Haftaya Bakış (268): Gazetecilere kumpas | İBB’ye peş peşe operasyon | Çözüm sürecinde son durum

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik “mali suçlar” soruşturmasında 4. dalga operasyonu başlatıldı. Akşam Gazetesi, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun basın danışmanı ve Medya A.Ş. Başkanı Murat Ongun’un, aralarında Ruşen Çakır’ın da olduğu bazı gazetecileri finanse ettiği öne sürdü. Çözüm sürecinde son gelişmeler neler? Ruşen Çakır ve Kemal Can Gazetecilere kumpas | İBB’ye peş peşe operasyon | Çözüm sürecinde son durum başlıklı videoda değerlendirdi.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) 19 Mart’tan beri operasyonlar düzenleniyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve İmamoğlu’na yakın isimler başta olmak üzere üst düzey yöneticiler, bürokratlar, çalışanlar gözaltına alınıp tutuklandı. Şu ana kadar en az 210 kişi gözaltına alındı, en az 70 kişi tutuklandı. Birçok kişi hakkında adli kontrol, ev hapsi ve yurtdışı çıkış yasağı tedbirleri uygulandı. 

19 Mart 2025’te İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere belediye başkanları, bürokratlar, üst düzey yöneticilere yönelik operasyon düzenlendi.

İBB’ye yönelik başlatılan ikinci soruşturma kapsamında 53 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. 50 kişi gözaltına alındı.

20 Mayıs 2025’te, İBB’ye bağlı Medya A.Ş. ve Kültür A.Ş.’ye yeni bir operasyon düzenlendi.

22 Mayıs 2025’te, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İBB iştiraki İstanbul Ağaç ve Peyzaj A.Ş. personeline yönelik operasyon düzenledi.

Bugün, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İSTAÇ, KİPTAŞ ve Yol Bakım Daire Başkanlığı’na yönelik soruşturma başlattı. Mali suçlar kapsamında başlatılan soruşturmada, 49 kişi hakkında gözaltı kararı verildi.

Haftaya Bakış (268): Gazetecilere kumpas | İBB'ye peş peşe operasyon | Çözüm sürecinde son durum
Haftaya Bakış (268): Gazetecilere kumpas | İBB’ye peş peşe operasyon | Çözüm sürecinde son durum

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP’li tutuklu belediye başkanlarının pankart ve afişlerinin toplatılması yönünde İl Emniyet Müdürlüğü’ne yazı gönderdi. İmamoğlu hakkında propaganda içeren, kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşüne özendiren afiş ve pankartlar İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yasaklandı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Kemal de ben de stüdyoda değiliz ve konuşacak çok şey var. Yani bitecek gibi değil. Şimdi, Erdoğan’ın uçakta söylediği “Yeni sivil anayasa istiyorum” sözü yıllardır duyduğumuz hikâye. Hatta “Seçilmek diye bir derdim yok. Önemli olan Türkiye’nin itibarı” sözünü ciddiye alan, hakikaten seçilmek istemiyor diye düşünen çıktı mı bilmiyorum, ama Devlet Bahçeli çıktı ve bugün, “Türkiye Erdoğan’sız olamaz” diye bir açıklama yaptı. Aslında bu biraz çözüm süreciyle de doğrudan alâkalı bir şey herhalde. Bahçeli mecliste komisyon kurulması önerisini getirmişti. Erdoğan ona sivil anayasa olsun, ben olmasam da olur” dedi. Aslında tam “Yeniden seçilmek” diye derdim yok derken…

Kemal Can: Asıl mesele bu değil gibi, yani öyle bir havada. Yoksa ‘’vazgeçtim’’ anlamı çıkacak bir laf değil. 

Ruşen Çakır: Bahçeli’nin bu çıkışından sonra, hemen sosyal medyada birileri bana, “Hani Bahçeli ile Erdoğan arasında sorun var diyordunuz?” diye birtakım şeyler geldi. Doğru bir laf mı bilmiyorum, ama söyleyeceğim. “Ayı yavrusunu severken öldürürmüş” diye bir laf var biliyorsun. Bahçeli’nin Erdoğan’a, başkanlık sistemine bu aşırı sevgi gösterileri, aşırı bağlılığı, Erdoğan’dan daha fazla Erdoğancı, Erdoğan’dan daha fazla başkanlık sistemi yanlısı bir duruş sergilemesi, bana hep soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. Komplo gibi değil. O aslında orada bir şey yaratıyor, ama esas derdi başka gibi düşündüm. Burada da Erdoğan’a “Sen başkan ol. Başkanlıkta sana yine desteğim olur, ama diğer konularda benim dediğim olsa daha iyi olur” gibi bir şey sezdim ben. Bilmiyorum sen ne dersin? Çünkü normal şartlarda baktığında, Erdoğan, “Tevazu gösterdi, Bahçeli, olur mu canım?” dedi diye kapanacak bir olay. Ama olayın böyle olduğu kanısında değilim. 

