Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

10. gününde Afrin Harekatı: Kadri Gürsel ile söyleşi

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

Merhaba iyi günler. Geçen hafta yine bir pazartesi günü Kadri Gürsel’le –Afrin Harekâtı yeni başlamıştı– konuştuk. Şimdi 10. günündeyiz ve kaldığımız yerden, bir haftada neler gelişti? Bundan sonra neler olabilir? Kadri’yle bunları konuşacağız. Hoşgeldin Kadri!
Hoşbulduk!

Bir hafta nasıl geçti, nasıl değerlendiriyorsun genel olarak konuştuklarımızdan bu yana? Harekât nasıl gidiyor?
Aşağı yukarı öngörülerimiz gerçekleşiyor, iki taraf da birbirini öngördüğümüz gibi suçluyor. Afrin’de YPG sivil kayıpları konusunu ön plana çıkartıp, bu durumu, orada yaşanan durumu Avrupa kamuoyuna özellikle servis ediyor. Artı, Türkiye tarafı da sivillerin kalkan olarak kullanıldığı vs. o temayı da işliyor gördüğümüz kadarıyla — çok ön plana çıkmasa bile öyle oluyor. Bir de harekâta başlamadan, yahut başladıktan sonra, bazı “askerî uzmanlar” harekâtın direkt olarak Tel Rıf’at’a yöneleceğini iddia etmişlerdi; ama bu öngörüler gerçekleşmedi; tam tersine, aslında sivillerin bölgeden uzaklaştırılmasını hedefleyen bir harekât planının geliştiğini görüyoruz. Burada kuzeyden, kuzeydoğudan –ki bu en son o tepenin alınması, dünkü son büyük gelişme, stratejik olduğu söylenen bir tepe, birisi Azez’di ama aynı zamanda Afrin’i de gören bir tepe; o bakımından stratejik bir tepe diye nitelendiriliyor–; bir de doğudan, kuzeyden ve kuzeydoğudan… Bu ne demek? Köprü başları elde ediliyor. Bunun anlamı şu: Aşağı açık bırakıyorlar ki siviller oradan tahliye edilsin. Bunun tabii iki sonucu olacak — hatta üç diyebiliriz: Birincisi, harekattan sivillerin zarar görmemesi için Ankara diyecek ki: “Biz üstümüze düşeni yapıyoruz; bakın harekât planımızı da sivillerin zarar görmemesi için şekillendirdik, sivillere bir açık kapı bırakıyor” diyecektir. Diğer taraftan, aynı şekilde burada bir de… tabii bu öngörüldüğü şekilde olursa, yani Ankara’nın beklediği doğrultuda siviller bölgeyi terk ederse, bölgenin de etnik yapısının değişmesinin kapısı açılacak. Bu tabii problemli bir konu; çünkü bölgede yaşayan 300 binden fazla sivil insanın ezici çoğunluğu Kürt ve Kürtler de burada öteden beri yaşıyorlar; yani buraya göçertilmiş değiller, veyahut YPG Afrin’de kanton ilan ettikten sonra buraya nakledilmiş insanlar değiller. Tabii bölgedeki Arap nüfusun ne kadarının bölgeden sürüldüğü ya da uzaklaştırıldığını ayrıca konuşmak, tartışmak gerekebilir. Var mı, yok mu böyle durum? Ama şurası kesin: Bölge ağırlıklı, çoğunluklu olarak, tarihsel olarak bir Kürt bölgesi; bunu bir teslim etmek lazım — gerçekçi olmak, nesnel olmak açısından. Böyle gelişecektir. Burada öngörüler çok kısa sürede başlayıp bitecek bir harekâtın olacağına dair değil, benim öngörüm de öyle değil. Bu hareketin birçok faktörü var, yol açan faktörler. Bunların birkaç tanesini sayalım: birincisi, İdlib’deki durum; ikincisi, Türkiye’nin iç siyasî durumu; üçüncü de bir Menbiç perspektifi var. Ama sanıyorum burada harekâtın dördüncüsü –tabii en önemlisi, bunların arasında– iç siyasî durumla bir arada değerlendirmek gerek. O da şu: Bu harekât çok hızlı yapılırsa TSK’nın zayiatı o nispette artar ve bu da tabii beklenen etkiyi yapmaz. Neticede Ankara, iktidar iç kamuoyunun desteğini mümkün olduğu kadar yüksek oranda almak ve bunu bâki kılmak ve bunu konsolide etmek istiyor.

