık olduğu tahrifatıyla teorileştirdiler. Kurtubi, tefsirlerin genel eğilimini şöyle özetliyor: “Müfessirlerin geneline göre insan, olabilecek en güzel şekilde yaratılmıştır. Çünkü Allah, diğer tüm varlıkları yüzüstü eğilmiş bir şekilde yaratırken insanı dik şekilde yaratmıştır.” (Kurtubî, 2019:10/81).
Fakat İbn Adil’in, Arap dili ve edebiyatı üstadı Ebu’l-Beka’dan (ö. 1219) aktardığı uyarı, genel eğilimin dışında düşünmeyi teşvik ediyor: “Buradaki ‘takvim’ kelimesi ile kastedilen ‘kıvam’dır. Çünkü ‘takvim’ fiildir ve bu, yaratıcıya ait bir sıfattır, yaratılana değil.” (İbn Adil, 1998: 20/408). Yani insanın en uygun kıvamda yaratılmış olmasının diğer canlı türlerine üstünlükle ilgisi yok. Yedinci ayette “Buna rağmen sana dini yalanlatan ne olabilir?” cümlesi de bunu kanıtlıyor. Mevzu ve bağlam, Mekke’deki pagan muhataplara, insanı kıvamında yaratan Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini kanıtlamaktır.
İsra 70’in son cümlesini de (onları yarattıklarımızın çoğundan belli bir üstünlükle üstün kıldık) insanın tüm yaratılmışlara üstün kılındığı iddiasıyla tercüme edenler, doğaya egemen olmayı kafaya takmış seküler Aydınlanmacılığın talebesi, mürididir. Ayeti insanların tüm canlılara üstün kılındığına delil kullanan Batı Aydınlanmasının müridi Müslümanlık, ayette o “yaratılmışlar”ın insan için kullanılan “men” edatıyla ifade edildiğini gözardı ediyor. Üstelik teb’iz (bir kısım) için olan “min (-den)” edatıyla birlikte. Söylenen şudur aslında: varlıkların bazıları bazılarından kimi üstünlüklere sahiptir. İnsanın üstün olduğu şeyler bulunduğu gibi, diğer canlıların da üstün olduğu şeyler var. Yani kategorik olarak insan, en üstün canlı türü sıfatıyla varlık piramidinin tepesinde yer almıyor, kraliyet tahtında oturmuyor.
Dünyada bir mahşer alanı tasarlanabilse ve kendini türlerin en üstünü sananları oraya toplasalar da Davudî sesle bir hatip onları paylasa: Ey insan, Allah seni iki ayaklılar türü içinde sıradanlaştırmış ve kuşlardan farksız saymışken bu afra tafran ne kadar da boş, kof, manasız, komik. Kabara kabara yürüyorsun da o kibrinle ne yeri delebilirsin ne de boyun dağlara yetişir. (İsra 37).
Spinoza, İbn Arabi, Allame Tabatabai: Ontolojik tevhid
Spinoza’ya göre ruh olsun, cisim olsun her şey sonsuz cevherin fenomeninden ibaret. (Günaltay, 1994: 369). İbn Arabi için de öyle. Hepi topu bu kadar. Böylesine basit. Yeryüzünde 4 milyar yıldır süren canlı hayatın yalnızca son 70 bin yılında, bu denli kısacık sürede insan türü bu olağanüstü varoluşa katıldı ve onun parçası oldu. İnsan, varlık içinde bir aktör olmayı hak edecek özelliğiyle ise ancak 10 bin yıldır var. Nitekim İnsan suresi 1. ayette de “insanın anılmaya değer bir şey haline gelene dek çok uzun zaman geçtiği” söylenmiyor mu? Öyleyse nedir bu mekânın sahibi havaları?
Spinoza (ö. 1677), İbn Arabi (ö. 1240) ve Allame Tabatabai’nin (ö. 1981) üzerinde durduğu ontolojik tevhid, Allah’ın sayısal olarak bir olmadığını söylüyor. Tanrı, hakikaten, gerçek olarak, özü itibariyle, zâtı bakımından tek varlıktır, onun dışındakiler ise varlık ve gerçek değildir.
