Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Başbakan’ın ABD gezisi, Suudi Arabistan’da neler oluyor & Trump’ın bir yılı

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

İyi akşamlar. Transatlantik bu haftaki yolculuğuna da başlıyor, kaptanda bir değişiklik var. Kaptanımız Ruşen Çakır Medyascope’un kuruluşundan bu yana aldığı ikinci ödül olan Sınır Tanımayan Gazeteciler ve TV5 Monde tarafından verilen Basın Özgürlüğü Ödülü’nü kaldırmak üzere Strazburg’daydı, ödülü aldı, şu anda yola çıkmak için hazır. O nedenle Transatlantik’in kaptanlığını bu hafta kendisinden ben devraldım, ama yolcularımız Gönül Tol ve Ömer Taşpınar her zamanki gibi sabit ve karşımızda. Gönül, Ömer merhaba!
Gönül Tol
: Merhaba Sedat.
Ömer Taşpınar: Merhabalar.

Yüklü bir gündemimiz var, en başta Başbakan Binali Yıldırım’ın ABD gezisi gündemimizin ilk konusu. Başbakan Yıldırım dün itibariyle Amerika’ya ayakbastı. Ayak bastıktan sonra Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Cumhuriyetçi Senatör Bob Corker’la görüştü. Yarın Başkan Yardımcısı Mike Pence’le görüşmesi bekleniyor. Burada bir gündem tabii söyleniyor da, orada gündemin ne olduğuna ilişkin neler yazılıyor çiziliyor? Siz neler duydunuz? Bu görüşme tam da vize krizinin içinde ve bu vize krizinin bir şekilde kısmen ortadan kalkması, ama yanı sıra Türkiye güvence verdi-vermedi tartışmaları içinde devam ediyor. Ne söyleyebilirsiniz? Gönül, seninle başlayalım lütfen.
Tol
: Aslında Sedat burada da çok bilinen, hep tartıştığımız meseleler gündemde olacak: PYD meselesi, Gülen meselesi, Rıza Zarrab; fakat bir süredir tabii Rıza Zarrab Davası’nın ay sonunda yaklaşmasıyla ilgili de burada Amerikan medyasında, Rıza Zarrab meselesinin gündemdeki ağırlığına yönelik daha fazla şeyler yayınlanıyor. Yani Rıza Zarrab üzerinde çok duruluyor. Erdoğan’ın ailesi için, Erdoğan’a yakın isimler için nasıl bir tehdit teşkil ettiği üzerinde duruluyor. Fakat burada, Türkiye’de özellikle hükümete yakın medyanın yaratmaya çalıştığı algıdan farklı olarak çok bir şey çözüleceği düşünülmüyor bu görüşmede; çünkü hep söylediğimiz gibi artık meseleler neredeyse yapısal bir hal aldı. Zaten PYD’yle ilgili konuşulacak yapılacak çok bir şey olmadığı söyleniyor. Gülen meselesinde de aynı şekilde, bütün dikkatler Rıza Zarrab’a odaklanmış durumda. Bir de şu bölgesel konjonktür yüzünden İran meselesi birazcık gündeme getiriliyor. Bölgede onları tartışacağız, hafta sonunda olanlar, Suudi Arabistan ve Lübnan’da olanlar yüzünden İran’ın bölgedeki etkinliği burada çok daha sık tartışılır hale geldi ve Türkiye’nin İran’la yakınlaşmasının, bu konjonktürel bir yakınlaşma dahi olsa, Amerikan yönetimi için problem teşkil edeceğine dair bir algı var.

