Erdoğan her durumda kazanır mı?

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/312735903″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Dün yine burada “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pragmatizmin sınırları”nı yorumlamıştım. Bugün bu başlıkta, yani “Erdoğan her durumda kazanır mı?” başlığıyla bir yayın yapmak çok aklımda yoktu; ancak bugün gazeteduvar.com.tr’de arkadaşım Kemal Can’ın Avrupa’yla krizin referandumu nasıl etkileyebileceği üzerine yazısının son bölümünde özellikle çok önemli bir nokta var –benim de aynı konu üzerinde aynı düşüncede olduğum bir nokta–, o da Türkiye’de muhalefetin genel olarak Tayyip Erdoğan’ın her durumda kazandığına inanmasının özellikle seçimlerde çok etkili olduğunu yazıyor. Şimdi tam cümleler böyle değil, ama yazıyı tavsiye ederim. Kemal’in yine zor ama çok derinlikli yazılarından birisi.
Evet, gerçekten şöyle bir düşünce var: Türkiye’de Tayyip Erdoğan bir süredir, özellikle bir süredir, ilk başta çok önemsenmeyen bir siyasetçiyken 1994’te yerel seçimlerde hiç hesapta yokken diğer Merkez Sağ ve Sol partilerin belediye başkan adaylarının arasından sıyrılıp belediye başkanlığını kazandı, ondan sonra adım adım geldi ve hep bir şekilde Türkiye’de sistemi kontrol ettiğini düşünen kesimler tarafından gidebilecek, ayağı kayabilecek birisi olarak görüldü; ama belli bir aşamadan sonra da tam tersi bir şekilde, ne olursa olsun gitmeyecek, hep kazanacak, bütün aleyhine durumları da kolaylıkla lehine çevirebilecek birisi olarak görülmeye başlandı. Ve öyle ki, bu öyle bir yerleşti ki, artık ilk bakışta Erdoğan’ın aleyhine gibi olan durumların da aslında kendisi tarafından kotarılmış birtakım planlar, taktikler, komplolar olduğu yolunda görüşler dile getirilmeye başlandı.

11 Eylül’ü kim yapmıştı?

Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil; dünyanın birçok yerinde güçlü kişilere rakipleri tarafından ve düşmanları tarafından genellikle bu tür güçler atfedilir, bunun en çarpıcı örneği ABD’nin kendisi. ABD, örneğin tarihinin en büyük meydan okumalarından birisini 11 Eylül 2001’de El Kaide’de gördü ve ikiz kulelere ve diğer yerlerine yapılan saldırılar –dünyanın canlı izlediği saldırılar– ABD’nin süper güçlüğüne, dünya liderliğine yöneltilmiş en büyük meydan okuyuştu, çok etkili meydan okuyuşlardı, etkileri de hâlâ sürüyor. Ama öyle bir yaklaşım var ki, daha ilk andan itibaren, dünyanın büyük bir kısmı ve Türkiye’de de çok sayıda insana aynı şekilde bunu ABD’ye kimsenin yapmış olamayacağını, olsa olsa ABD’nin bunu kendi kendine yapmış olabileceği üzerine bir yığın komplo teorisi yapıldı; kitaplar, filmler vs. hâlâ eminim şu anda beni izleyenlerin bazıları da beni saf olarak görüyordur ve bunun El Kaide tarafından yapıldığına inanmamı saflık olarak görüyordur.
İşte ABD’nin gücü büyük ölçüde buradan geliyor. ABD’de de iki buçuk yıl, Washington’da gazetecilik yaptım ve ABD’nin birçok kurumuna gazeteci olarak gittim. Yetkililerini izleme imkânım oldu ve Amerikan yönetimine düşünce üreten, düşünce kuruluşlarının birçok faaliyetlerini yerinde izledim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Orası her şeyin önceden planlandığı, dünyanın dizayn edildiği, yıllar önceden dizayn edildiği ve bu planların tıkır tıkır işlediği bir merkez değil. Orası da diğer ülkeler gibi, tabii diğer ülkelerden daha güçlü, daha çok imkânları var, çok daha fazla insanları var, paraları vs. var, ama her şeyden önemlisi psikolojik üstünlükleri var, kendilerine atfedilen bir güç var. Aslında çok kırılgan bir yapı olduğunu, bize 11 Eylül göstermişti, şu anda Trump’ın iktidara gelmesiyle de bir başka versiyonunu yaşıyoruz. ABD de aslında kırılgan bir ülke, saldırılabilir, meydan okunabilir bir ülke; ama meydan okuyanların onun karşısında eşit şartlarda savaşmayacağı da belli. Fakat sonuç olarak ABD pekala yara alabilir, yaralanabilir, çok ciddi yaralar alabilecek bir ülke.