Kemal Can: Senin girdiğin yerden devam edeyim ben de. Aralarında sorun var mı yok mu ölçümü için eğer bu olay bir örnek olarak kullanılıyorsa, aralarındaki problem, açıkçası birbirlerini nasıl gördükleri ve birbirlerine nasıl görevler biçtikleri ile ilgili. Dolayısıyla, Erdoğan’ın bu açıklamada da olduğu gibi böyle överek, süsleyerek, Bahçeli’nin söylediği, “Nereye gidiyorsun?” amiyane tabiriyle, “Daha karpuz kesecektik. Daha vazifelerin var, daha yapman gereken işler var. O işleri yaparken sen lazımsın,” diye özetlenebilir. Lazım olmanın kaynağını da biliyoruz. Bu iktidarın bir süredir, en azından 2015’ten sonra iki tane referansı var. Bir tanesi, Erdoğan’ın rıza üretme kapasitesi, diğeri de Bahçeli’nin çizdiği kırmızı çizgiler rotası. İktidar 2015’ten beri bu iki hat üzerinden yürüyor. Tabii ki buradaki öncelikler de farklı ve bu önceliklerden doğan gerilimler var. Dolayısıyla birbirlerine görev hatırlattıklarında ya da birbirlerini çok övdüklerinde, tıpkı, Erdoğan’ın süreç için Bahçeli’yi yere göğe koyamayıp, ‘’ne kadar bilge bir lider, devlet aklının temsilcisi’’ diye onu onore etse de, şimdi Bahçeli’nin, “Size çok ihtiyaç var. Yeni Türkiye’nin menziline ulaşması için sizin olmanız şart” demesi ne aralarındaki tansiyonu ne gerilimi ne de öncelik farkını ortadan kaldıran şeyler. Bu meselede de, Erdoğan bir seçim önce söylediği gibi, “Ben çekiliyorum artık, tamam. Bu benim son seçimim” havasında bir şey söylemiyor. Bence burada ima ettiği şey, kendisini ve zemini, buraya sıkışmış bir tartışmadan kurtarmak ve burada biraz bağımsız bir yeni gündem inşa edip, o gündemin sahibi olmak. İktidar tarafı açısından söylersek, şimdiye kadar süreç gündeminin sürükleyicisi Bahçeli’ydi. Hatta Bahçeli son olarak Mecliste 100 kişilik komisyon önerisiyle yine gündemi belirleyen bir atak yapmıştı. Bence Erdoğan’ın uçakta yaptığı açıklama, komisyon kurarak süreci hızlandırma talebine karşı, anayasayı konuşarak, kendi gündemini yaratma iddiası taşıyor. Ben birkaç gün içerisinde gelişen bu kronolojiyi biraz böyle yorumluyorum. 