Allah’tan başka varlık olmamasına tevhid denir. Bu nedenle onun eşi benzeri yoktur, zaten olamaz da. Böyle bir karşılaştırma yapabilmek için başka varlıkların mevcudiyetine imkân ve ihtimal vermek gerekir. Bu yola girildiğinde orada şirk vardır artık. İslam’ın “tevhid” adını verdiği birlik, biriciklik, teklik halini ontolojik göremeyen ve epistemolojiden ibaret sayan dindarlık doğaya mecburen hasım. Hayvan düşmanlığı tevhid ontolojisinden uzaklaşılınca zuhur ediyor.
Darwin’e karşı ama onun “eşref-i mahlukat” fikrini baş tacı eden Müslümanlar
7. yüzyılın dil, kültür, toplumsal hayat, âdetler, teamüller ve geleneklerini yansıtan Kur’an lugatı ve edebiyatında hiyerarşisiz canlı hayat çemberinin içindeki her türün nasıl eşitlendiğine dikkat edilmeli. Mesela köpeğin de insan gibi kolu var ve canlıların hepsi “yürür”, ayakları olmayanlar dahil. Ayakları olmayan canlılara sürünmeyi yakıştırıp “sürüngen” adı veren dil, hiyerarşi piramidinin tepesine insanı yerleştiren hümanist kültürün tezahürü aslında. Müslümanların yaptığı tek şey bu kültürü taklit.
Darwin’de nihai şeklini alan “üstün tür insan” ideolojisini “eşref-i mahlukat (yaratılmışların en üstünü)” tabiriyle İslamileştirmeyi marifet sanıyor Müslümanlar. Halbuki Kur’an ayetinde ayakları olmayan hayvanlar için verilen “yürüme” tarifine gereken önem ve hassasiyet gösterilseydi bu, dilde ve kültürde devrim yapabilirdi. Müslümanlar buna zinhar izin vermiyor. Türkçe’de hayvanları kullanarak üretilmiş küfür ve hakaretler de aynı marazın yansımalarından.
Türlerin eşitlenmesinin en çarpıcı ânı, Kehf 22’de, mağaraya saklanmış müminlerin sayısıyla ilgili tartışmada köpeğin kişileştirilerek konuya dahil edilmesidir: “Diyecekler ki onlar üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi. Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi… Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi.”
Klasik ve çağdaş Kur’an tefsirlerine göre mağaradaki köpek insanların öğretmeni. Tıpkı kardeşi Habil’i öldüren Kabil’e ölüyü gömmeyi öğreten karga gibi: “Bunun üzerine Allah ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstersin diye yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Yazıklar olsun bana, dedi, kardeşimin cesedini gömmekte şu karga kadar olmaktan bile aciz miyim?” (Maide 31).
Doğa, sadece Allah’ın varlık ve birliğinin kanıtı, delili, tezahürü, tecellisi değil, aynı zamanda insanın öğretmeni de.
İslam hiç kuşku yok doğa dini, ama ona inandığını söyleyen Müslümanlar doğa ve canlı hayat düşmanı. Bu meseleyi “Doğa dini İslam’ın doğa düşmanı Müslümanları” yazımda anlatmıştım.
Müslümanlar, Aydınlanma hümanizminin “üstün tür” itikadını İslamileştirdi ve buradan da başta köpekler olmak üzere tüm hayvanlara, canlı hayata, fıtrata düşmanlık üretti. Bu nevrotik dinselliğin o canlıları yaratan Allah’a inançla herhangi bir bağı olabilir mi? Bunun tanımı patolojik narsisizm olabilir ancak. İnsan merkezli (antroposantrik) idrakin doğaya karşı istismar ve sömürüyü makul bulması beklenir tabii ki. Buna itiraz etmeyen dinselliğin kitlesel nevrozundan bahis açmak lazım gelir. İnsanın kendini doğanın merkezine koyarak diğer canlıları ve ekosistemleri değersizleştirmesi hümanist megalomanidir ve bu sapmanın ekosistemlere zararı çıplak gözle takip edilebilecek kadar kısa bir sürede gerçekleşiyor.
