İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’na 19 Mart sabahı operasyon düzenlendi. Ekrem İmamoğlu tutuklanarak Silivri’deki Marmara Cezaevi’ne gönderildi. Ruşen Çakır konuğu Selva Demirlap ile bu sürecin ekonomik boyutunu Mehmet Şimşek programının İmamoğlu kriziyle imtihanı başlıklı videoda değerlendirdi.
23 Mart’ta tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, saat 20:30’da Saraçhane’ye çağrı yaptı. Gençlere de Bozdoğan Kemeri’nin oradaki çatışmalardan uzak durmalarını isteyen İmamoğlu, “Sevgili gençler; çatışmalardan uzak durun. Benim çok sevdiğim güvenlik güçlerimiz, polislerimiz, halkımıza iyi davranın. Bu akşam hepinizi güler yüzle göreyim. Millet büyüktür” dedi.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kabine toplantısının ardından konuştu. Erdoğan, 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan sokak gösterilerini eleştirdi.
“5 günde 153 güvenlik görevlimiz yaralandı”
Erdoğan protestolar için “şiddet hareketi” dedi.
“İstanbul merkezli bir yolsuzluk operasyonun ardından ana muhalefet partisi genel başkanının yaptığı sokak çağrısı sonrası ortaya çıkan kısa sürede şiddet hareketine dönüşen olayları milletçe ibretle takip ettik.”
Cumhurbaşkanı, “Marjinal örgütlerin, şehir eşkıyalarının saldırıları sebebiyle 5 günde 153 güvenlik görevlimiz yaralandı” dedi.
“Bu sefer farklı”
Selva Demiralp Erdoğan’ın açıklamalarını ve İmamoğlu’nun tutuklanmasını da değerlendirerek şöyle dedi: “Bu zamana kadar Türkiye ekonomisinin karşılaştığı krizlerde, altta yatan sorun genellikle ekonomik hatalardan kaynaklanıyordu. Bu ekonomik hataların getirdiği güvensizlik ortamında, o panik ortamında, insanların bir şekilde kendi varlıklarına sahip çıkma, kendi güvenli liman olduğunu düşündükleri varlıkları ellerinde tutma eğilimine girdiklerini görüyorduk. Bu arada Türkiye’den yabancıların çıktığını, yerlilerin ise daha çok dövize ve güvenli buldukları kaynaklara paralarını aktardıklarını gözlemliyorduk. Ve bu tür sorunlarda, eğer altta yatan sorun bir ekonomik politika hatasıysa, doğru adımları atmaya başladığınız zaman genellikle insanlar sakinleşir, piyasalar durulur, tekrar yabancı sermaye girmeye başlar”
Demiralp sözlerine şöyle devam etti: “Ama bu sefer farklı olan, altta yatan sorunun bir siyasi kriz olması ve siyasi tansiyonun da muhtemelen önümüzdeki dönemde azalması değil, bilakis artmasıdır. Böyle olduğu zaman, problemin kökenindeki sorunu halletmediğiniz sürece iktisadi politika önlemleri ancak bunun semptomlarını bir parça gidermeye çalışacaktır”
Demiralp Mehmet Şimşek politikası için, “Neredeyse iki yıldır Türkiye’de, tamam, hani genel seçim öncesinde çok hatalı politikalar vardı dendi. Sonrasında bir U dönüşü yaptık, işte Mehmet Şimşek’in deyimiyle “rasyonel politikalara geçtik” dendi ki bu, örtülü bir şekilde önceki politikalar irrasyoneldi demek aslında. Bu politikaların, yani geçmişteki hataların maliyetini zaten biz yüksek faizle, düşük büyümeyle öderken; bir de bunun üstüne, bir anda bütün o kazanımları üç gün içerisinde harcadığımız zaman, elbette ki yolun geri kalanında yeterli cephaneniz kalmaz” dedi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Merhaba iyi günler, iyi akşamlar. Türkiye Ekrem İmamoğlu krizini konuşuyor. Kriz diyorum çünkü bu bir operasyon. Bu krizin ekonomiye doğrudan etkileri var. İlk günden itibaren bunları konuşmaya çalıştık. Bugün konuğumuz Koç Üniversitesi’nden Prof. Selva Demiralp. Kendisiyle, Mehmet Şimşek programının bu krizden nasıl etkilendiğini konuşacağız. Merhaba Selva Hanım.