Peki, “Birinci adamlar değil de ikinci adamlar görüşüyor” deniyor. Amerika’da mesela bu nasıl değerlendirilir? İkinci adamlar sorun çözebilir mi? Yoksa onlar konuşup birinci adamlara nihayetinde aktarırlar mı aralarındaki mutabakatı? Nasıl yürür bu işler?
Tol
: Tabii aslında şimdi Trump yönetiminin farklı bir algısı var, geçmiş Amerikan başkanlarından farklı olarak, hep o Türkiye’de “derin devlet” olarak adlandırılan, fakat burada aslında meselenin niteliği farklı tabii. Burada bürokrasinin ayak diremesi, bürokrasinin Trump’ın kendi gücünü kontrol etme çabalarına karşı başkaldırışı olarak görülüyor. Bu yüzden de işte Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı vs. gibi bürokrasinin içindeki kurumların Trump’a bir direnişi söz konusu. Neden? Çünkü bu karar alma mekanizmasını kendinde toplamak istiyor. Dolayısıyla bu anlamda farklı bir Amerikan başkanı figürü. O yüzden de bürokrasi de buna dâhil. Trump’ın ikili görüşmelerde müttefiklere hiç kimsenin beklemediği sözler verdiği, dış politikada beklenmeyen adımlar attığı yönünde bir algı var ve durum böyle olunca da onun etrafındaki insanların çok bir gücü olmadığına dair bir algı var. Çünkü Trump bir anlamda bir serseri mayın olarak görülüyor ve çoğu kararı tek başına alıyor, çok fazla bürokrasiye danışmadan alıyor ve bu yüzden de bu işte sizin nitelendirdiğiniz gibi ikinci adamlarla yapılan görüşmelerin çok bir ehemmiyeti olmadığı düşünülüyor. Bu benim gözlemlediğim, bilmiyorum Ömer katılır mı?

Taşpınar: Ben de katılıyorum Gönül’ün söylediklerine. Şöyle söyleyeyim: Bu ziyaret kesinlikle heyecan yaratmayan bir ziyaret. Çünkü Binali Yıldırım’la kolay kolay Türkiye’nin sorunlarını konuşup halletmek mümkün değil. İş her zaman olduğu gibi Türkiye’de Başkan Recep Tayyip Erdoğan’da düğümleniyor ve Binali Yıldırım’ın buraya geldiğinde çok ciddiye alınacağını da söylemek mümkün değil. Başkan Yardımcısı Mike Pence’le görüşecek ve Mike Pence’le görüşmede normalde çok zorlanıldı; çünkü Mike Pence’ten bile randevu almaktan zorlandı. Bu ziyareti yapmakta çok ısrarlı Binali Yıldırım; aylardan beri üzerinde çalışıyordu, Trump’la bir görüşme zaten söz konusu olmayacaktı, ancak ve ancak Başkan Yardımcısı’yla görüşmeyi kabul ettiler ve Başkan Yardımcısı’nın bir özelliği var bu ülkede; şu anda çok önemli bir kişi olmamakla beraber Mike Pence evanjelist kesime çok yakın bir isim. Yani Indiana valisiydi bundan önce, kendisi son derece dindar bir kişi ve Türkiye’de tutuklu olan Rahip Brunson’ın durumunu kendisi kişisel olarak takip ediyor ve bu rahibin serbest bırakılması aslında kendisi için ve Amerikan sistemi için bu vize tartışmalarına zaten Amerika daha siyasi tutukluluk krizi olarak bakıyor. Bu konuda bir çözüm elde edilmeden, yani tam olarak nereye gittiğini göremiyoruz vize krizinin, zannediyorum bir sınırlı çözüm bulundu fakat iki taraf arasında hâlâ ciddi pürüzler var ve en önemlisi Amerika’nın istediği konu, bu rahip meselesi sona erdirilmedi buna rağmen Mike Pence’in görüşüyor olması aslında diplomatik bir başarı olarak değerlendirebilir; fakat bu görüşmelerden hiçbir bence ciddi bir çözüm çıkmayacak. Trump ve Erdoğan arasında kısa sürecek bir telefon görüşmesi bile bir iki saat sürecek bir Mike Pence-Binali Yıldırım görüşmesinden çok daha çabuk çözüm elde edebilir.