Burada tabii ki senin daha önce yaptığın bu yeni anayasa ile ilgili yayınında söylediğin gibi, Erdoğan’ın bir çıkış arayışı söz konusu olabilir. Senin, annemin de desteğini alan iyimser yorumun tarafından makul görülebilir. Evet, böyle bir konjonktür var, ama iki tane daha yönü var aslında. Bir tanesi, o açıklamada altını çizdiği gibi asıl mesele bu değil. Yani bu pazarlık görüntüsünü hem kendisi açısından, hem muhatapları açısından bir ayak bağı olmaktan çıkartma hamlesi de olabilir. Bu da iyimser bir yorum aslında. Bir de tabii şimdi çok yaygın olan ve CHP’nin ilk reaksiyonunu da çerçeveleyen bu tuzak meselesi. Yani, “Ben elimi uzattım, ama elim terslendi. Dolayısıyla biz yolumuza CHP’siz olarak devam edeceğiz, Anayasayı yapacağız,” bahanesini yaratmak. Zaten Özgür Özel, “Önce anayasayı uygula, ondan sonra anayasayı konuşuruz. Seninle anayasa konuşulmaz” mânâsına gelen bir açıklama yapmış durumda. Muhalefet de çeşitli çevrelerde müzakere-mücadele dikotomisini hâlâ canlı tutuyor. Dolayısıyla böyle bir tarafı da var. Bu iki şeye de karşılık gelebilir. Ben bu üç seçenekten birinin elbette bu açıklamanın nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Ama Bahçeli’nin süreç ve süreç öncelikli olarak komisyon gündeminin karşısına yerleştirilmiş bir anayasa gündemi olarak, yani takvimi ve kronolojiyi değiştiren bir hamle olarak yorumluyorum. Biraz sonra konuşacağımız konu, senin iyimser yaklaşımına, yani bir normalleşme, bir çıkış arayışı yaklaşımına, dördüncü operasyon, belki gelecek yeni operasyonlar, bugün yaşananlar, dün yaşananlar, olup bitenler penceresinden bakıldığında, çok o normalleşmeyi destekleyecek adımların kurgulanmadığını, öyle bir havanın oluşmadığını görüyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: İstersen bu dördüncü operasyon hikâyesine geçelim. Ben bugün izleyicilerin katılımıyla ‘’19 Mart süreci bitmeyecek mi?’’ başlığıyla bir yayın yaptım. Ne olduğunu hatırlayalım. Önce bir operasyon oldu, dalga geldi. Sonra aradan bayağı bir zaman geçtikten sonra ikinci dalga geldi. Sonra dalgaların araları kısaldı. Mesela üçüncü operasyon yapıldı, arada bir tane buçuk operasyon var, İBB iştiraki Ağaç ve Peyzaj A.Ş’ye. Yedi kişi tutuklandı ama o pek duyurulmadı. İki üç gün sonra da bu sabahki operasyon, dördüncü dalga oldu. Bir dördüncü dalgadan bahsediliyordu, ama o başka bir konseptte bahsediliyordu. Belediyeden ziyade iş insanları, gazeteciler filan. Bana göre şöyle bir şey var: Artık bir an önce iddianamesinin hazırlanması gerekiyor. Arıyorlar, tarıyorlar, tırmalıyorlar, etkin pişmanlıktan yararlananlarla, şunlarla bunlarla bir dosyanın içini doldurmaya çalışıyorlar ve İBB’nin neredeyse tüm birimlerinin daire başkanlarını, genel sekreter yardımcılarını, çalışanlarını, herkesi aldılar. Bu bir yerde bitecek herhalde. Erdoğan ‘’Cumhuriyet tarihinin en büyük, en organize suç örgütü’’ diye tanımlıyordu, ama buna dair hiçbir işaret yok. Mesela sen ikinci dalgada kimler alınmıştı, hatırlıyor musun? Üçüncü dalgada kimler alındı? Daha yeni, iki üç gün önce kimler alındı? Bir tane sakallı bir bey gördük. Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanıymış, adını hatırlamıyorum. Bir Yavuz Saltık’ı biliyorum, bir de alınıp bırakılan Özel Kalem Müdiresini biliyoruz. Diğerlerini de pek bilmiyoruz ve artık rakamlar çok ama sıradan çalışanlar alınıyor. Mesela üçüncü dalgada, tutuklamaya sebep olan 22 bin liralık bir havale hikâyesi vardı, hatırlıyor musun? Dosya, o çizdiklerinin çok ötesinde bir zayıflıkta gidiyor ve bir yerden sonra frene basmak zorunda kalacaklar ve iddianame hazırlanacak. 

Tabii her şeye rağmen bu iddianame hazırlanacak. O aşamada, tutuksuz yargılama seçeneği normalleşme zeminini sunabilir. Anladığım kadarıyla mahkeme bayağı uzun sürecek. Çünkü çok kalabalık, değil mi? Şu anda gözaltına alınanlarla, 200, 300 kişi oldu neredeyse. Tabii ki İmamoğlu başta olmak üzere eğer bir tutuksuz yargılama kararı alınırsa, o zaman birtakım şeyler normalleşiyor gibi bir şey söyleyebiliriz. Bence normalleşmenin en önemli kıstası, Ekrem İmamoğlu’nun tutuksuz yargılanıp yargılanmayacağı. Şu aşamada tabii ki onun uzağındayız. Operasyonlar sürüyor, daha da sürecek belki. Ekrem İmamoğlu her seferinde sesini yükseltiyor. En son gelen yasağı biliyorsun. İmamoğlu’nun fotoğraf, resim, ses ve videolarının toplu ulaşım araçlarında kullanılması yasaklandı. 

