Bu haftaki yazısında Kenan Çamurcu, totalitarizmin anatomisi üzerine incelemelerini paylaşıyor.
AB Avrupa Değerler ve Şeffaflık Komisyonu Başkan Yardımcısı Věra Jourová, Covid 19 pandemisinin umut kırıcı biçimde Avrupa’yı sardığı sırada alınan sert tedbirlerin nereye kadar genişleyeceğinden kaygı içinde demişti ki: “Diktatörlükler tarihte halka karşı olduğunu ve çok fazla kurban yarattığını gösterdi. Bu yüzden üye devletlerde olağanüstü iktidarları sınırlamak için demokrasiyi sürdürmeliyiz.”
Avrupalıların, en geçerli gerekçelerle de olsa özgürlüklerin kısıtlanmasından duyduğu tedirginliğin haklı sebebi kuşkusuz yakın tarihteki Nazizm kâbusu ve modern döneme damgasını vuran faşist totaliter tecrübe. Hannah Arendt her ne kadar totaliter liderlerin ve kurdukları rejimlerin sona ermesiyle birlikte şaşırtıcı biçimde kısa süre içinde unutulduklarını ve şu anda Neonazi hareketler içinde bile yeterince hatırlanmadıklarını müjdelese de Nazizmin Avrupa’nın hafızasında açtığı krater, derin korku ve kaygıyı diri tutuyor. Zira totalitarizm “radikal kötülük”tür.
Totalitarizmin anatomisi: Totalitarizm sırf politik mesele değil
Avrupa’nın totalitarizm tecrübesini en iyi analiz etmiş düşünür olarak hakkı daima teslim edilen Arendt, Totalitarizmin Kaynakları: Totalitarizm kitabında (İletişim, 2014) totaliter liderlerin varoluşsal cevherini “kitle desteği” olarak tespit ettiğinde meselenin sırf ve salt politik sayılamayacağını, bilakis kültürel yanın belirleyici olduğunu ikaz etmiş oluyor. Kitap boyunca tekrarladığı iki örnek, Hitler ve Stalin, kitlelerin güvenine sahip olmasaydı ne geniş sayıdaki yığınların liderliğini sürdürebilir, ne içeride ve dışarıda birçok krizden sağ salim çıkabilir, ne de parti içi şiddetli mücadelelerin sayısız tehlikelerine göğüs gerebilirdi.
Bireyin politik özne olmasına öylesine önem atfeden Arendt’in kitlesel akışa kapıldığı anda ondan vazgeçmesi ve seçmeni kutsayan popülist iltifatlarla oyalanmaması önemli.
Totalitarizmi başarılı kılan, yandaşların kayıtsızlığı
Gelişmiş demokrasiler için bile ürkütücü hayalet vasfıyla her an bir köşeden çıkıverip tarih sahnesine fırlayabilecek totalitarizmi başarılı kılan kaygı verici faktör, Arendt’e göre yandaşlarının her şeye kayıtsızlığı. Canavar kendi çocuklarına kıymaya başladığında bile eğer kendilerinin konumuna dokunulmuyorsa olan bitene ilgisizler. O kadar ki, kendi ölüm cezalarının tertiplenmesine yardım etmeye dahi istekli olabilirler.
Arendt’in bu analize, Fransa’daki Nazi işgalinden kaçarak sığındığı Amerika’da liberal demokrasiye hâkim bireyci kayıtsızlığın bir kültür kodu olduğu şerhini neden düşmediğini bilmiyoruz. Belki o sosyopolitikte totalitarizmin yakın tehdit olmadığına güvenmiştir. Fakat durumun farkındadır ve bir itirafta bulunur: “Bireyleşmenin ve kültürün, kitle tutumlarının oluşumunu önlemediği olgusu o kadar beklenmedik olguydu ki, bu apaçık olgudan ötürü sıklıkla modern aydınlar sınıfının nihilizmi suçlandı.” Bir de aydının kendinden tipik nefret edişi ve ruhun yaşama düşman, canlılığa karşıt oluşu.
Yalıtılmış bireylerin kitesel örgütü
Şu ya da bu nedenle siyasal örgütlenme arzusu edinmiş kitlelerin olduğu her yerde totaliter hareketleri mümkün gören Arendt’in depolitizasyon ima eden bu tanımı ile kamusal alanı var edecek politik davranışı kutlaması arasındaki çelişki üzerinde durmak yararlı olacak.
Arendt’e göre totaliter hareketler ayrışmış ve yalıtılmış bireylerin kitlesel örgütü. Bu hareketler ayrışmış ve bireyselleşmiş bir kitlenin kendine has koşullarına, yapısı oturmamış bir kitle toplumundan daha az ihtiyaç duyar. Lenin’in devrimci diktatörlüğünü totaliter rejime dönüştürmek için Stalin ilkin yapay olarak, tarihsel koşulların Almanya’da Naziler için hazırlamış olduğu ayrışmış toplumu yaratmak zorundaydı.