Son bir soru belki şunu sormak isterim: İlk görüşmenin yapıldığı Cumhuriyetçi Senatör Bob Corker, şu koruma krizinden sonra, “Türkiye’ye bu koruma görevlilerin kullandığı Amerikan silahlarını satmayalım” diyen senatör. Tayyip Erdoğan buna bayağı bir tepki göstermişti, “O zaman biz de almayız Amerika’dan o tabancaları” demiş idi. Önce bu kişiyle görüşmenin bir manası var mıdır?
Taşpınar
: Hayır. Bu konuya öyle bakmamak gerekiyor, Bob Corker Senato’daki Dış İlişkiler temsilcisi başkanı ve her ihtimalde buraya üst derecede bir ziyaret geldiğinde Senato’nun Dış İlişkiler başkanıyla görüşme yapılır. Bob Corker’ın şu andaki Amerikan siyasetindeki asıl önemli rolü Trump’la daha önce hiç görünmemiş derecede yüksek profilli bir siyasi savaş içine girmiş olması. Birbirlerinden nefret ediyorlar aynı partiden olmalarına rağmen ve Bob Corker’la şu anda aslında belli olan bir şey var: Bob Corker bir daha seçilmeyecek, onun da gücü azaldı. Dolayısıyla Trump güçlü gözüküyor olmasına rağmen, dün yaşanan bir gelişmeyi hemen aktarmak lazım Türkiye’deki izleyicilere: Aslında Trump gözüktüğü kadar da siyasette güçlü olmayabilir, çünkü dün Amerika’da birçok eyalette, özellikle New York’ta belediye seçimlerine olsun, Virginia’daki valilik seçimleri nedeniyle yerel seçimler oldu ve bu yerel seçimlerin çoğunda, %85’inde Demokratlar sildi süpürdü ortalığı. Yani Cumhuriyetçiler çok zayıflamış gözüküyorlar; özellikle Trump’a yakın Cumhuriyetçiler zayıflamış gözüküyorlar — ki Virginia gibi eyalette Demokratların valiliği bu kadar kolay kazanması çok önemli. Dolayısıyla Trump’ın da biraz zayıfladığı bir ortamda geliyor diyebiliriz Binali Yıldırım Washington’a.

Peki, aklıma bir şey geldi, iş dünyasında şöyle bir şey yapılır: Patronlar genel müdürlerini buluştururlar, önden onlar pazarlık yaparlar, ardından işi patronlar bağlar. Binali Yıldırım’ın ziyareti böyle bir şekilde değerlendirilebilir mi? Pazarlık için bir araya gelmiş olabilir mi?
Taşpınar
: Zarrab konusu Gönül’ün söylediği gibi, yani Gönül’ün de ne düşündüğünü de merak ediyorum bu konuda, fakat şunu söyleyeyim kısaca: Zarrab meselesi çok önemli. Başbakan Binali Yıldırım muhtemelen bu konuyu gündeme getirecek. Özellikle eğer Başkan Yardımcısı Mike Pence rahipten bahsederse, rahip konusundaki hayal kırıklılığını dile getirirse Binali Yıldırım da hemen Rıza Zarrab konusundaki –çünkü bence Fethullah Gülen’i konuşmayacaklar, o konu artık çok zorlaştı– ama Rıza Zarrab konusundaki hayal kırıklılığını dile getirecektir. O konuda da bir aciliyet meselesi var; yani ay sonunda Rıza Zarrab mahkeme önüne çıkacak ve buradaki bütün göstergeler Rıza Zarrab’ın suçlu olduğunu itiraf edip, ciddi açıklamalar yapacağı yönünde ve bu Ankara’yı çok korkutuyor, özellikle Cumhurbaşkanı’nı çok korkutuyor. Zaten bir sürü analize göre bu yaşanan vize krizi ve siyasi tutuklamalar krizi Amerika’nın gördüğü, birazcık da Zarrab meselesine bağlantılı olarak bir pazarlığın parçası. Bence bu konu açılır, muhtemelen uzun da süre konuşulur Başbakan’la Mike Pence arasında ve sizin de söylediğiniz gibi bir çözüm oluşacaksa bunu yine Erdoğan’la Trump telefon konuşmasında yaparlar.
Tol: Evet, katılıyorum.

Peki, Gönül’le devam edelim, bu konuda bir yorumu varsa alalım yoksa şu Suudi Arabistan meselesini konuşalım isterim. Gönül Tol?
Tol
: Tabii.