Kemal Can: O, ayrıca hukuki olarak da sorunlu. Çünkü hem sosyal medya hesabı kapatılırken hem bu karar alınırken, suçu ve suçluyu övme gibi bir iddiayla bu gerekçelendiriliyor. Bahse konu insanın suçlu olduğu henüz herhangi bir adli süreçten geçmiş değil. Daha iddianamesi bile olmayan bir suçu övmek ya da suçluyu övmek gibi bir gerekçeyle, yani peşin olarak bir mahkûmiyet kurmuş gibi hüküm işliyor. Bu aslında niyeti gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Evet. Benim normalleşmeden kastım, esas olarak Ekrem İmamoğlu’nun tekrar özgür bir siyasi aktör olarak siyasi hayata dâhil olup olmaması. O olmadığı müddetçe bir normalleşmeden söz etmek mümkün değil. Erdoğan’ın bunu istemediğini biliyoruz, orası kesin, alinden gelse hapishanede yıllarca yatmasını da sağlamak ister. Ama bu anayasa mı, olur çözüm süreci mi olur, başka bir şey mi olur, bir yerde oraya gelmek zorunda kalabilir. Benim söylediğim bu. Ama tabii ki genel eğilim, benim de sesimi kısmama yol açan eğilim, Erdoğan’ın, dinlemeyip sonuna kadar gideceği. Çok da uzatmayıp sözü sana bırakayım. 

Kemal Can: Senin normalleşme tarifin üzerinden şunu söyleyeyim: Bence normalleşme alanını senin gördüğün yerde görmüyor Erdoğan. Belki bir normalleşme zemini oluşturabilir, ama bu, İmamoğlu’nun yeniden bir siyasi aktör olarak serbest kalması üzerine kurgulanmış değil. Başka bir alanda bir normalleşme arıyor bence. Anayasa tartışması da o. O yüzden de ben Erdoğan açısından normalleşmenin başka bir algısı olduğunu, normalleşmeden başka bir şey algıladığını düşünüyorum. Daha önce de hatırlıyorsan, o yumuşama ve normalleşme döneminde de normalleşmeden hep kendisine karşı normalleşmeyi anladığını. Dolayısıyla senin dediğin gibi kendisinin normalleşmesini anlayacak yere gelir mi ya da buna mecbur kalır mı, o ayrı bir şey, ama şu anda öyle bir zemin yok. 

Yaşananlara bakınca dediğin doğru. Peş peşe operasyonlar geliyor. Ama operasyonların biri diğerinden daha büyük bir ölçek ya da birdenbire bütün dengeleri değiştiren, bütün algıyı başkalaştıran bir içerik kazanmıyor. Ama böyle yavaş yavaş işliyor. Sen de dosyanın içini doldurmak için böyle yapıyorlar diyorsun ya. Ama şu ihtimali de gözden kaçırmayalım. Daha önce başka meselelerde de önümüze geldi. İçini doldurmak için değil de, bu yıpratıcılığı zamana yaymak için de böyle dalga dalga yapılmasının, sadece içi boş bir şeyi doldurmak için zaman kazanmak değil, tam tersine içi boş bir şeyi zamana yayarak, sanki önemli bir meseleymiş gibi gündemde tutmanın da bir neden olabileceğini düşünüyorum. Şimdi basitçe düşünelim. İyice alt seviye bürokratlara kadar yayılan bir şey, şöyle bir etki de yaratıyor. İki tane etkisi var. Birincisi, itirafçı arıyorlar ya, her gözaltına aldıklarında, etkin pişmanlık ya da ‘’bir şeyler anlatın, sizi bırakalım’’ sıkıştırması. Şimdi bu ihtimal kaçınılmaz olarak aşağıya doğru indikçe, bu ihtimal… Çünkü doğrudan tanık olduğu bir şeyi anlatması gerekmiyor. Gizli tanıklar ya da itirafçı dosyaları ya da etkin pişmanlık ifadelerinde de gördüğümüz gibi gene aynı şey: “Duydum, tahmin ediyorum.” Dolayısıyla aşağılara indikçe, tabir yerindeyse bu tür zayıf halka bulma ihtimali artıyor. Bu bir etki. 

İkinci etki ise neredeyse 20, 30 tane belediye bürokratının gözaltında ya da tutuklu olması, bir o kadarının her an gözaltına alınma ya da soruşturmaya uğrama riski altında olması, muhtemelen kocaman bir belediye bürokrasisinin acayip kilitlenmesine neden oluyor. Pek çok standart, gündelik işleri belki kurumsal olarak işletiyorlardır, ama İstanbul Belediyesi’nin muhalefet partisinin elinde olmasından doğan farkı ortaya koyacak icraatı üretmeleri hemen hemen imkânsız hâle geliyor. Yani belediye bir anlamda fiilen çalışamaz, fiilen kilitlenmiş bir hâle dönüşüyor. Bu azımsanacak bir şey değil. Tamam, bu iki ay şöyle ya da böyle atlatıldı, ama bunun 2, 3 ay daha böyle gittiğini düşün. Bütün bürokratların bu endişeyle elini hiçbir işin altına koymadıkları bir tablo, ciddi problem yaratacak bir şey. Bunun yine sosyal medya ve medya faaliyetleriyle iktidar eliyle nasıl büyütülerek köpürtüleceğini de tahmin edebiliyoruz. Bu büyük bir kilitlenme yaratıyor. 