Şiddet tekeliyle yönetme yerine toplumsal ayrıştırma
Toplumsal ayrıştırma, totaliter liderlerin, halkı devletin elindeki şiddet tekeliyle yönetme mecburiyetinde kalmamak ve insanlar üzerinde içeriden tahakküm kurup onları sindirmek için başvurduğu vazgeçilmez araç. Bu sayede, cisimleştirdiği kitlelerin iradesine yaslandığı oranda kitleler de ona yaslanacaktır. Burası, yöneten-yönetilen mesafesinin sıfıra indiği ândır. İlk bakışta demokratik gelişim için sevinilecek aşama gibi görünse de gerçekte totaliter lider ilmek ilmek diktatörlüğünü örüyordur.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek’te (Metis, 2012) totalleştirmeci temayülün politikayı çarpıklaştırdığı, anlam kaybına uğrattığı ve bunun da kamusal insanı yok olma tehlikesiyle yüz yüze getirdiğini savunuyor. Berktay, Arendt’in, politikanın yozlaşmasını, otantik politikanın yerini sahte politika biçimlerinin almasıyla açıkladığını hatırlatıyor. Öyleyse çoğulluğu temel alacak sahici politika ve onun getireceği özgürlüğün koşullarını araştırmaya koyulmalı. Özgürlük eğer sadece felsefi bir kavram olmaktan çıkarılacak ve yaşanan dünyanın gerçekliği haline getirilecekse kolektif politik eylem içinde insanların birlikte hareket etmesi lazım geliyor.
Fakat bir kez daha kolektif (kitlesel?) faaliyetin totalitarizmin koşulunu yaratmayacağından nasıl emin olunacağı sorusuna döneceğiz. Arendt’in “kolektif (birlikte)” nüansıyla kitleleşmiş/kitlesel politik davranıştan ayırması yeterli güvenceyi sağlayabilir mi? Ya da “paylaşılan dünyanın özelliği” yapıp “yeryüzünün ilkesi” anlamını yüklediği çoğulluğu temin edeceği vaadi, bahsi geçen tehdidi bertaraf edebilir mi?
Berktay, çoğulluğun insana ait bir potansiyel olduğunu ama potansiyelin gerçeğe dönüşmesinin yalnızca politik birliktelik içinde mümkün olabileceğini not ediyor. Bu tür bir birliktelik, insana, jenerik insan olma konumunu aşıp benzersizliğini ortaya koyma fırsatını armağan edecektir. Fakat politik birlikteliği yüklenen yüksek ve yüce anlama itiraz ederek bu inanca şerh düşmekte yarar var.
Otokrat lidere itaat niteliğine sâdık milyonlar nasıl ortaya çıkar?
Berktay’ın öne çıkarmasıyla Arendt’de totalitarizmin sınıfların ve ulus devletlerin çöküşüyle birlikte yükselen kitle toplumunun ürünü olduğunu görüyoruz. Milliyetçilik ve emperyalizm de buna yardımcı oluyor. Peki, modernleşmeye inancı tam Avrupa’da nasıl oldu da halklar totaliter akımlara açık hale geldi? Sebebi kökten ve yapısal: Bir dizi patoloji, özgürlük alanı olarak kamusal alanı aşındırdı, hatta giderek ortadan kaldırdı. Sömürgecilik yönetimini getiren emperyalist sermayenin fetihçi eğilimi ile burjuvazinin kendi kısmi çıkarlarının aracı olarak kullanmak üzere devleti ele geçirmesiyle de yeterli koşul tamamlanmış oldu.
Ama Berktay’ın can alıcı bir sorusu daha var: Totalitarizmin dayandığı ve esas niteliği lidere, ideolojiye ve düzene itaat olan milyonlarca insan nasıl ortaya çıktı?
Bu şaşırtıcı durum için tarihsel özgül durumun açıklayıcı olması umuluyor: Birinci Dünya Savaşı’ndan önce içinde yaşanılan görece düzenli ve istikrarlı bağlamların yıkılmış olması. Savaş, büyük ekonomik bunalım ve devrimci çalkantıların yaygınlaşması insanları, kendi yaşadıkları zorlukları ve acıları kapitalizme, Yahudilere, imtiyazlı sınıflara vb. bağlayabilecekleri indirgemeci ve kuşatıcı, total çözümler sunan fikirlere ve hareketlere açık hale getirdi.
Bu diyarda yaşanan politik macera için tanıdık mı geldi? Gelsin. Gelmeli ki bu yıkıcı tarihsel deneyime sebep olan kitleselliğin bile çıkış aramaya ihtiyaç duyacağı bambaşka bir vasat doğabilsin.