Selva Demiralp: Merhaba Ruşen Bey, iyi yayınlar.
Sağ olun. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kabine toplantısından sonra bu son krizin ekonomiyi etkilediğini ama her şeyin kontrol altında olduğunu söyledi. Öyle mi gerçekten?
Demiralp: Ben pek öyle görmüyorum açıkçası. Çünkü bu zamana kadar Türkiye ekonomisinin karşılaştığı krizlerde altta yatan sorun, genellikle ekonomik hatalardan kaynaklanıyordu ve ekonomik hataların getirdiği güvensizlik ve panik ortamında, insanların bir şekilde kendi varlıklarına sahip çıkma, kendi güvenli liman olduğunu düşündükleri varlıkları ellerinde tutma ve bu arada da Türkiye’den yabancıların çıktığını, yerlilerin daha çok dövize ve güvenli buldukları kaynaklara paralarını aktardıklarını görüyorduk. Bu tür sorunlarda, eğer altta yatan sorun bir ekonomik politika hatasıysa, doğru adımları atmaya başladığınız zaman genellikle insanlar sakinleşir, piyasalar sakinleşir, yabancı sermaye tekrar girmeye başlar. Ama bu sefer farklı olan, altta yatan sorunun bir siyasi kriz olması ve siyasi tansiyonun da muhtemelen önümüzdeki dönemde azalması değil, bilakis artması. Problemin kökenindeki sorunu halletmediğiniz zaman, iktisadi politika önlemleri ancak bunun semptomlarını bir parça gidermeye çalışacaktır, ki şu anda da gördüğümüz o.
Şunun altını tekrar çizelim: Normalde bir ekonomik kökenli krizde bile bu bir güven krizine dönüşüp, insanların kendilerini en güvende hissettikleri, ‘’gerektiği zaman ben mal varlığıma tekrar ulaşabilir miyim?’’ endişesiyle daha likit varlıklara geçmeleriyle sonuçlanırken, şimdi altta yatan krizde yargının siyasallaşması ‘’acaba bir gün ben kendi mal varlığımla ilgili ya da ekonomik ilişkilerimle ilgili bir sorun yaşarsam ve bu mahkeme sistemine işim düşerse, özgür, bağımsız bir yargı benim haklarımı koruyacak şekilde ilgilenebilecek mi?’’ Bunu neden söylüyorum? Özellikle bizim en çok çekmeye çalıştığımız, doğrudan yabancı yatırım dediğimiz, ‘’buraya gelsin, burada iş kursun’’ dediğimiz yabancılar, bu ülkenin hukuk sistemine bakacaklar. Ama hukuk sistemi ile ilgili endişeler zaten bu krizin de en kökünde olduğu için, bu, bizim hem Türkiye’deki üretim kapasitesini artıracak yatırımları çok uzun bir süre korkutacaktır hem de daha oraya gelmeden çok daha zaten kısa vadeli ya da sıcak para dediğimiz paranın bile bu gerginlik ortamında kaçtığını, endişelendiğini görüyoruz, Şimdi siz bunu faizi arttırarak nereye kadar engelleyebilirsiniz? Tabii ki kurun patlaması, kontrolden çıkması ve bunun bir finansal kriz olarak Türkiye ekonomisini