2019’a tabii.
2019 değil, bence 2018.

Evet, 2018 Temmuz.
Madem bu alana geçtik, orada da birkaç şey söyleyelim: İllâ Temmuz olmak zorunda değil, sonbahar da olabilir. Bu harekâtı AKP ve MHP arasında ittifak çalışmalarını, yani ittifakın seçim sistemini de değiştirecek mahiyette ele alınması söz konusu — ki bu imkânı veriyor, biliyorsun, Anayasa değişikliğiyle o şart kalktı. Yani Seçim Yasası’ndaki değişiklikler, bir yıl içindeki seçime uygulanmıyordu, şimdi kalktı bu Nisan referandumuyla beraber. Bugün seçim yasasını değiştirip yarın YSK’dan aldığı ilk seçim takvimiyle seçime gidebilir. Bu nedenle bütün bu gelişmeler, 2018’de bir erken seçimin olacağını bize gösteriyor bunlar — tek başına ele alınması şeklinde. Şimdi, aylarca sürebilir bu harekât ve bu harekâtın aylarca sürmesi demek, tansiyonun da aylarca yüksek kalması demek. O nispetle de iktidarın hedeflediği, bu ittifakla da hedeflediği hem Parlamento’da hem de Cumhurbaşkanı seçiminde ya da Başkan seçiminde diyelim, hedeflediği %50’nin çok üzerindeki %60’a doğru ulaşan, erişen bir milliyetçi-muhafazakâr potansiyeli bir arada tutmak.

Burada tabii harekâtı desteklemek her türlü serbest, ama eleştirmek de her türlü yasak ortamda gidiliyor.
Bir de bu var! Bu iki taraflı bir mekanizma, iki tarafa çalışıyor; bir tarafı güçlendirirken öteki tarafa da baskı olarak biniyor adeta. Çünkü harekâtı, evet, eleştirmek… aynı zamanda basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün, Türkiye’de serbest tartışma ortamının daha da yok edilmesi, negatif bir katkı da sağlıyor, bir araç olarak kullanılıyor. Aynı zamanda, kullanılan, seçilecek sözcüklere kadar –bu da ayrı bir tartışma– önem taşıyor bu husus. Mesela “Savaşa hayır” dediğiniz zaman, aslında “savaş” sözcüğünü telaffuz ederek o kazanılmak istenen %60’lık bir milliyetçi-muhafazakâr kesimin daha da alarma geçmesine, daha da müteyakkız bir duruma gelmesine de dolaylı yoldan hizmet edilmiş oluyor. Aslında baktığınızda 1990’ların sonunda –konuyu değiştirdiğimin farkındayım, ama dönüş yaparız, bir dipnot olarak düşeyim–, 1995’teki Çelik Harekâtı’ndan sonra 1997’de yine sınır-ötesi harekât yapıldı; bunlar hiçbir zaman savaş olarak nitelendirilmedi. O zaman savaş-karşıtı bir mobilizasyon da pek olmadı Türkiye’de; yani “Savaşa hayır” sloganı da kullanılmadı, ama teknik olarak baktığınızda…

Tezkerede ama savaş yapıldı.
Teknik olarak baktığınızda, Çelik Harekâtı da savaştı; çünkü zırhlı birlikler girdi, 40 bine yakın asker girdi. Şimdi 40 bine yakın askerle harekât yapıyorsunuz, konuşlandırdığınız gücün mahiyeti, niteliği ve niceliği, bir savaş formasyonu olduğunu inkâr edilemeyecek şekilde koyuyor ortaya. Burada konuşlandırılan ve seferber edilen güç aslında Çelik Harekâtı’ndaki güçten daha az, ama buna işte… Bu bir tartışma, buna şimdi savaş mı diyeceğiz? Harekât mı diyeceğiz? Savaş dediğiniz zaman, o zaman olağanüstülük halinin de devamına katkıda bulunmuş oluyoruz. Yani Türkiye’deki olağanüstülük hali olağanlaştığı zaman, bu devam ettiği zaman, aslında OHAL’in de devamının koşulları oluşturuluyor. Yani burada iktidar kaybetmiyor, her durumda kazanıyor; birileri “Savaşa hayır” dediği zaman, iktidar yine kazanıyor. Dolayısıyla belki “Savaşa evet” demek lazım, böyle bir denklem kuruyorsak kafamızda; çünkü aksi durumda, yani OHAL’in devamını istemiyorsak, OHAL’in devamını sağlayacak psikolojik ortamın da oluşmamasına katkıda bulunmamız lazım.