Batıda sokakta kalmış kedi ve köpekleri belirlenen süre içinde evlat edinen çıkmazsa acımasızca öldürme uygulamasına bayılıyorlar. Batı karşıtlığının aniden derin sempati ve muhabbete dönüştüğü örnek, hayvan katli. Barınakta bekletilen kedi ve köpeklerin kapısına öldürülmelerine kaç gün kaldığını yazıyorlar. Bu merhametsizliği kopyalayıp acilen uygulamaya geçirmek gerektiğine nasıl da dil döküyorlar. Yaşatmayla, doğada yaşamayla, diğer canlı türleriyle birlikte yaşamayla zerre ilgili değiller.
Köpek-fobi
Arapça’daki “Cebânü’l-Kelb” deyimi cömertliği anlatmak için kullanılıyor. “Köpeği korkak” anlamına geliyor. Yani kişi o kadar cömert ki, evine sürekli gelen misafirler yemek yerken evin köpeği onlara havlamıyor, çünkü hiç aç kalmıyor. (Aşur, Tarihsiz: 1/374).
Bu hassasiyet seviyesinin çok uzağındaki Ankara Valiliği müstakil ve bahçeli evlerde dahi en çok 2 köpek 2 kedi barındırılması talimatı çıkardı. Apartmanlarda ise 1 köpek, 1 kedi olabilecek. Fazlasına el koyacaklar. Bu hayvanlar sokağa da bırakılmayacağı için ya toplama kamplarında açlıktan ve hastalıktan ölecekler ya da devlet eliyle öldürülecekler.
Tam bir köpek-fobi vaziyeti. Fobi, çünkü mantıksız ve aşırı korku. Mantıksız korkudan da sadece şiddet çıkıyor. Freud’un “küçük Hans vakası”nın köpek versiyonu bu fobi. Freud’un çocukta analiz ettiği fobinin yetişkinlikte devam etmesini kişinin çocuk zekada kalakalmasıyla açıklayana söylenecek laf yok.
Erbakan “garson devlet” dediğinde bunu, devlet fikri ve aygıtını itibarsızlaştırma kabul edip kıyameti koparan seküler radikalizm, şimdi tam zamanlı dinselliğin otoriter rejiminde kutsallaştırmanın doruklarında gezen devlet fikri ve aygıtından mutlu mu? Bakunin’in hatırasına selamla, “Bir ülkenin en iyi amaçlarının ve tüm canlı güçlerinin kibirle kurban edilerek gömüldüğü uçsuz bucaksız bir mezbaha ve devasa bir mezarlık” (Dolgoff, 1998: 286) betimlemesini layıkıyla hakedecek ne çok hamleler yapıyor değil mi bu devlet?
İktidarın aparatı medyatik kampanyalarda verilen çok abartılı rakamlar bir yana bırakılırsa sokakta yaşamak zorunda kalan evsiz 3 milyon civarında köpek ve kedi olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’de 28 milyon hane, 2.5 milyon işyeri, 100 bin civarında fabrika varken sadece 3 milyon evsiz hayvanı evlat edinmeyen, bakımını üstlenmeyen, sokaklarda kaderine terkeden, hatta onları öldürerek kurtulmayı planlayan acımasız ve merhametsiz bir toplum ve kavim bu.
Muharref dinsellikle buraya kadar
Sohbetlerde kaç çocuğum olduğu sorulunca “Sekiz” diyorum, “Dördü iki ayaklı, dördü dört ayaklı.” İkisi kedi, ikisi köpek dört ayaklı çocukları sokaktan alıp evlat edindik. Buna gücümüz yetiyor. Ekonomik ve fiziksel mekan imkanlarımız olsaydı daha fazlasına karşı ilahi yükümlülüğümüzü yerine getirirdik.