Şimdi bir klişe vardı, “Ortadoğu’da sular durulmuyor” diye. Gerçekten de durulmuyor, yani birdenbire Suudi Arabistan Veliaht Prensi “Biz İslamî anlayışımızı değiştireceğiz” diye topa girdi, ardından kraliyet ailesinin birtakım prensleri gözaltına alındı, tutuklandı, bu esnada biri helikopteri düşerek öldü, öbürü çatıştı da öldü deniyor. “Suudi Arabistan’da neler oluyor?” diye genel bir soruyla başlayalım.
Tol
: Suudi Arabistan’da bu Veliaht Prens, biliyorsunuz son derece, neredeyse devrim niteliğinde politikalar izliyor ve Suudi Arabistan’ı takip eden analistlerin hafta sonunda olan şeylerin Irak’ın Kuveyt’i işgali kadar aslında sansasyonel ve bölge üzerinde etkileri olabilecek gelişmeler olduğunu söylüyor. Veliaht Prens çok hırslı ve aynı zamanda çok risk alan bir insan ve zaten bu pozisyonu devraldığında, dış politikada çok agresif bir çizgi izleyeceğini hissetmiştik; nitekim öyle oluyor. İç siyasette de neredeyse yani 80 yıldır görülmemiş bir şekilde bir çalkalanmaya gidiyor ve bugüne kadar o Suudi Arabistan’ın siyasi kültüründe benimsenen temayüllerin aksine hareket ediyor. Ne yapmaya çalışıyor? Tabii ki kendi gücünü konsolide etmeye çalışıyor, iç siyasetteki kendi gücünü konsolide edip dış siyasette Suudi Arabistan’ın gücünü projekte etmek istiyor bölgeye ve İran’la olan savaşı çok daha böyle neredeyse kafa kafaya bir hale getirmeye çalışıyor. Tabii bunun riskleri var, şimdi içeride bakarsanız aslında Veliaht Prens’in yaptığını halkın büyük bir kısmının desteklediği söyleniyor; çünkü malum, ekonomik reformları çok önemli ve hırslı bir 2030 vizyonu var, Suudi Arabistan’ı 2030’a taşımak ve bu süreçte de dönüştürmek, yani hem ekonomiyi hem siyaseti hem toplumu dönüştürme projesi var, bu çok hırslı bir plan. İlk başta Suudi Arabistan’ı yakından izleyenler demişlerdi ki: “Bu gerçekten çok hırslı bir plan ve başarılı olmayabilir ve bir noktada aslında bu başlamadan bitebilir. Çünkü Veliaht Prens ‘bu benim boyumu aşar’ noktasına gelebilir” demişlerdi; fakat görünen o ki, Veliaht Prens şuna karar vermişti: “Ben bu vizyonu gerçekleştirmek için adımlar atacağım”. Bu yüzden de ekonomik reformlar, sosyal reformlar ve aynı zamanda gördüğümüz yolsuzlukla mücadele vs. gibi şeyleri gündeme getirdi. Ve aynı şekilde de dinî eliti de aslında, onların gücünü sınırlandırmak için de adımlar attı. Bütün bunlar halk tarafından desteklenen şeyler, fakat tabii bunları yaparken de çok ciddi bir düşman kitlesi oluşturuyor; yani dinî liderlerden tutun, işte hafta sonu tutuklanan insanlara bakarsanız, içerisinde milyarderler var, bunlar çok ciddi yatırımcıları Suudi Arabistan’ın, bir sürü insan Kraliyet Ailesi’nden, o aileler arasındaki denge bunca yıl korunmuş, şimdi birden bütün bu dengeler çalkalanıyor. Halk desteği olmasına rağmen bu bürokrasiden, elitlerden direniş, yani ne kadar başarılı olacağını belirleyecek aslında. Dış politikada da İran’ın bölgedeki etkisini sınırlandırmak için inanılmaz önemli adımlar atıyor, Yemen Savaşı bunlardan bir tanesi, Katar’la gördüğümüz çatışma ve en son Lübnan Başbakanı’nın Riyad’da Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da görevinden istifa ettiğini söylemesi. Bütün bunlar ve aynı zamanda Suudi Arabistan’ın Irak’taki angajmanı, yine İran’ın gücünü dengelemek için Irak’a angaje olması, bütün bunlar da dış politikada da ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor.