çok kısa bir sürede bir ödemeler dengesi krizinin eşiğine getirmesini ve faizi artırarak ya da Merkez Bankası’nın rezervlerini satarak engellemeye çalışırsınız. Ama zaten genel seçimden beri Merkez Bankası’nın eksi 65 milyar dolar olan Swap hariç net rezervlerini artı 65 milyar dolara getirmişlerdi. Onun da zaten neredeyse %40’ını 3 günde geçen hafta harcadık. Dolayısıyla bu boyda bir baskıyı ve Türk lirasından kaçışı, Merkez Bankası’nın elindeki zaten kısıtlı olan döviz rezervini satarak bertaraf etmesi mümkün değil. Biz Amerikan Merkez Bankası değiliz, yani dolar basmıyoruz. Elimizdeki dolar son derece kısıtlı ve çok acı bir reçete pahasına biriktirilmiş bir rezervdi. Tamam, ‘’genel seçim öncesinde çok hatalı politikalar vardı’’ dendi. Sonrasında bir U dönüşü yaptık, Mehmet Şimşek’in deyimiyle ‘’rasyonel politikalara geçtik’’ dendi, ki bu örtülü bir şekilde, ‘’önceki politikalar irrasyoneldi ‘’demek aslında. Geçmişteki hatanın maliyetini zaten biz yüksek faizle, düşük büyümeyle öderken, bir de bunun üstüne bir anda bütün o kazanımları 3 gün içerisinde harcadığınız zaman, elbette ki yolun geri kalanında yeterli cephaneniz kalmaz.
Merkez Bankası Aralık ayından beri artık faizleri düşürmeye başlamıştı, ki bu zaten ‘’tamam, artık enflasyon rayına girdi’’ algısından çok, reel sektörden ‘’artık dayanamıyoruz, iflas ediyoruz’’ diye çok ciddi bir baskı geliyordu. Zaten ‘’sorunlu kredi’’ dediğimiz geri ödenemeyen kredilerin oranlarında artış vardı ve bütçedeki faiz yükü çok fazlaydı. Yani ‘’enflasyon artık tıkır tıkır istediğimiz gibi %24’e iniyor, gelecek sene de tek hanelere belki ineriz’’ rahatlığıyla değil, zaten biz mevcut acı reçetenin maliyetinden boğulmuşluktan kaynaklanan sebeplerle o faizleri düşürürken, şimdi bir ana Merkez Bankası tekrar faiz arttırmak durumunda kaldı. Geçen hafta örtülü olarak faiz arttırdılar. Çünkü insanlar şu anda bir güvensizlik duyup ‘’ben Türk lirası varlıkları tutmak istemiyorum’’ dedikleri zaman, bir şekilde o Türk Lirası’nı tekrar cazip hale getirmeniz gerekiyor. Ama bu da, o çok fedakârlıklarla ‘’artık tamam, sayılı gün geçer’’ dediğimiz acı reçetenin, önümüzdeki dönemde tekrar karşımıza çıkması anlamına gelecek.
Sizinle en son yaptığımız yayında zaten programın sağlıklı bir şekilde ilerlemediğini konuşmuştuk. Hani çok yolunda giden bir şey var da, insanlar fedakârlık yapıyor ama kara gözüktü gibi bir olay zaten yoktu. Şimdi böyle bir olayın yaratacağı ekonomik sorunları siyasetçilerin ve özellikle ekonomiyi yönetenlerin öngörmemesi diye bir şey olabilir mi?