Biraz önce konuştuğumuz gibi, İmamoğlu’nun sosyal medya hesabının kapatılması, sesinin yasaklanması, resminin suç hâline dönüştürülmesi, daha yargılamadan, mahkûm etmeden, hatta hangi suçla itham edileceği bile netleşmeden, birini, fiilen suçlu ya da sorumlu hâle getiriyor. Mesela İmamoğlu ilk hapse girdiğinde de Pınarhisar’la benzetmeler yapıldı; Erdoğan hapse girmişti ve oradan lider olarak çıktı. İmamoğlu zaten hapse girmeden liderdi, oradan daha güçlenerek çıkacak. Evet, teorik olarak böyle. Gerçekten böyle işliyor ve kamuoyu reaksiyonu da bütün çabaya rağmen, bütün araştırmalardan görüyoruz ki, iktidarın yaratmak istediği algıyı satın almamış durumda. Ama şöyle bir hakikat var: Şu anda İmamoğlu ile ilgili olarak, ‘’dokunursan, hatta temas edersen, hatta görüşürsen yanarsın havası yaratılıyor. Pınarhisar’ın ziyaretçi trafiğini ve o zaman Erdoğan’la temas etmenin nasıl bir gelecek kariyeri haline dönüştürüldüğünü hatırla. Şimdi Silivri’ye CHP kurmayları gidiyor, avukatlar gidiyor, ama sonuçta iş dünyasından bilmem nereye kadar herkes, şu anda kendi başına gelebilecekler ihtimalini öne koyarak biraz çekinik ve geri duruyor. Toplum böyle durmuyor, genel kamuoyu böyle durmuyor. Ama tek tek insanlar, belediye bürokratlarından iş dünyasına kadar pek çok kişi, böyle bir rezervle davranıyorlar. Bu, süreç uzadıkça problem yaratmaya başlayan şeyler. Evet, teorik olarak toplumsal destek anlamında iktidarın aleyhine işliyor. Ama bir yandan da ‘’19 Mart bitmiyor, bitmeyecek, hâlâ devam ediyor’’ hissini de çok canlı tutuyor. Bu ikisi çok sorunlu bir denge. Bunu ne kadar sürdürebilirler, kestirmek zor. Ama şu andaki tabloya bakıyoruz ve görüyoruz ki bu konudaki inat henüz gevşemiş görünmüyor. 

Ruşen Çakır: Zaten son rivayete göre sıra gazetecilere de geliyormuş. Hatta gün bile veriyorlar. Yarın sabah erken saatlerde gazeteciler, birtakım iş insanları filan da olacakmış diyorlar. Büyük, gürültülü bir şey olacakmış. Bir itirafçı, ben önce hep Çınar sanıyordum, meğer adı Meşe’ymiş, gazeteciler hakkında, ‘’duydum ki ettim ki’’ diye bir şeyler söylemişti biliyorsun. Bazı gazetecilere elden para verme hikâyesi. Bu konuyu iki ay sonra Akşam gazetesine yazdırdılar: buluşmalar, görüşmeler, elden para vermeler filan. Pazar günü oldu bu iş biliyorsun. Bu konuyu ‘Hafta Başı’ yayınında Kadri’yle de konuştuk. Ama ben ilk olarak, pazar gecesi maç dönüşü yaptığım yayında bu iddialara bir cevap verdim. Aslında çok şey söyledim, tekrar tekrar onları anlatmak istemiyorum. Ama artık düşündükçe kafamda iyice netleşiyor. Benim eşleşen HTS kayıtları kesin Galatasaray’ın maçlarına denk geliyor herhalde. Ama bu normalde benim bulup göstermem gereken bir şey değil. Onların araştırıp bulması ve oradan akıl yürütmeleri gerekir, fakat böyle bir şey yapmayacakları belli.  Herhalde benim yaptığım yayınlar da kulaklarına gitmiştir ya da izlemişlerdir, bakmışlardır ve fikstürü de açıp bakarak denk geldiğini de görmüşlerdir. Ama bu hiçbir şekilde başımıza bir şey gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Çünkü buradaki mesele, birilerini hakikaten bir suçla, bir delille, delillerle yargılamak değil. Gözdağı vermek, susturmak, gazeteciyi susturmak, onu vazgeçirmek, onu işbirliği yapmaya zorlamak. 