Dört ayaklı çocuklarımız sayesinde işe dili arındırarak başlamak gerektiğini iyice kavradım. Doğayı ve canlı türlerini yok saymayan temiz ve nezih bir dile ve onun medeni kültürüne ihtiyaç var. Hayvan türlerini insanlara hakaret için kullanmayı acilen terketmek gerek.
Ahnef b. Kays’ın (ö. 686) tavsiyesi kıymetli: “Köpek sana kuyruk sallıyorsa onun sadakatine güven, ama insanların kuyruk sallamalarına güvenme. Çünkü bazen kuyruk sallayanlar hain olabilir.” Şa’bi ise “Köpeğin en iyi özelliği sevgisinde asla iki yüzlü olmamasıdır.” diyor. İbn Abbas’ın sözü de bunu teyit mahiyetinde: “Sadık bir köpek, hain bir insandan hayırlıdır.” (İbn Merzuban, Tarihsiz: 36).
Ahmed b. Hanbel’in (ö. 855) Menakıb’ında şöyle bir rivayet geçiyor: Bir adamda hadisler bulunduğunu duyan İmam Ahmed, bu adamı bulmak için yola çıkmış. Nihayet, köpek besleyen bir ihtiyarla karşılaşmış. İmam Ahmed ona selam vermiş ve selamını almış, fakat ihtiyar önce köpeğe yemek vermekle meşgul olmuş. Bu durum Ahmed’in içinde rahatsızlık yaratmış, çünkü ihtiyar önce köpeğe dönüp, ona ilgi gösteriyor, fakat Ahmed’e dönüp ilgilenmiyormuş. Köpeğe yemek verdikten sonra ihtiyar dönüp şöyle demiş: “Sanırım içinde bir rahatsızlık duydun, çünkü önce köpeğe yöneldim, sana yönelmedim değil mi?” Ahmed “Evet” demiş. Bunun üzerine ihtiyar şu hadisi aktarmış: Ebu’z-Zinad, el-A’rec ve Ebu Hureyre’den Peygamberimizin şöyle dediği rivayet edildi: “Kim, umduğu kişiden ümidini keserse, Allah da kıyamet günü onun ümidini keser ve o kişi cennete giremez.” Bu topraklar köpeklerin mekanı değil. Bu köpek bana geldi, ben de ona umudunu kesmemek için yemek verdim. Aksi takdirde, Allah, kıyamet günü benden umudu kesebilirdi. İmam Ahmed bunun üzerine: Bu hadis bana yeterli diyerek geri dönmüş. (İbnu’d-Deyba, 1906: 212).
Bazı hadis kritikçileri bu hadisin zayıf olduğunu veya Peygamber’e ait olmadığını savunuyor. (Halebî, 1999: 10/241). Olabilir. Cümle, hikayede bahsi geçen yaşlı adama ait olsa da ya da işittiği sözü Peygamber’in hadisi sanmış olsa bile köpeğin umut kesmesini Allah’ın kendisinden umut kesmesiyle ilişkilendiren yüksek hassasiyet önemli. Buradaki asıl mesaj o. Bu bakışaçısı, köpek nefreti ve düşmanlığı yayan rivayetlerin tamamını iptal eder. Yaşayan gerçeklik, hayat tarzıyla doğrulanamayan sözden üstündür.
Muharref dindarlık ve dinselliğin raf ömrü çoktan sona erdi. Müslümanlıkların bu çürük dindarlığı yaşatma çabası sadece ondan yenen ekmekle açıklanabilir. Müslümanlığın elitleri, rantı yüksek aparatı terketmeye hiç hazır değil.