Peki, Ömer’e geçmeden önce sana şunu da sormak istiyorum: Bu esnada enteresan bir şey oldu, Lübnan Başbakanı Suudi Arabistan’dayken “Can güvenliğim yok” diyerek görevinden istifa etti. İşin içine İran da karıştı, Hizbullah da karıştı. “Bizle alâkası yok” falan dediler. Orada neler oldu?
Tol
: Tabii yine bu Suudi Arabistan’ın daha agresifleşen İran’ı dengeleme politikasının bir parçası. Biliyorsun Saad Hariri, Lübnan Başbakanı, genel olarak Hariri ailesi, onun babası da biliyorsun Hizbullah tarafından öldürülmüştü, onun babası da Suudi Arabistan’a çok yakın, Suudi Arabistan’ın hep desteklediği isimler. Hatta Suudi Arabistan vatandaşlığı var Lübnan vatandaşlığının yanı sıra. Fakat ne demişti Saad Hariri 2016 yılında? Hatırlarsanız yıllarca bir cumhurbaşkanında anlaşılamamıştı. Bir yönetim boşluğu olmuştu. 2016’da Saad Hariri –önemli, bir Sünni lider– demişti ki: “Ben Hizbullah’ın desteklediği Mişel Aun’un cumhurbaşkanlığını destekliyorum”. Bu çok önemli bir adımdı onun için. Çünkü Hizbullah’la, özellikle de hani babasını öldürmüş grupla aynı çatı altında olmak pek çok insanın aslında kafasını karıştırmıştı. Fakat bunun karşılığında başbakanlığı aldı. Aslında 2016’daki “İran’ı angaje edelim, Hizbullah’la angaje olabiliriz, birlikte yaşayabilir Sünniler ve Şiiler” görüşü pek çok Lübnan analistine göre İran’la Amerika’nın angajmanının, nükleer anlaşmanın sonucuydu. Dolayısıyla böyle bir birlikte yaşamak kararı almıştı Hariri. Fakat bugün gelinen noktada Riyad’da görevinden istifa ettiğini açıklaması şunu gösteriyor: Artık Hizbullah’la yan yana olmak istemiyor. Zaten konuşmalarında İran’ı, Hizbullah’ı suçladı. Bu hem Suudi Arabistan’ın politikasının bir sonucu; çünkü benim konuştuğum Lübnan’ı çok yakından takip eden insanlar diyorlar ki: “Aslında Hariri’nin kendisinin de haberi yoktu. Yani bütünüyle bu Suudilerin zorlamasıyla yapılmış bir şey”. Ama diğer taraftan da Hariri kendi iç siyasetteki dinamikleri gözetmek için de bence bu kararı aldı. Çünkü 2018’de parlamento seçimleri var. Ve Hariri 2016’da Sünni toplum içinde aslında çok ciddi kan kaybetti. Çok popüler değil Sünni toplum içerisinde ve onun karşısındaki diğer Sünni insanlar, diğer politik aktörler İran’a ve Hizbullah’a karşı çok mesafe koymuş, çok şahin bir tutum içine girmiş durumda. Dolayısıyla kendisi Sünniliğini bir anlamda ispat etmek ve Sünni toplumu yeniden kazanmak için bence bu kadar radikal bir adım attı. İran karşıtı, Hizbullah karşıtı bir adım attı. Fakat bu adım Lübnan siyaseti için ve bence bölge siyaseti için de daha fazla kaos anlamına geliyor.

Sence Lübnan’a dönebilecek mi?
Tol
: Şimdi, Mişel Aun onun istifasını kabul etmediğini söyledi. Aslında Hizbullah’tan gelen açıklamalar da mümkün olduğunca tansiyonu dindirmek yönünde. Bilemiyorum, ama dediğim gibi, eğer söylenen gibi Suudi Arabistan bunun arkasındaysa geri adım atmayacaktır. Çünkü Suudi Arabistan daha evvel bahsettiğim dış politika konularında da, Irak’ta Yemen’de vs. çok şahince bir tutum içerisinde ve çok kararlı. Yani İran’ı yapabildiği her yerde kıstırmak, sıkıştırmak konusunda çok kararlı. O yüzden şu anda ben öngöremiyorum ne olacağını.

Peki Ömer…
Taşpınar
: Kısaca ben de bir şey söyleyebilir miyim?