Bir de şöyle bir husus var: Birisine vururken, diğerlerine işaret veriyor. Daha önce anlatmıştım herhalde. 12 Eylül döneminde Metris Askeri Cezaevi’nde bir olay yaşamıştık. İlk başlarda bizi, bütün koğuşu dövüyorlardı. Bütün koğuşu dövdükleri zaman herkes o dayaktan sonra birbirine bakıyordu, “Kim daha çok dayak yedi? Kim daha az hasar aldı?” diye konuşuyorduk. Ama sonra cezaevine bir istihbarat subayı geldi, onunla beraber strateji değişti ve artık koğuştan bir kişiyi ya da iki kişiyi, genellikle bir kişiyi alıp, dışarıda sadece onu kıyasıya dövmeye başladılar. Çok daha etkili olacağını hesapladılar ki gerçekten etkili oluyordu. Çünkü hep beraber dayak yediğin zaman “Hepimiz payımızı aldık” diyorsun. Ama diğer hikâyede, insanın kafasına “Bir gün beni tek alırlar mı?” seçeneğini yerleştiriyor. 

Kemal Can: Bir de ‘’neye göre alıyorlar?’’ gibi, aslında hiçbir sonuç vermeyecek bir şeye kafayı takıyorsun. 

Ruşen Çakır: Evet, ama mesela genellikle aldıkları kişiler -nasıl öğreniyorlardıysa ya da belli oluyordu herhalde-, koğuş sorumlusu gibi olan kişilerdi. Yani onu rastgele yapmıyorlardı. Şimdi burada da böyle bir olay var. Şu ana kadar yapılanların hepsi de böyleydi zaten. Bir gazeteciyi aldığı zaman, mesela zamanında Fethullahçılar Ahmet Şık’ı aldığında, sadece ona değil, herkese sesleniyorlardı “Bakın, ayağınızı denk alın” mesajıydı bu. Ama ne oldu orada? Dayanışma olayıyla, o olay ellerinde bir anlamda patladı. Tabii ki hapis yattılar, o ayrı. Ama sonuçta istedikleri sonucu elde edemediler. Şimdi burada da her şeye rağmen sanki benzer bir şey yapmak isteyecekler. Adı geçen bütün gazeteciler de “Tanımam, etmem. Böyle bir buluşma yok. Zarfla para verilmedi” diye açıklama yaptılar. Ama inanan inanıyor. Daha doğrusu inanan inanıyor değil, inanmak isteyenler var, onlar inanıyorlar. Soruşturmayı yapanların da “Bunları böyle alıyoruz, şöyle alıyoruz da, milletin bunlara kafası yatmıyor” gibi dertleri yok. Çünkü onların hesap verdiği yer Türk Milleti değil. Onların hesap verdiği yer iktidar. Dolayısıyla iktidarı memnun etmek için her şeyi yapabiliyorlar. 

Şimdi gazetecilere de sıra gelebilir, ki biliyorsun, önce işaretini sızdırıyorlar. Neyi sızdırdılar? İtirafçı ifadesini. Sonra iki ay çalışıp bula bula buldukları HTS kayıtlarını sızdırdılar. Akşam gazetesinin haberinde ‘’buluştukları belirlendi’’ diye geçiyor. İnsanın aklına ne geliyor? Herhalde fotoğraf filan var, değil mi? Öyle bir şey yok. Mesela statta 30 bin kişiyle buluşmuş oluyorsun. Neyse, sonuçta orada tabii ilginç bir olay var. Nedense insanlar olayın çok fazla üzerine gitmedi ya da bilmiyorum. Gazete haberinde yer olan Soner Yalçın’ın, internet haberinde isminin uçması olayı var. Benzer bir şeyi ben yaşamış olsaydım, herhalde hâlâ bunu anlatmaya, izah etmeye çalışıyor olurdum. Bu konuda herhangi bir açıklama da yapılmadı. 