Kuşeyri’nin Risale’sinde cömertlik ve hayır konusunun anlatıldığı bölümdeki rivayet de yine o dönemin hassasiyetini, sosyal eğilimini ve insanlık seviyesini iyi yansıtıyor:
Abdullah b. Ca’fer köyüne giderken bir grup hurma ağacının bulunduğu alanda bir siyah köleyle karşılaşır. Köle, öğle yemeği olarak üç ekmek getirir ve birinci ekmeği orada bulunan köpeğe verir. Köpek onu yer. Ardından ikinci ekmeği köpeğe verir ve köpek onu da yer. Son olarak üçüncü ekmeği verir ve köpek onu da yer. Abdullah b. Ca’fer bu durumu izlerken köleye sorar: “Her gün kaç ekmek yiyordun?” Köle cevap verir: “Bugün gördüğün kadar.” Abdullah b. Ca’fer tekrar sorar: “Peki, bu köpeği niye tercih ettin?” Köle cevap verir: “Bu topraklar köpeklerin mekanı değil. O çok uzaklardan, aç bir şekilde geldi, onu reddetmek istemedim.” Abdullah b. Ca’fer bunun üzerine şöyle der: “Bugün benden daha cömert olan birini gördüm.” Abdullah b. Ca’fer, köleyi satın alır ve azat eder. Ardından bütün bahçeyi ve içindeki her şeyi satın alır ve azat ettiği köleye bağışlar. (Kuşeyri, 1989: 421, Babu’l-Cud ve’s-Seha).
Son olarak Hazret-i Ali’nin ideal hayata dair nasihatının köpeğin hayatı gibi yaşamayı öngördüğünü hatırlatalım: Hazret şöyle demiş: “Ne mutlu, hayatı köpek gibi olana. Köpekte on haslet vardır: 1) Halk arasında bir değeri yoktur, kendisini öne çıkarmaz. 2) Malı mülkü yoktur. 3) Yeryüzü onun için döşektir. 4) Çoğu zaman aç, nadiren tok olur. 5) Sahibi onu yüz kere dövse de kapısını terk etmez, sadakatle bağlıdır. 6) Sahibine bağlıdır, dostunu tanır, düşmanına saldırır. 7) Gündüz ve gece sahibinin kapısını korur, uykusunu bölerek nöbet tutar. 8) Çoğu zaman sessizdir, boş konuşmaz. 9) Kendisine verilenle yetinir, sahibinin verdiğine razı olur. 10) Öldüğünde hiçbir miras bırakmaz, dünyaya tamah etmez.” (Zerendi 1958: 156).
Türkçe’deki “köpek gibi” diye başlayan hakaret ve aşağılama laflarına bakın bir, bir de Hazret-i Ali’nin “Ne mutlu, hayatı köpek gibi olana” sözüne. Dünyaya tenezzül etmeme, tevazu, kanaatkârlık, sadakat gibi yüksek ve yüce hasletlerin simgesi köpeği bayağı hakaretlerin konusu yapan çirkin karakterlerle ne aynı dinden, ne aynı türden, ne de aynı kavimdeniz.
Kaynaklar
Ahmed b. Hanbel, Ebu Abdillah. (ö. 855). (1995). Müsnedu’l-İmami’l-Ahmed b. Hanbel. Müessesetu’r-Risale, Beyrut.
Alusi, Şehabeddin Mahmud. (ö. 1854). (Tarihsiz). Ruhu’l-Meani. İhyau’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut.
Aşur, Abdullatif. (1879-1973). (Tarihsiz). Mevsuatu’t-Tayr ve’l-Hayvan fi’l-Hadisi’n-Nebeviyye, Kahire.
Aydın, Hasan – Dağ, Mehmet. (2017). Ortaçağ İslam Kültüründe Felsefe. Bilim ve Gelecek, İstanbul.
Begavî, Hüseyin b. Mes’ud. (ö. 1122). (1997). Tefsiru’l-Begavî. Daru’t-Tayyibe, Riyad.
Buhari, Muhammed b. İsmail. (ö. 870). (2002). Sahihu’l-Buharî. Daru İbn Kesir, Beyrut.
Demirî, Ebu’l-Beka Kemaluddin. (ö. 1405). (2004). Kitabu’l-Hayvan, Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut.
Dolgoff, Sam. (1998). Bakunin. Kaos Yayınları, İstanbul.
Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as. (ö. 889). (1997). Sünenu Ebi Davud. Daru İbn Hazm, Beyrut.