Şimdi geçen seferki yayınımızda öne çıkan hususlardan birisi, operasyonun tamamlanması, harekâtın tamamlanması durumunda Afrin’in geleceğinin ne olacağı hususuydu ve orada TSK ve ÖSO bileşenlerinin Afrin’deki yerli halkla nasıl bir bir aradalık yaşayacağını merak ettiğini söylemiştin. Arada bir şey biliyoruz: Harekât bir şekilde tamamlandıktan sonra Türkiye tarafından, ya da harekât sürerken buranın YPG-PYD tarafından Şam’a devri meselesi. Bu sence ciddi bir ihtimal mi? Hatta PYD çağrı da yaptı diye biliyoruz — yani Şam’ın devreye girmesi konusunu.
Bunun olup olmayacağına Rusya karar verir, Şam burada tek başına karar veremez. Harekât başladıktan sonra bölgenin Şam’a devri bence sahadaki gelişmelere bağlı olarak karar verilecek bir konu. Her şey mümkün; dolayısıyla bu da mümkün, ama bu konuda şimdiden tartışmak, konuşmak –eğer karar verici konumda değilsek ve karar verici çok az sayıda insan olduğunu biliyoruz Türkiye’de–, onların kafalarının içini okumak gerekir; bunu da yapamayacağımıza göre zor. Ama şunu diyebiliriz: Yani problem büyür. Şöyle büyür: Eğer Kürt siviller o bölgede kalmaya devam ederlerse, bir yerde kendi kendilerinin oradaki varlıklarını kalkan olarak sunmaya devam ederlerse –bunu belki böyle açmak lazım–; o zaman problem büyür, o zaman belki böyle şeylerin tartışılması da gündeme gelir. Yani tüm dünyanın dikkatini çeken sivil trajedisi orada yaşanmaya başlarsa. Çünkü meskûn mahal çatışmasına dönüşecek; bir süre sonra bu köprü başlarından içeriye doğru girecek bu harekât — öyle gözüküyor. Ve o zaman neyle karşılaşacak Ankara? Nasıl bir durum ortaya çıkacak? Bunu şimdiden öngörmek kolay değil; fakat neticede, ben yine söyleyeceğimi söyleyeyim, tekrar ediyorum yine: Bu tepe.. Ne tepesiydi? Şu anda aklımda da değil adı, bugün gazetelerin manşetlerinde vardı. Burseya Tepesi midir? O tepenin –tabii böyle isimler bir anda hayatımıza giriyor vs. – yani o tepenin alınması mesela… Tepe alınıyor vs. ondan sonra oradan içeriye doğru bir giriş başlayacak. Önce denildi ki: Altı gündür tepeyi alamıyorlar falan filan. Ama ondan sonra öyle bir ateş gücü oraya yoğunlaştırıldı ki tepe düştü. Burada öyle bir asimetri var ki aslında, şunu gösteriyor bize hadise. Yani bu harekâtın zamanlamasını, nasıl gelişeceğini, büyük ölçüde kontrol edecek olan güç burada Ankara. Ve şartlar sahada oluşuyor. Ve sahada oluşan şartlara göre, tekrar ediyorum bunu da, bir diplomatik platform oluşuyor. Bakın Soçi’de yapılacak toplantıya Türkiye müsteşar yardımcısı düzeyinde katılıyor. Aynı şekilde muteber yani muhatap alınan muhalif unsurlar da oraya gitmiyorlar. Niye gitmiyorlar? İşte İdlib’deki durum nedeniyle. İdlib’de saldırı altındalar. O zaman demek ki bu şunu demek istiyor — yani bu şunu gösteriyor: Dur bakalım ne olacak? Bakalım nasıl gelişecek her şey. Yani aktörler sahada olan bitenin bir şekilde sonuçlanmasını bekliyorlar, tekrar masada pozisyon almak için. Türkiye’nin düşük seviyedeki katılımının anlamı bu. Ben oraya düşük seviyede temsilci göndererek, aslında şu an sahadaki şartları oluşturan aktörlerden biri olduğuma göre, bunun bir nihayete ermesini bekliyorum demek istiyor.