Demiralp: Böyle bir şeyin öngörülmediğini zannetmiyorum. Fakat birtakım maliyetlerin tartılıp, herhalde siyasi getiriler uğruna ekonomik maliyetlerin göze alındığını söyleyebiliriz. Ama dediğim gibi güven çok önemli ekonomide ve o güven kaybı bir kere insanın kemiklerine işlediği zaman onu tekrar çıkarabilmek çok zor oluyor. Dün siz kardeşim Seda Demiralp’le bir yayın yapmıştınız. Ben de onun söylediği yerden devam ettirmek istiyorum. Çünkü siyasetle ekonominin çok iç içe olduğu ve siyasi krizin ekonomik bir krize dönüşme ihtimalinin de oldukça arttığı, en azından ekonomik maliyetlerin çok arttığı bir dönemdeyiz. Seda şöyle söylemişti: “Mevcut davaya dair, bu davanın ikna ediliciliğine dair endişeler o kadar fazla ki, insanlar buna o kadar uzaktalar ki, bu çok net bir şekilde durumun politize olduğunu, yani bunun siyasi bir karar olduğu algısını gösteriyor.” Buradan ekonomiye çok net bir geçiş yapabiliyorsunuz. Çünkü eğer sizin ekonomik kurumların da, mesela bir Merkez Bankası’nın da politize olduğuna olan inancınız tekrar artarsa, ki Merkez Bankası zaten son bir buçuk senedir kendini oradan uzaklaştırmak için uğraşıyor. “Ben siyasi karar almam. Benim kendi bağımsızlığım var. Ne gerekirse yaparım.” Keza hafta sonu Pazar günü Merkez Bankası’nın bankalarla yaptığı toplantıda verilen sinyal, “Ne gerekiyorsa yaparım, elim kesinlikle bağlı değil. Her türlü aracı kullanırım” şeklinde. Merkez Bankası niye durup dururken bunları söyleme gereği duyuyor? Normalde siz yeni bir Merkez Bankasıysanız, “Bakın ben bir yeni sayfa açtım. Geçmiş geçmişte kaldı. Bundan sonra yapacaklarımı icraatımdan göreceksiniz” şeklinde, bu tür sinyalleri verirsiniz. Biz zaten bu Merkez Bankası’nın icraatını neredeyse 2 yıldır görüyoruz.
Buna rağmen, Merkez Bankası’nın bir güven tazelemeye çalışması, şu anda siyasi kurumlara dair güvensizliğin, alınan kararların, bağımsız olarak milletin faydasına olan, milli iradeyi temsil eden kurallar değil, politize olmuş kararlar olduğuna dair inanç var. Merkez Bankası da bundan payını alıyor. Merkez Bankası’nın da bağımsız olmadığına dair inanç bir kere daha tetiklenmiş oluyor. İşte böyle bir durumda da sizin tekrar başa sarmanız lazım. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu Amerika’da da böyle, piyasalar, “Acaba gerçekten dediğini yapabilecek mi, yoksa blöf mü yapıyor?” diye her bir yeni Merkez Bankası’nı denerler. Ve her bir denemede de Merkez Bankası’nın samimiyetini gösterebilmesi için, sopanın ucunu bir göstermesi gerekir. Bu da piyasaların canını acıtır. Aslında burada söylenen şudur: “Bak elimde bir sopa var, bu sopayı kullandırma bana. Kullanırsam senin de canın yanacak.” Eğer piyasalar inanmazsa o sopa kullanılır. O zaten faizlerin artmasıdır ve insanlar canları yanarak bundan öğrenirler. Şimdi bizim canımız zaten yanmışken, tekrar Merkez Bankası’na olan güvensizlik o sopanın yine çıkması anlamına geliyor. Beni en çok üzen, zaten önemli bir bedel ödenmiş durumda olunması. Geçmişte en azından altta yatan sorun ekonomik bir hataydı. Siz yine doğru adımları atarak, ekonomik hata için o ilacı kullanabilirsiniz, o ilacın bir etkinliği vardır. Zaten ilacın yan etkilerinden iyice boğulmuş bir ekonomide, dozu azaltayım derken tekrar bir doz veriyorsunuz ve bu sefer artık esas hastalık başka olduğu için sizin elinizde başka bir ilaç yok. Elinizde faizden başka ilaç yoksa, “Hadi, tekrar faizi dayayayım” diyorsunuz. Ama dediğim gibi bu sefer o kadar etkili olacağını hiç zannetmiyorum.
Şimdi bir siyasi kriz yaşıyoruz. Gözaltıyla, aslında diplomanın iptaliyle başladı, ama o bir yere kadar. Gözaltılar ve tutuklama oldu. Ekrem İmamoğlu tutuklu olduğu müddetçe krizin sürdüğünü ve bunun da ekonomiye etkisi olacağını varsayabiliyor muyuz?