Ebu’l-Haccac, Cemaluddin el-Mizzi. (ö. 1341). (1983). Tehzibu’l-Kemal fi Esmai’r-Rical, Müessesetu’r-Risale, Beyrut.
El-Emini en-Necefi, Abdulhüseyin Ahmed. (1902-1970). (1952). El-Gadir, Daru’l-Kütübi’l-İslamiyye, Tehran.
Fahreddin er-Razi, Muhammed b. Ömer. (ö. 1210). (1981). Mefatihu’l-Gayb. Daru’l-Fikr, Beyrut.
Freud, Sigmund. (1856-1939). (2013). Çocukta Fobinin Analizi, Küçük Hans Vakası. Say Yayınları, İstanbul.
Günaltay, Şemsettin. (1883-1961). (1994). Felsefe-i Ûlâ. İnsan Yayınları, İstanbul.
Halebî, Ali Hasan Ali. (1999). Mevsuatu’l-Ehadis ve’l-Asari’d-Daife ve’l-Mevdua. Mektebetu’l-Mearif, Riyad.
İbn Adil, Ömer b. Ali. (ö. 1476’dan sonra). (1998). El-Bab fi Ulumi’l-Kitab. Daru’l-İlmiyye, Beyrut.
İbn Battal, Ali b. Halef. (ö. 1057). (2003). Şerhu Sahihi’l-Buhari, Mektebetu’r-Rüşd, Riyad.
İbn Hallikan, Ebu’l-Abbas Şemsuddin. (ö. 1282). (Tarihsiz). Vefeyatu’l-A’yan. Daru Sadr, Beyrut.
İbn Hibban, Muhammed. (ö. 965). (Tarihsiz). Sahihu İbn Hibban. Müessesetu’r-Risale. Beyrut.
İbn Huzeyme, Muhammed b. İshak. (ö. 924). (2014). Sahihu İbn Huzeyme. Daru’t-Tasil, Beyrut.
İbn Mace, Muhammed b. Yezid. (ö. 887). (2005). Sünenu İbn Mace. Daru’l-Hadara, Riyad.
İbn Merzuban, Ebubekir. (ö. 921). (Tarihsiz). Fadlu’l-Kilab alâ Kesiri mimen Lebise’s-Siyab. Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, İbrahim Yusuf neşri, Kahire.
İbnu’d-Deyba, Abdurrahman b. Ali. (ö. 1537). (1906). Temyizu’t-Tayyip mine’l-Habis fima Yeduru alâ Elsineti’n-Nas mine’l-Hadis, Kahire.
Kurtubî, Muhammed b. Ahmed. (2019). el-Cami li-Ahkami’l-Kur’an. Daru’l-Fikr, Beyrut.
Kurtubî, Muhammed b. Ahmed. (ö. 1273). (2006). el-Cami li-Ahkami’l-Kur’an. Müessesetu’r-Risale, Beyrut
Kuşeyri, Abdulkerim b. Hevazin. (ö. 1072). (1989). Er-Risaletu’l-Kuşeyriyye. Kahire.
Meclisi, Muhammed Bakır. (ö. 1698). (1983). Biharu’l-Envar. Müessesetu’l-Vefa, Beyrut.
Müslim b. Haccac, Ebu’l-Hüseyin. (ö. 875). (1998). Sahihu Müslim. Beytu’l-Efkari’l-Duveliyye, Riyad.
Nesaî, Ahmed b. Şuayb. (ö. 915). (2001). el-Sünenu’l-Kübra, Müessesetu’r-Risale, Beyrut.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed. (ö. 892). (2000). Sahihu Süneni’t-Tirmizî. Mektebetu’l-Mearif, Riyad.
Zerendi el-Hanefî, Muhammed b. Yusuf. (ö. 1346). (1958). Nazmu Düreri’s-Simtayn fi Fedaili’l-Mustafa ve’l-Murtaza ve’l-Betul ve’s-Sıbtayn. Mektebetu’l-İmam Emiru’l-Mü’minin, Necef.