Peki bu ÖSO tartışması süregidiyor. Suriye’nin Kuvâ-yi Milliye’si olduğunu bile iddia edenler oldu. “Yerli ve milli ordu” bile dendi. CHP’den bu konuda çok ciddi eleştiriler geldi. ÖSO-Nusra ilişkisi üzerine, ÖSO’nun bazı unsurlarıyla Nusra ilişkisi üzerine. Ne diyorsun? ÖSO meselesi bir sorun olarak duruyor mu? AKP bir kitapçık hazırlamış kendi teşkilâtına dağıtmak için; ÖSO aslında nedir, meşruiyetini anlatmak için. Ne diyorsun?
ÖSO, Ankara tarafından teşkilâtlandırılan, donatılan ve desteklenen bir güç. IŞİD’e karşı mücadelenin bu güç tarafından sürdürülmesi, bu gücün ön planda olması, YPG’nin yerine bu gücün kullanılması hususunda daha önce Ankara’nın Amerika’ya defaatle önerisi olmuştu, hatırlayalım. Ancak Amerikalılar bu güce güvenmediler. Çünkü birincisi çok parçalı. İçinde çok çeşitli gruplar var ve bunlar sürekli değişiyor bir kaleydoskop gibi. Güvenmediler, yani bugün okuyoruz; işte mesela Uluslararası Kriz Grubu’nun sitesinde yeni bir makale yayınlandı. Orada niye YPG’yle beraber çalışmayı tercih ettiklerini bu bakımdan da söylediklerini belirttiklerini görüyoruz. ÖSO’nun kumanda yapısını beğenmiyorlar. Yani idare edilmesi güç bir yapı olarak görüyorlar falan. Bir de çatışmada yeterince etkin olmadığını da söylüyorlar. Bir de tabii şimdi ÖSO adı altında yapılandırılan ve desteklenen grupların burada El Bab Operasyonu’nda kullanıldığı, kullanışlı olduğunu gördük hepimiz. Operasyon 6-7 ay sürse bile, değil mi? Neticede bunlar kullanıldı. Ve çok ağır kayıplar da verdiler; ama öyle oldu. Fakat ÖSO’nun Ankara’nın iradesi dışında bağımsız davranabilme yeteneği olduğu kanaatinde değilim. Böyle bir şey yok. Yani bir gerçek, ilk 2012’de kurulduğu gibi, o zaman Özgür Suriye Ordusu ya da bazı muhafazakârların dediği gibi: Hür ordu vs.. Böyle bir yapı yok. Orada da aslında işte bir milis gücü var, yerel unsurlardan veya cihadcılardan teşkil edilmiş bir milis gücü. Olabilir; iktidarın buradaki, şu an yürütmekte olduğu harekâtın, Ankara’nın yürütmekte olduğu harekâtın amaçları doğrultusunda etkin şekilde kullanıldığı sürece. Ama bunun çeşitli…

Ama bunun Suriyeli rejime bir alternatif olma ihtimali var mı?
… övgüler alması Ankara’dan, bunun bazı propagandaların, bazı söylemlerin konusu olması çok şaşırtıcı değil. Ama ÖSO diye bir gücün kendisine herhangi bir müzakere masasında bir yer bulması bence imkânsız. Muhatap alınması imkânsız bence.