Şuradan giderek lütfen değerlendirmeni alayım: Amerika bu işten memnun görünüyor, yani Suudi Arabistan’daki bu değişim çabasından. Trump’ın bu konuda attığı tweet de var galiba. Bir işin bu tarafı var, bir de bu Aramco hisselerinin halka arzıyla ilişkilendirenler de var Suudi Arabistan’daki değişimi. Aramco dünyanın en büyük petrol şirketi, Arap-Amerikan petrol şirketi. Bunun yüzde 5’inin halka arz edileceği söyleniyor. Yüz milyar dolar para ediyor. İki trilyon dolarlık bir şirket olduğu söyleniyor Aramco’nun. Bu çerçeveden de bakarsan neler dersin?
Taşpınar
: Evet. Şimdi aslında olaya geniş bir çerçeveden baktığımızda, petrol fiyatlarının 40 dolar seviyesinde seyrediyor olması yıllardır, çok önemli bir konu. Yani Marksist ve ekonomik determinist olmaya gerek yok; petrol fiyatları bu kadar düştüğünde, Suudi Arabistan’da işlerin her zaman olduğu gibi devam etmesi çok zor. Dolayısıyla ekonomik konuyu gerçekten ciddiye almak gerekiyor. Fakat sadece petrol fiyatları ve yaşanan ekonomik krizle açıklanamıyor bu durum. Aynı zamanda ciddi bölgesel gelişmeler de var. Bu son günlerde yaşanan saray darbesini anlamamız için bence bu genel gelişmelere de bakmak gerekiyor. Gönül aslında çok güzel özetledi. Ben de kısaca üzerinden geçeyim. İran’ın bu kadar güçleniyor olması tabii ki en önemli tehdit unsuru Suudi Arabistan için. Artık bölgede çok ciddi bir mezhep kavgası yaşanıyor. Ben hafta sonu Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir konferansa gittim. O konferansta ana konulardan bir tanesi tabii ki İran’dı. İran deyince gerçekten son derece güçlenen bir ülkeden bahsediyoruz ve bu konu Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Suudi Arabistan’da en önemli tehdit algılaması. Her konunun arkasında İran konuşuluyor. İran’ın Irak’ta yaşadığı başarı, Suriye’de Hizbullah’la yaşadığı başarı, Suriye’de hem kendisinin yaşadığı hem de Hizbullah’ı güçlendirmesi, Lübnan’da Hizbullah’ın bu kadar güçlenmesi, Yemen’de yaşadığı başarı, Katar krizinde aslında Katar’ın İran’a daha da fazla yanaşması; bütün bunlar Suudi Arabistan’da ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde –ki o cephenin en önemli iki ülkesi– bir panik havası yaratmış durumda. İran’ın bu kadar güçleniyor olmasına karşı ne yapabilirler? Burada Trump devreye giriyor. Trump aslında Allah’ın bir nimeti Suudi Arabistan için. Eğer Trump değil Hillary Clinton kazansaydı bambaşka bir yerde olabilirdi Suudi Arabistan bugün. Şu anda Suudi Arabistan’ın yapmak istediği aslında Trump’ı İran’la bir savaşa doğru itmek bence. Çünkü İran’ın çok güçlendiğini hissediyorlar. Ve bu nükleer anlaşma nedeniyle daha da güçleneceğini