Demiralp: Evet Çünkü neticede Ekrem İmamoğlu’nun şu anda tutuklu olması, insanların nezdinde, yargının siyasallaşmasının çok somut bir örneği olarak görüldüğü için ve zaten yaşadığımız ekonomik sorunları da bundan dolayı yaşadığımız için, bu süreç devam ettiği sürece bu algıyı değiştirebilmek çok zor olacaktır. Ben bunun bedelini de ödeyeceğimizi düşünüyorum. Şu olur tabii ki: Belki Merkez Bankası birtakım ekonomik önlemlerle krizin daha da yüksek boyutlara çıkmasını bir nebze olsun engelleyebilir. Fakat sorunun kökünde yatan asıl sorun çözümlenemediği sürece, siz çok ağır bir hastaya ağrı kesici verip günü geçirmeye çalışıyorsunuz. Verdiğiniz ilaç da kendi yan etkilerini yarattığı için, bu bize kesinlikle daha yüksek bir enflasyon olarak dönecektir. Zaten daha şimdiden enflasyon beklentileri artıyor. Bu daha yüksek kur olarak dönecektir, daha yüksek faiz olarak dönecektir ve daha düşük büyüme olarak dönecektir. Bunun zaten kaçışı yok. Şunun da altını çizelim: Zaten biz genel seçimlerden sonra bile aslında o kaybolan güvenin geri gelmekte ne kadar zorlandığını gördük. Türkiye’ye doğrudan yabancı yatırım dediğimiz, gelip de bu ülkede üretim yapmak isteyen bir yabancı girişi zaten olmamıştı. Bu olay hepsinin üstüne tuz biber ekti. Bundan sonra yabancı girişinin çok daha temkinli olacağını düşünüyorum. Ama söylemeye çalıştığımız, “Aman yabancılar girmiyor. Demek ki çok kötü bir şey olmuş, hemen bunu çözelim” değil. Elbette ki hem yerlinin hem de yabancının bundan çok fazla etkilenmesi söz konusu.
Bizim, bu ülkenin vatandaşları olarak yaşadığımız siyasi krizin maliyetini bir tarafa bırakıyorum, benim işim iktisat olduğu için ben işin iktisadi boyutuna odaklanıyorum. Ama ben çok net bir şekilde bunun çok ciddi bir ekonomik maliyeti olacağını, Türkiye ekonomisinin uzun vadeli büyüme potansiyelini düşüreceğini düşünüyorum. Yani bu sadece bugün, yarın, bir ay, bir sene değil, önümüzdeki kuşakların da, çocuklarımızın da daha düşük bir büyüme kapasitesine sahip bir ülkede yaşaması gibi sonuçları doğurur. Sadece bu olay değil. Bunlar çok üst üste geliyor ama her üste gelen olay Türkiye’nin gelecekteki üretiminden çalıyor. Bunu net bir şekilde söyleyelim. Bizim %5’ler civarında ortalama bir büyüme hızımız vardı. Biz buna teknik tabirle ortalama potansiyel büyüme diyoruz. Bu, tüm imkânlarınızı kullandığınız zaman, enflasyon yaratmadan büyüdüğünüz oran. Zaman içerisinde bu önce 3,5’lara düştü. En son yapılan Dünya Bankası IMF’nin tahminleri 1,5- 2’lere düştüğünü söylüyor. Siz 2’nin üstünde büyüdüğünüz anda enflasyon geliyor, enflasyon geldiği zaman ne oluyor? Büyüseniz bile zaten siz onu hissedemiyorsunuz, çünkü insanlar enflasyonist bir ortamda gelirlerini kaybetmeye başlıyorlar. Gerçekten şu son yaşadığımız sürecin, Türkiye ekonomisine artık geçici önlemlerin ötesinde, çok kalıcı birtakım zararlar verdiğini, ekonomi politikalarının artık çok daha radikal, yapısal önlemlerle silinip tekrar baştan yazılması gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii bunun için öncelikle bağımsız hukuk, bağımsız yargı gerekiyor.