Ankara olmazsa bir anlamı yok diyorsun.
Tabii, Ankara olmazsa bir anlamı yok. Zaten problem de o. Bugün gerçek anlamda muhalefeti temsil eden, sahadaki gücü nispetinde muhalefeti temsil eden –muhalefet her ne ise– böyle bir oluşum kalmıyor. Yani Suriye’de eğer sahaya bakarak konuşacak olursak; Heyet-ül Tahrir Şam, HTŞ kısa adıyla, El Nusra kökenli, o da El Kaide kökenli. Bu güç dışında diğer tüm güçler aslında ya küçülüyorlar, marjinalize oluyorlar, bir de tabii malumunuz çeşitli ceplerde, Fırat Vadisi’nde IŞİD falan var sahada. Bunlarla diğerlerinin tutunma, alan tutma şansının çok fazla olmadığı görülüyor.

Peki bu Menbiç meselesine gelecek olursak; bugün Amerikalı komutan Votel de Menbiç’ten çekilmeyi düşünmediklerini söyledi. Bu bir iddia olarak Türkiye’nin sonra Menbiç’e gideceği meselesi hâlâ belirsiz mi sence? Ne olacak?
Menbiç’ten çekilmeyeceğiz demek şudur: Yani eğer Türkiye bu operasyonu ileride Menbiç’e de devam ettirirse, orada Amerikan birlikleriyle çatışma ihtimali var demektir. Böyle bir şey olmasını da bence en başta Amerikalılar istemez.

O zaman kim vazgeçecek?
Bu durumda öncelikle tabii iki tarafın da düşünmesi lazım. Kim neden bunu ister? Sahadaki şartlar kimin lehinedir? Veyahut bu konu sadece Menbiç konusu mudur? Yoksa Türk-Amerikan ilişkileri midir? Eğer bir çatışma arzu ediliyorsa, bu ne yönde dejenere olabilir? Ben açıkçası Amerika’nın bugünkü şartlarda, NATO üyesi, kurumsal olarak NATO üyesi olan Türkiye ile bir çatışmayı arzulayacağını sanmıyorum. Ama biz Menbiç’ten çekilmeyeceğiz diyerek bence Türkiye’nin de, Ankara’nın da, oradaki karar vericilerin de bu çatışmayı arzulamasını istemediklerini, arzulamamasını temin etmek istediklerini ya da, başka şekilde kurarsak cümleyi: Bunu hedeflediklerini görüyorum. Yani biz oradan çekilmeyeceğiz demek…

Gelmeyin demek.
Gelmeyin demek.

Trump da demişti bunu biliyorsun.
Gelmeyin demek. Ama oraya gitmek, orada bunu bilerek gitmek, Türk-Amerikan ilişkilerini bitirmek. Yani stratejik ilişkiler bence 2003’te zaten bitti. Türk-Amerikan ilişkilerini bitirmek ve burada bir çatışmayı başlatmak. İki tarafı da kıyaslayalım birbiriyle. Bu çatışmadan, böyle bir çatışmadan ne elde etmek istiyor olabileceklerine bakmak lazım. Yani bunu göze alabiliyorlarsa eğer. Amerika böyle bir çatışmayı arzular mı? Bana göre arzulamaz. Çünkü Suriye’de bulunma amacına baktığınız zaman, evet, Suriye’de kendince bulunmasının mantıklı nedenleri var gibi gözüküyor, Tillerson’ın yapmış olduğu açıklamada da olduğu gibi. “Birincisi,” diyor, “orada IŞİD’in yeniden güç kazanmasını istemiyoruz. Biz Esad rejiminin de güçlenmesini istemiyoruz. Dolayısıyla biz gidersek o boşluğu ya IŞİD doldurur, ya Esad rejimi doldurur. Esad’sız bir Suriye istiyoruz. İran’ın da gücünü orada dengelemek istiyoruz. Orada var olmamızın nedeni bu” diyor. Bir de tabii işte mülteciler meselesi, şudur budur, başka şeyler… Böyle baktığınız zaman, şimdi, hesapta olmayan faktör Türkiye’yle çatışma faktörü. Ama Menbiç’ten de çekildiği takdirde bu sefer Amerika’nın ciddi bir orada kendi açısından bir alan kaybı ortaya çıkacak. Yani aslında Menbiç’te olmayı arzu eden kendisi. Burada tutulmayan da bir sözü var. Sözünde durmadı. Yani Menbiç yutulması zor bir lokma oldu hep, hazmedilmesi zor. Şu açıdan: Birincisi, Türkiye’yi El Bab Operasyonu’na kışkırtan hamle oldu. Çekileceğiz dediler fakat çekmediler güçlerini. İki bin kadar Amerikan askerî personeli olduğu söyleniyor bütün Fırat’ın doğusunda, yani o Fırat Vadisi’nin bütün doğusu ile Irak arasında kalan bölgede. Yani bu güç tabii askerî olarak baktığınız zaman, kendini savunabilecek değil bir bakıma. Ama Amerika’yla çatışmış olmak da herhalde –Türkiye’nin de siyasî hesapları ne olursa olsun– bunun istenecek, arzu edilecek bir sonuç olacağı kanaatinde değilim. Tabii eğer Amerika çekilirse ve YPG’yi Menbiç’ten çekerse, o zaman da tabii bu çok büyük bir siyasî zafer olacak. Yani bununla Amerika’yı da diz çökerterek, Amerika’yı da püskürterek, hem de bunu uyarı yoluyla yaparak, savaşmadan yaparak, erken seçimlere güçlü şekilde gitme imkânını bulacaktır tabii ki. Bunu düşünmek için çok da detaya inmek gerekmiyor. Böyle bir şey haliyle önemli bir siyasî avantaj sunacaktır Cumhurbaşkanı Erdoğan’a.