hissediyorlar. Daha da güçlenmeden de Suudi Arabistan bir bakıma Trump’ı ve İsrail’i İran’ın üzerine salmak istiyor. Kendisi askerî açıdan bu kadar güçlü değil. Fakat güçlenmeye çalışıyor. Siyasî açıdan güçlenmeye çalışıyor ve içeride reformlar yapmaya çalışıyor. Bu içerideki reformlar demin bahsettiğimiz petrol fiyatlarının düşüşte olmasıyla tabii ki bağlantılı. Ve içeride aslında çok başarısız değil. Çünkü bu petrol fiyatlarının düşmesi nedeniyle özelleştirme çabası yapılması gereken bir şey. Bazı siyasî reformlar yapılması gereken bir şey. Bu konsolidasyon, gördüğümüz şey çok ciddi. Bu bir saray darbesi olarak niteleniyor, ama aslında Gönül’ün kullandığı kelime daha önemli, bu bir devrim. Yani dört aktif bakanı, on bir prensi, saray muhafızları komutanını ve otuz dört eski bakanı bir gün içinde topladı, görevden aldı. Ülkenin en zengin iş adamı El Velid’i aldı içeri. Buna bir bakıma “Biz artık yolsuzluklarla mücadele ediyoruz işte” makyajı getirildi. Aslında çok ciddi işler yapıyor içeride. Fakat dış politikada bir hezimet yaşıyor Suudi Arabistan. Çünkü Yemen’in geldiği ortam belli. Yemen’de ciddi bir başarısızlık söz konusu. Ve İran zemin kazanıyor. Katar konusunda bana göre hiçbir istediğini elde edemiyor şu anda Suudi Arabistan. Katar hem İran’a daha fazla yanaştı, hem de Türkiye’ye daha fazla yanaştı ve geri adım da fazla atmıyor. Dolayısıyla dış politikadaki başarısızlığını bir bakıma Amerika’ya yaranarak halletmeye çalışıyor. Ama içeride rejimi konsolide ediyor. Düşmanlarından, eski düzenden birer birer, taşları oynatarak kurtuluyor. Ve son derece güçlü bri yönetim oluşturmaya çalışıyor. Fakat bu uzun dönemde ne anlama geliyor? Uzun dönemde bence İran’ı dengelemeye çalışacak. Ve şu anda Lübnan’da yaşanan da bunun ilk bölümü diyebiliriz. Saad Hariri Suudi Arabistan’da istifa ederek aslında gösterdi ki bir bakıma Suudi Arabistan bütünüyle kendisini kontrol ediyor. Ve Suudi Arabistan aslında Lübnan’da da bir darbe yaptı bu şekilde. Saad Hariri’yi İran’a karşı, Hizbullah’a karşı yeterince güçlü olmamakla suçladı. Ve bir bakıma onu utandıracak bir şekilde “Sen burada istifa edeceksin” dedi. Bir başbakanın kendi ülkesinde istifa etmek yerine Suudi Arabistan’da istifa etmesi Gönül’ün söylediği gibi neredeyse bir darbeye maruz kalması ve hapse atılması gibi bir şey. Yani Hariri’yi bir bakıma Suudi Arabistan görevden aldı ve şu anda Lübnan çok karışacak. Bu karışıklık için de Hizbullah’la İsrail arasında bir çatışma çıkarsa Suudi Arabistan bundan memnun da kalır. Çünkü bir şekilde bölgeyi ancak İsrail ve Amerika’nın dengelemesi, İran’ı dengelemesiyle İran’dan kurtaracağını düşünüyor bence.