Gezi, 17-25 Aralık…

Bunu şahıslara da taşıyabiliriz ve Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan örneğine de… Özellikle belli bir tarihten sonra Erdoğan, kendisine yönelik birçok meydan okumayı bir şekilde bertaraf etmiş olduğu için, bir şekilde yenilmez olarak görülüyor. Ama bunları bertaraf edebilmesinde de büyük ölçüde kendisine atfedilen bu yenilmezlik etkili oldu. Bunların en önemlisinin, yani bir çok önemli meydan okuyuş oldu Tayyip Erdoğan’a; özellikle son dönemde bir Gezi’yi sayabiliriz, 17-25 Aralık’ı sayabiliriz, Cemaat’in tezgâhını, daha sonra PKK’yı sayabiliriz, 7 Haziran sonrası PKK’yı sayabiliriz, en son olarak da tabii ki 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni sayabiliriz.
15 Temmuz çok önemliydi tabii, bir şekilde bunu da atlatabildi. 17-25 Aralık aslında çok zordu Tayyip Erdoğan için, onu da bir şekilde atlatabildi; ama bence bunların en önemlisi Gezi’ydi. Çünkü Gezi toplumsal bir hareketti; onun dışındakilerin hepsi örgütsel komplo hareketleriydi; Gezi kendiliğinden gelişen toplumsal hareketti. Tayyip Erdoğan, diğerlerini devletin imkânlarıyla bertaraf etti, Gezi’yi de tabii ki devletin imkânlarıyla bertaraf etmeye çalıştı; ama esas olarak orada toplumsal hareket devamını getiremediği için belli bir yerde tıkandı. Ama Tayyip Erdoğan’a en ciddi meydan okuyuşun Gezi’de olduğunu düşünüyorum, çünkü şu ana kadarki AKP iktidarının bütün ömrüne, 15 yılına baktığımız zaman, AKP’ye yönelik en ciddi toplumsal siyasi çıkışın, aşağıdan yukarı gelen çıkışın bu olduğunu görüyoruz. PKK’nın son dönemdeki stratejisinin belli ölçülerde, sınırlı olduğunu düşünüyorum; tüm gücüyle, tam anlamıyla topyekûn bir savaşı yürütmedi. Fakat bir başka meydan okuyuş esas olarak Suriye’de yaşanıyor ve Suriye’de Tayyip Erdoğan’ın ve Ankara’nın çok ciddi şekilde zorlandığını görüyoruz.

Erdoğan’ın alternatifi yok

Aslında Suriye örneği bize Tayyip Erdoğan’ın her istediğini kolaylıkla yapabilecek bir siyasetçi olmadığını çok net bir şekilde gösteriyor. Tabii Suriye’nin böyle olmasında bir çok etken var: Washington’ın Suriye’de Kürtlerle stratejik ortaklığa benzer bir işbirliği yapıyor olması var; oradaki Esad yönetiminin Kürtlerle olan ilişkisi var vs.. Ama sonuç olarak baktığımızda, Erdoğan’a Türkiye’de özellikle rakiplerinin ve tabii ki bağlılarının atfettiği yenilmezliğin çok da fazla geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Tabii en önemli örnek bu anlamda 7 Haziran seçimleridir. 7 Haziran seçimleri aslında Tayyip Erdoğan’ın kendisine atfedilen güce sahip olmadığını ya da atfedilen gücün mutlak olmadığını bize göstermişti. Ama bunu çevirmeyi bildi, 1 Kasım seçimleriyle tekrar tek başına iktidarı aldı.
Şimdi önümüzde bir referandum var ve referandumda genellikle şu tür değerlendirmeler yapılıyor: “Erdoğan ne yapar ne eder bunu ‘evet’e döndürür; eğilim ne olursa olsun ‘evet’e döndürür” diye bir yaklaşım var. Bir diğer yaklaşım da “hayır çıksa da bunu kabullenmeyecektir ve bunu daha sonra başka yöntemlerle erken seçime giderek, hatta erken seçimde AKP’yle MHP’yi bir şekilde birlikte seçime sokarak, HDP’nin barajı aşmasını engelleyerek –en fazla bağımsız milletvekilleriyle girmesi ki o belli bir miktar milletvekilinin devre dışı kalması anlamına geliyor– sonuçta Meclis’te elde edeceği çoğunlukla anayasayı istediği gibi değiştirmek isteyecektir” gibi teoriler var. Burada hep Erdoğan’a bir güç, her zaman için oyunu çevirebilme kapasitesi atfediliyor.
Tabii ki Tayyip Erdoğan son yıllarda Türkiye’nin tanık olduğu en başarılı, becerikli siyasetçi; buna kimsenin bir itirazı olabileceğini sanmıyorum. Zaten her şey ortada; 15 yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir güç var, ama bunun böyle mutlak bir şekilde süreceğini, bunun bir kader olduğunu, hiçbir şekilde döndürülemeyeceğini söylemek gerçekçi değil. Bunun en önemli eksiği, Tayyip Erdoğan’ın belki de en önemli avantajı, kendisinin karşısına bir alternatifin, partisinin karşısına bir alternatif bir parti, kendisinin karşısına bir siyasetçi çıkmaması. Dolayısıyla bu nedenle birçok krizi atlatma imkânını daha kolay bulabiliyor. Çünkü kamuoyunda Tayyip Erdoğan’ın devre-dışı ve AKP’nin devre-dışı kalmasıyla da Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekleyeceği konusunda net bir fotoğraf olmadığı için –7 Haziran sonrasında mesela bir koalisyonun da kurulamaması örneğinde olduğu gibi–, insanlar belli bir yerden sonra istikrar adına AKP yönetimini ve Erdoğan yönetimini tercih edebiliyorlar, istemeseler bile.