Peki Erdoğan-Trump görüşmesine ne diyorsun? Karşılıklı açıklamalar var. Aslında orada Cansu Çamlıbel ilginç bir yazı yazdı, gördün mü bilmiyorum. Trump’ın önüne bunlar not olarak verilmiş olabilir, ama onların hepsini söylememiş de olabilir diyor. Yani bunlar hani söylenmedi dendi ya Türkiye tarafından, Ankara tarafından. Ama sonuç olarak yapılan resmî açıklamada çok net, çok sert ifadeler var — ki Trump’la görüşmeyi Erdoğan bir nevi sorunun çözümü için istediğini deklare etmişti. Tam tersi, sorunu çözmek yerine daha da sertleştirdi sanki açıklamayı.
Trump’la ya da bir başkasıyla bundan önce de Türk-Amerikan ilişkilerinde böyle durumların yaşanıp yaşanmadığını bilmiyoruz. Çünkü şöyle olur genellikle: İçeride bir şeyler konuşulur, dışarıya da taraflar sert ya da yumuşak bir açıklama yaparlar — kendi kamuoylarına, dünya kamuoyuna. Eğer ilişkilerin geleceğine itibar ediyorsa taraflar, bunu yalanlamama yoluna giderler. Ama bundan gerekli sonuçları çıkarırlar. Yani, “Bak içeride bunu demişti, dışarıya bunu diyor”. Yani bundan bir sonuç çıkar ve ondan sonra o sonuca göre davranırlar. Bu eğer taraflar ilişkilerini rayında veyahut sürdürülebilir nitelikte tutmak istiyorlarsa böyledir. Burada şunu görüyoruz: Gerçekten Ankara’dan yapılan açıklamada da görüldüğü gibi, Ankara’da böyle bir irade yok. Onu görüyoruz. Yani Türk-Amerikan ilişkilerini –ne pahasına olursa olsun falan da demeyeceğim yani–, Türk-Amerikan ilişkilerini bir şekilde rayında tutmak için şu aşamada bir, böyle bir irade yok. Diğer tarafta da zaten ciddi bir mesele var. Yani kurumsal Amerika’yla Beyaz Saray, hatta Beyaz Saray’ın içinde de karışıklıklar olduğunu görüyoruz. İyi yönetilen bir merci değil orası da. Bir problem olduğu belli. Yani Trump’ın Erdoğan’a bakış açısı her an değişebilir. Çünkü Trump’ın da pek böyle istikrarlı bir insan olmadığı anlaşılıyor. Ama açıklamada Trump’ın onayı olup olmadığını bile bilmiyoruz mesela. Diğer taraftan, bu öykünün bir de devamı var. Bu sefer tersi oldu. Mesela Tillerson’la Çavuşoğlu’nun görüşmesi — yani muhatap düşürüldü, bir derece düştü. Tillerson’la Çavuşoğlu görüştü. Demek ki görüşülmesi gereken problemler var. Ama taraflar görüşemiyor. Ondan sonra ne oldu? Türkiye tarafından bir açıklama yapıldı, “Amerika güvenli bölge ilan etmemizi önerdi, buna destek olduğunu söyledi”. Tillerson tarafı dedi ki: “Biz böyle bir şey demedik”. Orada da devam etti. Daha sonra bu görüşme seviyesi bir tık daha düşürüldü. Bu sefer McMaster’la İbrahim Kalın görüştü. Yani hâlâ görüşülecek çok önemli meseleler var, ama iki taraf da….