Kemal Can: Şu inandırıcılık meselesini sen söyledin zaten. Bu davanın, bu olayın bütününde, özel olarak konuştuğumuz bu son hadisenin ve gazetecilerle ilgili, adına ‘’haber’’ denilen hadisenin etrafında, hakikaten böyle bir inandırma hikâyesi yok. Çünkü zaten bu ülkede ‘’montajsa montaj’’ denilmiş bir süreci yaşadık. Artık bundan ötesi ne ki? Herhangi bir şeyin doğru olmasının bile bir önemi yok. Yani ‘’ben söyledim ve siz de bunu ortalıkta söyleyebilirsiniz’’ denilmiş olması, bir şeyin kullanılabilir olması için yeterli. Onun doğru olması, kanıtlanmış olması gerekmiyor. Hiçbir konuda böyle gerekmiyor ve bu gayet ayan beyan, öyle birilerinin bularak çıkarttığı bir şey değil, açıkça söylenmiş bir şey. Bunun doğru olup olmaması önemli değil. “Biz bunu böyle söylüyoruz.” Hatta çok uzun bir zamandır Türkiye’de suçluluk meselesi zaten böyle bir şey. “Ben senin suçlu olduğunu söylüyorum. Sen gel, bana suçsuz olduğunu kanıtla” gibi bir işleyiş var. Dolayısıyla burada ikna, hiç lüzumlu, hiç aranan bir şey değil. Ama zaten belki daha önceki zamanlarda daha çok kafa karışıklığı yaratılabilirken, bu iş çok uzun zamandır böyle yapıldığı için ve giderek daha kötü yapıldığı için, artık böyle bir inandırıcılığı da yok. ‘’Trol, gazeteci’’ etiketi altındaki tetikçiler dâhil, buna inanmış gibi görünüp, bunu tekrar eden insanlar da inandıkları için yapmıyorlar ki zaten, yapmaları gerektiği için yapıyorlar. Dolayısıyla buradaki kanıt ne kadar kanıt sayılabilir? Ya da buna kaç kişinin inandığının peşini sürmenin bir âlemi yok, bir anlamı da yok. Ama çok açık biçimde, 19 Mart etrafındaki bütün tartışmalardan, bütün araştırmalardan ve kamuoyunun reaksiyonundan görüyor ve anlıyoruz ki, ilk andan itibaren kamuoyu açısından, bu işin yapılış biçimine verilen, “Bunun gerçekliğiyle ilgilenmiyorum. Bunun yapılma nedeniyle ilgileniyorum” reaksiyonuydu. Toplum hâlâ da orada duruyor.  “Bunun ne olduğuyla ilgilenmiyorum. Gerçek olduğuna inanmıyorum, ama o da önemli değil. Ben bunu yapma gerekçenizi anlıyorum, biliyorum, buna reaksiyon gösteriyorum ve buna itiraz ediyorum.” Dolayısıyla bu konuda, o bağlamda. 

Diğer tarafından bakalım. Dediğin gibi, birilerine hamle ederek daha fazla insanı korkutmak ya da birilerini sıkıştırarak onları başka türlü davranmaya itmek gibi çabalarda da çok sonuç çıkmayabilir, çıkabilir de. Yani birtakım kazanımlar da elde edebilirler. Bunun geçmişte örnekleri de var. Sonuç alınabilen şeyler biliyoruz. Ama burada bunun da bir sınırı var. Üçüncü bir nokta, insanları, hatta bir mesleği, bir meslek grubunu itibarsızlaştırmak anlamında da çok bir sonucu olmayacaktır. Çünkü bu iş için saldırıya uğrayan insanlar itibarlarını bu saldırıyı yapanlardan almış değil, işlerini yaparken itibarlarını kazanmış insanlar. Dolayısıyla bu suçlamaları yapanlar o itibar üzerinde hiçbir etkiye sahip olmadığı için, o itibarın zedelenmesi konusunda da hiçbir etki yaratamayacaklardır. Ama ne oluyor? Bu biraz önce konuştuğumuz ‘’19 Mart sürüyor’’ hissini devam ettiren bir şey. Medyada ‘’ünlüler’’ parantezine alınabilecek bir şey. Çünkü bu insanlar kamuoyu önündeler, tanınıyorlar, işlerini yapıyorlar, biliniyorlar. Dolayısıyla hadisenin o insanları da kapsayacak biçimde yayılma istidadı göstermesi, ‘’bu iş bitmiyor, bu işi yayarak ve inatla devam ettiriyorlar’’ hissini canlı tutmak için daha yüksek hedeflere yönelmelerinin gerekçesini ben böyle görüyorum. Senin birkaç kere altını çizip ifade ettiğin haberin arkasında, önünde, yayınlanma biçiminde yaşanan şeyler de aslında yukarıda, bu operasyonun çeşitli kademelerinde, katmanlarında ve iktidarın bütününde, hep dile getirdiğimiz gibi birtakım kanatların iç rekabetlerinin, artık birbirinden habersiz hamleler yaparak ya da birtakım boşluk alanlarına hamle ederek bazı oldubittiler yaratmaya varacak bir rekabete kadar tırmandığını düşündürüyor bana. Açıkçası böyle bir tarafı da var, böyle bir görünürlüğü de var. 