RP ile AKP farkı: Verenler ve alanlar

Böyle bir alternatifsizlikten dolayı, gücünün büyük ölçüde buradan geliyor olması var. Alternatifsizliğin verdiği bir, insanlardaki kabulleniş, sevmeyenlerde bile olan bir kabullenişin etkisi var. Bir de tabii kendisinin bir kamuoyu desteği var, ama burada çok önemli bir mesele var: Tayyip Erdoğan Milli Görüş Hareketi içerisinden gelme bir siyasetçi; küçük yaştan itibaren bu hareketin içerisinde, bir davanın insanı, ama bu davayla beraber kendisi de değişti ve bu davayı da değiştirdi ve dönüştürdü. Şimdi gelinen noktada çok önemli bir fark var: Milli Görüş Hareketi –bu hareketi izleyen bir gazeteci olarak defalarca tanık olduğum gibi– bir kendini adama hareketiydi, muhalefet değildi ve insanlar bu harekete verirlerdi. Karşılığında hiçbir şey beklemeden verirlerdi; zamanlarını verirlerdi, paralarını verirlerdi, emeklerini-enerjilerini verirlerdi, risk alırlardı ama hareketin bir fazla oy alabilmesi, bir fazla yerde örgütlenebilmesi, biraz daha fazla güçlü olması için kadın, yaşlı, genç demeden hepsi özellikle seçim kampanyalarında deliler gibi, hakikaten kendilerini adamış bir şekilde mücadele ederlerdi, siyaset yaparlardı. Bu belli andan itibaren Refahlı belediyelerle değişmeye başladı, yavaş yavaş değişmeye başladı, AKP’yle beraber bu değişimin büyük ölçüde tamamlandığını söyleyebiliriz.
Şu anda AKP tabanında ve Tayyip Erdoğan’ın takipçileri içerisinde vermekten çok almak daha ön planda. AKP’nin düzenlediği faaliyetlerle mesela Refah Partisi’nin düzenlediği faaliyetler arasında çok kabaca benzetme yapacak olursak; bir miting vardır Refah Partisi insanları ceplerinden paralar koyarak, arabalarını vererek, otobüslerini bularak, otobüslerini kiralayarak vs. bu mitinge insanları götürürler, ceplerindeki paralarla bayrak asarlar, afiş asarlar vs. Ama şimdi öyle değil, şimdi her şey çok organize; insanlara araçlar temin ediliyor, insanlara kumanyalar temin ediliyor, onların mitinglere vs. katılması için her türlü teşvik yapılıyor, kimi durumlarda devlet imkânları kullanılarak bazı faaliyetlere memurların öğrencilerin katılması bir nevi zorunlu kılınıyor. Bunların arasındaki fark bence çok önemli.
Dolayısıyla burada temel husus, Tayyip Erdoğan’ın şu anda, belli bir süreden beri AKP iktidarının ve Erdoğan’ın gücünü aldığı şey, insanlara bir şey verebilmesinden kaynaklanıyor, dağıtabilmesinden kaynaklanıyor. Eğer bu verme, dağıtma konusunda bir sorun yaşanırsa bu insanların her şeye rağmen bu davaya tabii ki bağlı kalacak; davanın bekası için gerekirse kendi cebinden verecek olanlar muhakkak vardır. Ama insanlar özellikle son 15 yılda çok ciddi bir şekilde sistemin merkezine gelmiş olmanın ve onun nimetlerinden ayrıcalıklı bir şekilde yararlanıyor olmanın tadını o kadar çok fazla aldılar ki bunu kaybetmeye başladıkları andan itibaren bir memnuniyetsizlik başlayacaktır. Dolayısıyla bu hareketi Milli Görüş Hareketi’yle belli ölçülerde bir devamlılık içerisinde görmek anlamlı, ama belli bir yerden sonra bu hareketin Milli Görüş’ten çok ciddi bir kopuş yaşadığını, muhalif bir İslami hareketten iktidardaki statükocu bir harekete dönüşmüş olduğunu; eskiden Marx’ın deyimiyle zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri demeyelim ama, çok az şeyleri olan insanlar varken, şimdi her şeyden önce çok fazla kaybedecek şeyleri olan insanlar var. Öncelikle de bu iktidar. İktidar derken sadece siyaset için söylemiyorum, aynı zamanda ekonomi, kültürel vs. çok geniş bir iktidar alanı insanlara açıldı. Bunların azalması ya da tamamen ortadan kalkması durumunda çok ciddi şikâyetler başlayacaktır.