Peki Gönül’ün buna ekleyeceği bir şey var mı?
Tol
: Yok, hayır Sedat. Gayet iyi toparladı.

Peki son olarak şunu konuşalım, hanginizden cevap alacaksam. Donald Trump bir Uzakdoğu gezisine başladı. Japonya’ya gitti. Güney Kore’de konuştu. Oradan Çin’e, Vietnam’a ve Filipinler’e geçecek. Hem Japonya’da hem Güney Kore’de aslında Kuzey Kore’ye mesaj verdi. Biz bir taraftan Ortadoğu ısınıyor, Suudi Arabistan’la İran bir şekilde birbirlerine girecek gibi görünüyor derken, orada da böyle bir gerilim mi baş gösteriyor? Trump bunu niye yapıyor? Niye Uzakdoğu’da geziyor?
Taşpınar
: Ben kısaca özetlemeye çalışayım. Washington’da bir söz vardır: “Acil olan her zaman önemli olanın önüne geçer” diye. Bütün konuştuğumuz konular önemli. Gerçekten çok önemli Ortadoğu konusunda İran-Suudi Arabistan gerilimi. Fakat aciliyet teşkil eden mesele Kuzey Kore, Amerika açısından. Dolayısıyla Trump şu anda dış politikadaki enerjisini ciddi derecede Asya’ya, Uzakdoğu’ya kaydırmış durumda. Ve buradaki temel strateji Kuzey Kore’nin Çin tarafından dengelenmesi. Yani Kuzey Kore’yle savaş yaşanmayacaksa bu Çin sayesinde yaşanmayacak. Ve Çin’in bir şekilde bütün siyasî, diplomatik, ekonomik, askeri ağırlığını Pyongang üzerinde kullanmasını istiyor Trump. Dolayısıyla bu Asya ziyaretinin temel nedeni, temel mantığı Çin’i arkasına almak. Fakat sadece Çin değil mesele. Şu anda Kuzey Kore’den son derece çekinen, Çin’den de çekinen Amerika’nın bölgedeki ittifakları var. İttifaktaki ülkeler var. Bunların başında tabii ki Japonya ve sonra da Güney Kore geliyor. Dolayısıyla ziyaret bu ülkelerle başladı. Bu ülkelere Trump bir bakıma belirli askerî garantiler veriyor. “Korkmayın, arkanızdayız, Kuzey Kore’yi halledeceğiz” diyor. Çünkü özellikle Japonya son derece rahatsız gelişmelerden. Kendisinin bir nükleer gücü yok, ciddi bir ordusu yok. Bütünüyle Amerikan şemsiyesi altında. Güney Kore ise menzilde. Yani bir savaş olsa ilk ölecek –maalesef burada milyonlardan bahsediyoruz– Güney Kore halkı. Ben Güney Kore’yi ziyaret ettiğimde Kuzey Kore sınırına gitmemiz sadece kırk dakika aldı. Ve gördüm ki bu Kuzey Kore meselesi Güney Kore için, Seul için… Seul kırk dakika mesafede sınıra. Seul yirmi milyonluk bir şehir, İstanbul gibi bir şehir. Oraya herhangi bir şekilde, bırakın nükleer, bir konvansiyonel silah, bir balistik füze düşse yüz binlerin öleceği bir şehir. Dolayısıyla Güney Kore’de de bir panik hâkim. Güney Kore Trump’a çok güvenmiyor, korkuyor Trump’ın tırmandıracak olmasından. Kendisi bazen diplomatik çözüme yakın gibi gözüküyor ama Güney Kore’de de bir karışıklık var. Dolayısıyla bu ülkelerden başladı. Fakat emin olun ki asıl mesele Çin’i arkasına almak. Çin üzerinden bir politika yürütüyor. Çin’in bu krizi halledebileceğini düşünüyor. Peki Çin halledebilir mi krizi? Washington’a diyor ki: “Ben halledebilecek olsam hallederdim, bana da çok fazla güvenme”. Yani iki taraf topu birbirine atıyor durumda. Ve Trump sonuçta şuna karar verdi: Askerî açıdan tehdit ederek Kuzey Kore’yi, bir şekilde zayıflatmaya çalışıyor. Kuzey Kore’nin başındaki liderin ancak askerî tehditten anladığını düşünüyor. Ve fazla diplomatik konuşmadan, “Ben seni yerle bir ederim” gibi mesajlar veriyor. Kuzey Kore’nin başındaki lider de son derece irrasyonel olabilecek genç bir lider. O da “Ben de bölgeyi mahvederim, hatta seni bile vururum” gibi açıklamalar yapıyor. Bütün bunlar nedeniyle Amerika’da piyasalar çalkalanıyor devre devre. Korku yaşanıyor. Fakat Allah’tan Pentagon’un başında son derece önemli bir asker var, Jim Mattis. O diplomasiye önem veriyor. Burada ilginç olan, askerlerin Trump’a oranla diplomasiye daha fazla önem veriyor olması. Ve Mattis sayesinde ve Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster sayesinde Amerika’nın bir savaşa gitmeyeceğini hâlâ ümit ediyorum. Fakat Trump’a bıraksanız apar topar neredeyse bir nükleer savaşa götürebilecek derecede sert açıklamalar, tweet’ler atıyor ki bu Amerika’da ciddi bir korku yaratıyor.

Pekâlâ, kapatmadan önce ekleyeceğiniz bir şeyler var mı?
Tol
: Hayır, Ömer gayet iyi özetledi.

Peki. Ömer senin var mı ekleyeceğin bir şey?
Taşpınar
: Valla yok. Çok konu konuştuk ama, gündem kalabalık. İnşallah bir dahaki programa biraz daha derine inebiliriz bu Amerika’daki gidişat konusunda.

Peki. Transatlantik’in bu haftaki yolculuğu burada sona erdi, sağ salim yanaştırdık zannediyorum limana Transatlantik’i. Gönül’e ve Ömer’e tekrar çok çok teşekkür ediyoruz. Bizi izlediğiniz için sizlere de teşekkür ediyoruz. Haftaya görüşmek üzere, iyi akşamlar efendim.

Heinrich Böll Stiftung Derneği'in katkılarıyla

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.