19 Mart hikâyesinin muhalefette ve insanların kafasında yarattığı kadar, iktidarın içerisindeki gerilim ve çeşitli kanatların hâkimiyet mücadelesinde de bir karşılığı var. 19 Mart orada da birtakım reaksiyonlar yaratıyor. Bir yandan, gerek ekonomi gerekçesiyle, gerek politik mülahazalarla, “Bu işten zarar görüyoruz,” diyenleri de görüyoruz. Ama bundan ibaret değil. Sen birkaç kez işaret ettin, bu haberi servis eden, servis etmesine hamle eden, servis edildikten sonra sağını solunu düzeltmeye ya da bazı şeyleri değiştirmeye çalışanların, farklı öncelikleri ve farklı hesapları olduğunu da anlıyoruz. Mesela bugün Halit Ergenç’le Rıza Kocaoğlu’na da yalancı tanıklıktan mahkûmiyet kararı vermişler. Bunların hepsi o hissi büyüten şeyler. ‘’19 Mart devam ediyor, devam edecek, daha fazla olacak’’ hissini devam ettiriyor. Ama bunu devam ettirirken, sen bunun bir sonu var, bunu sonsuza kadar getiremezler diye işaret ediyorsun. Artı, benim dediğim gibi, burada çeşitli faktörler var: Ekonomi bir faktör, siyasi problemler bir faktör. Bir faktör de bence iktidar içerisindeki öncelik rekabetinin hâlâ netleşip, ana rotanın ortaya çıkmamış olması. En başta konuştuğumuz, ‘’bunların arasında sorun yok’’ meselesinde olduğu gibi. Bunların arasında sorun var. 

Ruşen Çakır: Bunların arasında sorun var da, artık çok sakil işler, çok sakil insanlar var artık. İnsan çok fazla konuşmak bile istemiyor aslında. Bir taraftan inadına konuşasın var, bir taraftan böyle bir tatsız bir durum. Neyse. 

Kemal Can: Doğru söylüyorsun. Hakikaten bir de bunu çok kötü ve çok düşük ölçekte yapıyorlar. Hani sen son yayınında ısrarla ve defalarca, “Bir şey yapacaksanız da birazcık kafa yorun” diye söyledin ya.

Ruşen Çakır: Kemal, Allah’ını seversen, beni yapa yapa Süleymancı yaptılar. Bu kadarı Süleymancılara da yazık, bana da yazık. Bunların ‘’Süleymancılık nedir, Ruşen Çakır kimdir, ne demek istedi?’’ gibi dertleri yok. ‘’Süleymancılara saldır’’ emri geldi, saldırıyorlar. “Hop, ne yapıyorsunuz? Çok vurdunuz” diyecekler, bu sefer geri çekilecek. Fethullah döneminde de öyle değil miydi? Fethullahçılık hikâyesinde, iktidar medyası içerisinde Fethullah Gülen’e laf eden bir iki kişi çıkmıştı, hemen aşağı indirdiler. Mesela hatırlıyorum da, “Bunlar savaşıyorlar. Meydan muharebesi” diye yazılar yazmıştım biliyorsun. En çok saldırıyı AKP’lilerden almıştım. Bize ‘’fitne ve nifak’’ diyorlardı. Ondan sonra aynı insanlar kalkıyor, sana bilmem ne diyor. Mesela Hüseyin Gülerce beni kripto Fethullahçı ilan etti. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Yani böyle acayip bir şey. Hadi bakalım, beşinci operasyonda medya olacak mı, bizim de tadımıza bakacaklar mı? Allah büyük diyelim, izleyicilere teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyorum. Ama belli olmaz, Kemal.

Kemal Can: Buluşmak üzere, buluşmak üzere. 

Ruşen Çakır: Evet, hadi bakalım. 

Kemal Can: Geçen hafta mola vermiştik benim mazeretim yüzünden. 

Ruşen Çakır: Edgar katıldı, biliyorsun. 

Kemal Can: Evet evet, izledim.

Ruşen Çakır: Eyvallah. Peki, izleyicilere teşekkürler.

Kemal Can: Teşekkürler. 

Ruşen Çakır: Haftaya buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.