Orada da şöyle bir şey oldu. Kalın-McMaster görüşmesinin ardından “ABD YPG’ye silah vermeyi durduracak” diye ilk açıklama çıktı. Ama daha sonra İbrahim Kalın yaptığı bir açıklamada bunun söz konusu olmadığını, hâlâ silah sevkiyatının sürdüğünü söyledi. Anladığım kadarıyla şunu söylüyor Amerikalılar: “Biz Afrin’e silah yollamıyoruz”. Yani “Afrin zaten bizim işbirliği alanımızda değil” diyor.
Bunu en başında söylediler.

Ama öteki tarafa silah vermeyi de kesiyor gibi bir şey değil.
Bunu en başında da söylediler zaten, bu programda da konuştuk. Ama YouTube’daki videolara baktığınız zaman, birtakım yabancı unsurların Afrin’e gidip, Afrin’de Türk devletiyle, orada bu operasyona karşı koymak için oraya YPG’nin yanında savaşmaya gittiklerine, propaganda söylemlerinde rastlıyoruz. Suriye ordusunun denetiminde olan ve Afrin’le temas eden noktadan, gördüğümüz kadarıyla, Afrin’e doğru bir şeyler gidiyor. Ne gittiğini tam olarak… Bir şeyler gidiyor, insan gidiyor belli ki. Suriye rejimi oradan silahlarıyla beraber YPG’lilerin geçmesine izin vererek, bu savaşı, çatışmayı daha da uzatma imkânına sahip. Böyle bir şeye sahip; ama Türk-Amerikan ilişkileri gerçekten burada yönetilmezse, bu krizin çok ciddi bir darboğaza, açmaza girebileceği, hatta berhava bile olabileceğini öngörebiliriz. Menbiç konusu tabii iki tarafı da angaje etti. Bir taraf “Ben çekilmeyeceğim” dedi, öteki taraf dedi ki: “O armaları takıyorsunuz askerlerinizin kollarına, onlarla beraber gömeriz” dedi. İki taraf da çok üst perdede. Bir tanesi bağlayıcı, “Çekilmeyeceğiz” dedi. Öteki taraf da tabii ki çok sert bir uyarıda bulundu. Ama tabii önce sırada Afrin var. Aynı anda hem Afrin’de hem Menbiç’te böyle bir harekât yürütmenin siyasî açıdan ben iktidarın çıkarına olacağını zannetmiyorum.

Ama belli ki Afrin sürerken bol miktarda Menbiç muhabbeti yapılacak, karşılıklı olacak.
Mutlaka olacak. Öyle gözüküyor.

Ve tabii bu gidişattan herhalde Rusya da bayağı memnundur değil mi?
E tabii, herhalde zil takıp bir oynamadıkları kalır. Hele de Türkiye ile Amerika’yı çatıştırırlarsa, bunu başarırlarsa — yani çatıştırabilirler derken, çatışma ortaya çıkarsa. Rusya çatıştırabilecek bir güce, imkâna sahip değil tabii. İfademi düzelteyim o bakımdan, ama böyle bir çatışma olursa, herhalde bundan en çok memnun olacak taraf Rusya olacaktır. NATO içindeki iki NATO müttefikinin NATO’nun savunma alanı dışında çatışması, sanıyorum en çok Rusya’yı memnun eder burada.

Burada noktayı koyalım Kadri. Evet, Kadri Gürsel’le onuncu gününde Afrin Harekâtı’nı değerlendirdik. Kendisine ve bizi izlediğiniz için sizlere teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.