Her durumda kazanmaz

Dolayısıyla tekrar başlığa dönecek olursak: Her durumda kazanır mı? Her durumda kazanmaz. Özellikle 1) kendisine ve partisine ciddi bir şekilde alternatifler çıkması durumunda zorlanacaktır; 2) insanların bu harekete, davaya, bu projeye –neyse artık– bağlılıklarını yeniden üretemediği durumunda — ki burada yeniden üretimin büyük ölçüde insanlara bir şey vermek temelinde gelişmesi çok önemli. Bu aslında geçmişteki en büyük avantajını, bir dava partisi olma avantajını kaybetmiş olması anlamına geliyor. Bunu yeniden üretememesi durumunda çok ciddi sorunlar çıkacaktır. 7 Haziran öncesinde bunu gördük.
Şu anda nasıl bir durum yaşanıyor? Çok değişik yorumlar var –benim daha önce yaptığım değerlendirmelerde söylediğim bu husus– şu anda Türkiye, 7 Haziran öncesini andırıyor bana göre; Tayyip Erdoğan’ın bunu 1 Kasım öncesi atmosfere çevirebilmesi için yapabilecekleri var yapamayacakları var. Açıkçası devletin Suriye’de bir şeyler yapmaya çalışmasını bekliyordum, hâlâ bekliyorum, ama özellikle Suriye’de Menbiç civarında hem ABD hem Rusya’nın Kürtlerle bir tür koruma ilişkisi içerisine girmiş olmasının işin rengini büyük ölçüde değiştirdiğini düşünüyorum; ama tabii ki hâlâ Suriye meselesi var.
Bir diğer husus da tabii ki PKK’ya yönelik, Kandil’e yönelik bir şeylerin yapılabilme ihtimali — ki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bunun işaretlerini imalı bir şekilde vermişti, Mart ayına dikkat çekmişti, ama Mart’ın ortasına geldik, henüz pek bir şey olmadı.
Referanduma bir ay var ve önümüzdeki soru aslında bir yerden sonra bu referandumun AKP’nin değil Tayyip Erdoğan’ın referandumu olması. Dolayısıyla “Tayyip Erdoğan her durumda kazanır mı?” sorusu önümüzde. Ben bunun cevabını “her durumda kazanır” diye bir şartın olmadığını düşünüyorum; hayır yani, her durumda kazanmaz; duruma bağlı. Şu andaki durumun çok belirsiz olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa ile olan gerginliğin çok fazla işe yaramadığı en azından Hollanda’daki seçim sonuçlarından da anlaşılıyor. Belki Hollanda’daki başbakanın işine daha fazla yaramış olabilir; kısa zaman içerisinde de unutulmaya yüz tuttu.
Tabii bir ay içerisinde çok şey olur siyasette, özellikle Türkiye gibi ülkelerde siyasette çok şey olur, ama öncelikle şunu akılda tutmak lazım: “Ne olursa olsun Tayyip Erdoğan bunu da bir şekilde kendi lehine çevirecektir referandumu; ya da referandumdan ‘hayır’ çıksa bile durumu kabullenmeyip daha sonra kendi lehine çevirecektir” gibi ön-kabulleri kamuoyunun önemli bir kısmı muhafaza ettiği ölçüde, evet bu sorunun cevabı evettir; yani Tayyip Erdoğan her durumda kazanır.
Bu ön-kabullerin çok anlamlı olmadığını söyleyerek ve bu anlamda da Kemal Can’ın söylediklerine katıldığımı belirterek bu değerlendirmemi burada noktalıyorum. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.