Siz ABD başta olmak üzere dünyayı ve dünyadaki piyasaları çok yakından takip ediyorsunuz, biliyorsunuz. Trump’ın gelmesiyle birlikte dünyada ekonomik dengeler, siyasi dengeler altüst oldu. Bu olaydan bir gün önce, Trump’ın danışmanı, Erdoğan’ın Trump’la çok başarılı bir telefon konuşması yaptığını açıkladı, gördük. Dünyadaki altüst oluş, bir şekilde olumlu olarak görülüp bu hamle yapılmış olabilir mi? Yani dünyadaki bu alt üst oluş Türkiye’nin işine yarayabilir mi ya da bu olayın maliyetini düşürebilir mi, yoksa çok yanlış bir hesap mı yapılıyor?
Demiralp: Olayın ekonomik maliyetini düşürmez. Çünkü yatırımcılar zaten siyasetçilerden bağımsız olarak kendi ekonomik kârlarını düşünüyorlar: “Ben paramı bugün Türkiye’ye getirirsem bir istikrar ortamı olur mu?” Eğer siz bir günde borsada %10 kaybediyorsanız ya da bir anda bono faizleri yükseliyorsa ki bu bono fiyatının düşmesi anlamına gelir, çok âni olarak kârınızdan bir anda zarara geçebildiğinizi görürsünüz. Yatırımcı için öngörülebilir olmak, istikrar çok önemli. Dolayısıyla siyasetçilerin öyle ya da böyle demesi yatırımcının kararlarını etkilemez. Zaten Amerika’da da bunu görüyoruz. Trump, “Ben ekonomiyi harika yapacağım,” diyerek tarifeler uygulamaya koymaya çalıştığı anda, borsaların bir anda düştüğünü, içeriden tepkilerin geldiğini, sonra Trump’ın da bu içerideki tepkilere göre geri adım attığını görüyoruz. Burada daha ziyade, siyasetçinin piyasaları değil, piyasaların siyasetçiyi yönlendirmesi söz konusu. Fakat şunu söyleyebiliriz: Global ortam, şu anki konjonktür Türkiye’nin de daha rahat hareket etmesini sağlıyor. Çünkü Trump da mevcut düzeni değiştirip, çok güçlü bir başkan olmak istiyor. Mesela, “Merkez Bankası’nda bana da sorulsun. Ben de fikrimi söyleyeceğim. Zaten de para politikasını onlardan daha iyi bilirim” diye bunu açık açık söyleyen bir lider. Türkiye’de bu kadarını görmüyoruz mesela. Türkiye’de bir siyasi baskı varsa da o kapalı kapılar ardında olur. Trump bunu çok açık bir şekilde yapıyor ya da yargı bağımsızlığıyla ilgili çok açık bir şekilde, “Hâkimler, savcılar gelip bana sorsunlar. Son sözü ben söyleyeyim” şeklinde bunu kamuoyuyla paylaşıyor. Normalde Biden olsaydı Türkiye’ye daha ters bakılabilirdi, belki bir yaptırımdan söz edilebilirdi, ama şimdi böyle bir durum söz konusu değil. Avrupa’ya da baktığımız zaman, şu anda Trump sonrası yeniden yapılanma düzeninde Türkiye’ye daha çok ihtiyacı var. Bu nedenle belki Avrupa da şu anda yaşananlara karşı daha temkinli davranmayı tercih ediyormuş gibi görünüyor.
Siz üniversitede hocasınız ve bu protestolarda başından itibaren en çok gençler, özellikle üniversite öğrencileri göze çarpıyor ve şu ana kadar, olayın öğrenciler açısından çok ciddi bir ekonomik yönü olduğu yolunda yorumlar ve analizler yapılıyor. Yani gelecek kaygısı, okul okumada yaşadıkları ekonomik zorluklar gibi. Gençlerin bu protestolara katılma motivasyonlarında, kendi ekonomileri ya da ileriyi görememe boyutu olduğu yorumuna katılır mısınız?