İstikrarlı kamusal hayat ortadan kalkınca gerçeklikle bağ kopar
Berktay’ın okumasına göre totalitarizmin psiko-politiğinde şu var: Modern çağın yarattığı radikal yabancılık, yalnızlık ve köksüzlük insanlara dünyada yerlerinin olmadığı duygusunu verirken onları kimlikten ve ortak duyudan (dünyaya karşı sorumluluk duygusundan) da yoksun bırakır. Canlı ve istikrarlı bir kamusal alanın ortadan kalkmış olması nedeniyle başka insanlarla ve çevresindeki gerçeklikle bağı kopar, bağımsız düşünme ve eylemde bulunma yetisini yitirir; böylece totaliter kurguların çekiciliğine kapılmaya açık hale gelir.
Bu okumanın hulasası sayılabilecek hükme göre totalitarizmin mayasında ölçüsüz, küstahça kibir (hubris) ile determinizmin bileşimi var. Hubris’in nemesis’e (intikam) dönüşmesi ise an meselesi. Berktay, Arendt’in burada nükleer fizik ile totalitarizm arasında çarpıcı bir ilişki kurduğunu belirtiyor. Her ikisinde de özgürlük ve güç elde etmek için yola çıkan ama sonunda insanlığı koruyacak sınırların yıkılmasına yol açan doğal ya da yarı doğal süreçleri zembereğinden boşaltan insanların öyküleri var.
Çoğulluğun kökünü kazımaya çalışan totaliterlik
Totalitarizm, yeryüzünden çoğulluğun kökünü kazımaya çalışıyor ve insanların biricikliğini yok ederek onları tekilliğin çölüne mahkûm ediyor. Arendt’in kötülüğü radikal nitelendirmesinin nedeni bu. Bu çöl içinde ne başkalarıyla diyaloğa ve tartışmaya ne de kişinin kendi içindeki diyalog anlamındaki düşünmeye yer var. Benlik ve dünya, düşünme ve deneyim yetisinin her ikisi de aynı anda yitirilmiş oluyor çünkü.
Kötülük kuşkusuz insanîdir ve ona karşı bağışıklık kazandıracak bir aşı yok. Dünyayı kurtaracak olan, sadece onu sevenlerin ve başkalarıyla birlikte onu yeniden yaratmak ve korumak için çalışanların gündelik eylemleri olabilir.
Berktay, totalitarizmin örgütlü kötülüğü karşısına bu veriyle çıkmanın içinde yaşamak isteyeceğimiz dünyayı korumak için yeterli görünmediğini itiraf ediyor. Fakat Arendt’in iyimserliği cesaret verici: Modernitenin olumsuzluklarını, dünyasızlığını, kötülüğü ve totalitarizmi yaratan insan eylemiyse mücadele edecek olan da yine insanlardır. Bu nedenle bireyi kitle içinde eritecek, bireysel farklılıkla yok edecek, bireysel varoluşu lüzumsuz hale getirecek ve bireysel eylemin anısını silecek her şeye karşı direnmek gerekir.
Sakatlanmış demokrasiyi kurtarmanın tek yolu sandık değil
Arendt’in örneklem evreni Nazizm ve Stalincilik’ten ibaret olsa da kurduğu cümlelerin hepsi genellemeci hüküm cümleleri. İlginç analizler yaptığına kuşku yok, fakat tüm tahlillerinin bir okuma ve yorumlama biçimi olduğu da ortada. Halef düşünürler tarafından başka örneklerle de doğrulanacak veya doğrulanmış olsa bile bu değerlendirmeler öne sürüldüğü sırada birer önerme olmalıydı.
Örneklemdeki bilimsel kusuruna rağmen Arendt hayattayken de vefatından sonra da otoriterleşme ve totalitarizm meselesini anlamak için en çok okunan düşünür oldu, olmaya devam ediyor. Dayandığı yerel tecrübeye bakmaksızın Doğulu ve Batılı kültür havzalarından entelektüeller tarafından hiç çekinmeden evrenselleştirildi ve yazdıklarına teorik değer atfedildi. Farklı iklim ve kültürlerden akademisyenler ve entelektüeller kendi politik tecrübelerini anlayıp anlamlandırmada Arendt analizlerini ganimet görüyor. Haklarıdır.
Otoriter siyasi rejimlere ve totaliterliği maruz kalmış ve sakatlanmış demokrasilerin kurtarılmasının tek ihtimali seçim sandığı ve personel becayişi değil. Muktedir popülizme ona tıpatıp benzeyen muhalif popülizmle meydan okumak da olamaz. Bilakis radikal bir kültürel değişim, dönüşüm, canlanma gerekiyor. Bu ihtiyacı programa bağlamamış hiçbir politik seçenekten hayır gelmeyeceğine ikna olacağımız kadar şey gördük geçirdik.