Demiralp: Zaten bu ilişkilerin hepsi birbiriyle çok bağlantılı. Genel olarak ülkeye güvenilmemesi ya da hukuk düzenine olan inancın sarsılması, neticede hukuktan ekonomiye olan bağlantıyı herkesin yaptığı gibi öğrencilerin de, gençlerin de yapabildiğini düşünüyorum. Tabii bu ister istemez işin ekonomik tarafını da etkiliyor. Zaten uzun bir süredir hep beyin göçünden bahsediyoruz. Sonuçta alım güçleri düştükçe, beyaz yakalı bir üniversite mezununun, mezun olduktan sonra aldığı asgari ücretin onu tatmin etmemesi, buna karşılık o derecesiyle, o nitelikleriyle yurt dışında kendisine sunulan imkânların çok daha yüksek olması nedeniyle, içimiz ağlasa da o büyük emeklerle yetiştirdiğimiz öğrencileri biz uzun süredir yurt dışına kaybediyoruz. Şu anda da insanların bu protestolarda elbette ki bu birikmiş ruh halinin bir etkisi mutlaka var. Yani sadece bu son olaylara bağlamıyorum ben. Zaten uzun süredir bir memnuniyetsizlik, bir şikâyet söz konusu. Ama bu olay da tabii ki geleceğe dair endişelerin daha çok artmasına ve gençlerin de bu protestolara, boykotlara katılmasına sebep oldu.
Evet. Ne görüyorsunuz peki? Şu hâliyle, siyaseten bakıldığı zaman CHP liderliğindeki muhalefet sanki inisiyatifi almış gibi gözüküyor. Saraçhane’de toplanan insanların sayıları her geçen gün sürekli artıyor. Medyascope’taki arkadaşlarımız, ilk günden bu yana her akşam sayının daha fazla arttığını söylüyorlar. En son yapılan ön seçime 15 milyona yakın kişinin oy verdiği söyleniliyor ki bu CHP’nin 2023’te aldığı oydan fazla bir katılım. Yakın vadede, orta vadede nasıl bir şey görüyorsunuz? Genellikle çok kötü senaryolar yazanlar da var. Türkiye’nin rekabetçi otoriterlikten tam otoriterliğe geçeceği şeklinde ya da buna benzer şeyler. Sizin görüşünüz nedir?
Demiralp: Ben bir iktisatçı olarak sadece kendi alanımda kalayım. İktisat alanında yorum yaparak orta ve uzun vadeye göre bir cevap vereyim. Çünkü haddimi aşmak istemem, zaten o konuda cevap verebilecek bir kapasitem de yok. Ama ben “Ekonomik olarak ne görüyorum?” diye bu soruyu kendime uyarlayıp cevap verecek olursam, kısa vadede çok belirsiz. Çok yoğun bir sis bulutu var, önümüzü biraz görebilmemiz için tozun dumanın birazcık dağılması lazım. Fakat yakın geçmişten ve orta vadeli geçmişten de yola çıkarak, az da olsa ne yola gidebildiğimizi söyleyebiliriz. Türkiye’nin rekabetçiliğini, verimliliğini arttıracak yapısal reformlar zaten yıllardır öteleniyor. Biz bunları en son 2003- 2006 döneminde görmüştük, sonradan da görmedik. Dolayısıyla ben mevcut iktidarın yapısal reformların getirdiği maliyeti göze alacağını pek zannetmiyorum. Ve mevcut iktidarla, genellikle Merkez Bankası’na yüklenen, Merkez Bankası’nın da başında daha işin ehli insanlar olduğu zaman finansal sorunların daha bir bastırıldığı, enflasyonun en azından tek hanelere yaklaştığı dönemlerden geçeriz. Ama potansiyelimizi arttıracak, çocuklarımıza daha rahat bir gelecek teslim eder miyiz, onu görmüyorum. Çünkü 20 yılı aşkın bir süredir bu iktidar yapısal reformları hep öteledi. Zaman içerisinde üretkenliğimiz önce azalarak arttı, sonra durağan hâle geldi. Sonra da azalmaya başladı. Bunlar için çok daha köklü değişiklikler gerekiyor. Ama ‘’siyasi yapı ne olur?’’ diye soruyorsanız…
Tamam, siyaset sormuyorum. Peki, şunu sorayım ve öyle bitirelim. Bu camiada insanlar birbirlerini tanıyorlar. Bir siyasetçiler var, bir de teknokratlar var. Şu anda Türk ekonomisini yönetmeye çalışan isimler var ve bu kişiler de neyin ne olduğunu, krizlerin nasıl çıktığını biliyorlar. Onlar nasıl bir ruh halindedirler? Bu olay sadece basit bir emir kulu olmanın ötesinde… Çünkü göz göre göre çok ciddi bir şey oluyor. Mesela iki yıldır yapılan emeklerin önemli ölçüde heder edildiği bir olayı yaşıyorlar. Herkes gibi onlar da sabah kalkıyorlar, Ekrem İmamoğlu ve diğerlerinin gözaltına alındığını görüyorlar. Ekonomiyi bir bilim insanı sıfatıyla inceleyen birisi olarak herhalde sizin ilk aklınıza gelen, her şeyin tuzla buz olacağıdır. Aynı şeyi onlar da düşünüyordur muhtemelen.
Demiralp: Mutlaka düşündüklerini tahmin ediyorum. Çünkü sonuçta onlar, Mehmet Şimşek ve Mehmet Şimşek’in ekibi olarak gördüğümüz Merkez Bankası. Zaten biz seçimlerden sonra esas onların ekonomiyi düzeltmek için uğraştığını gördük. Fakat uzun bir süre bizi, “Tamam, geçmişte bir hata oldu. Biz şimdi bunu düzelteceğiz” diye de ikna etmeye çalıştılar. Bunun için de bir acı reçete uygulanacağı söylendi. Ben her şeye rağmen, “İyi, tamam, peki. Bu bir hastalık, tamam. Geçmişi geçmişte bırakalım. Bu da bunun ilacıdır, bir şekilde katlanmak zorundayız” diye düşündüm. O acı reçetenin topluma dağıtılması sizin eski programlarda konuşulmuştu, pek bir çaba sarf edilmedi. Fakat bir gün kalkıyorsunuz ve ilmek ilmek dokuduğunuz kazanımların bir anda yok olduğunu görüyorsunuz. Çocukların oynadığı Jenga diye bir oyun vardır. O blokları üst üste koyuyorsunuz, sonra bir tanesine yanlış yerden vurduğunuzda bir anda yerle bir oluyor. Bence şu anda yeni ekonomi yönetiminin gördüğü bu oldu. O 65 milyar dolarlık net rezerve getirebilmek çok acılı bir sürecin sonucunda gelmişti, bir anda %40’ı uçup gitti. Bu az buz bir şok değil. Onu tekrar o yerine koyabilmek son derece zor. Ben onların da şu anda oldukça karamsar olduklarını düşünüyorum açıkçası. Bilemem tabii ama bu kadar uğraşıp iki senenin emeğinin üç günde kaybolduğunu görmek ve ileriye yönelik olarak da o bozulan beklentileri ve güveni tekrar kazanabilmek çok çok zor.
Çok teşekkürler, Selva Hanım.
Demiralp: Ben teşekkür ederim.
Çok sağ olun. Çok ufuk açıcı oldu. Çok teşekkürler. İyi günler diliyorum.
Evet, Koç Üniversitesi’nden Prof. Selva Demiralp’le, yaşanan bu siyasi krizin ekonomiye, Mehmet Şimşek programına etkilerini konuştuk. Tablonun hiç de parlak olmadığını Selva Hoca bize çok net bir şekilde anlattı. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.