Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Merhaba, iyi günler. Bir süredir Türkiye’nin gündeminde bir tartışma var. Bu tartışmada Türkiye’de özellikle genç kuşakların, yeni kuşakların ve özellikle de dindar ailelerden gelen çocukların ya da gençlerin dine karşı mesafeli olmaya başladıkları yolunda birtakım gözlemler, değerlendirmeler, tanıklıklar var. Çok ilginç tanıklıklar oluyor. Örneğin imam-hatip kökenli felsefe hocası Prof. İhsan Fazlıoğlu’nun yaptığı bir konferansta söyledikleri var. Muhafazakâr kitleye yönelik bir konferans sırasında, üniversitede değişik zamanlarda kendisini ziyarete gelen başörtülü 17 öğrencinin kendilerini ateist olarak tanımladıklarını söylemişti. Ve bunun altını özel olarak çizmişti. Bunun gerekçesi olarak orada onun söylediği, esas olarak toplumda, Türkiye’de İslamiyet’i temsil iddiasındaki kişilerin yapıp ettikleri bundan sorumluydu. Yani burada neyi kastettiğini üç aşağı beş yukarı çıkartabiliyoruz. Özellikle sosyal medya ve medya üzerinden alâkasız konularda alâkasız ve çağın çok gerisinde birtakım değerlendirmeler yapan, fetvalar veren din adamlarına yönelik bir şikâyet, itiraz olarak bu kayda geçti.
Dine dönüşün nedenleri
Bu olay ne derece doğrudur, bu konuda şu âna kadar yapılmış çok ciddi sosyolojik araştırmalar yok. Varsa da benim şahsen haberim yok. Ama yeni yeni konuşulmaya başlanan bir şey olduğu için herhalde önümüzdeki dönemde bu konuda birtakım araştırmalar da ortaya çıkacaktır. Ve bu Türkiye’nin gündemine bir şekilde yerleşti. Bu bana gazeteciliğe başladığım 1980’lerin ortalarını hatırlatıyor. Orada bir dine dönüş olgusundan bahsediliyordu Türkiye’de — ki doğruydu. Bu dine dönüş olgusu sadece Türkiye için geçerli değil, aslında tüm İslam dünyasında geçerli bir olguydu. İslam dünyası derken sadece İslam ülkelerini değil, Batı’da yaşayan Müslümanlar açısından da bir dine dönüş, dini yeniden sahiplenme ve din etrafında örgütlenme şeklinde genelleştirilebilecek bir eğilim vardı ve kabaca bu dine dönüş olarak adlandırılıyordu. Ve buradan da var olan birtakım İslamî hareketlerin daha da güçlendiğini, Türkiye’de ve dünyada yeni yeni İslamî grupların, cemaatlerin ortaya çıktığını gördük. Bunun değişik gerekçeleri vardı, birtakım konjonktürel gerekçeleri vardı. Sovyet işgaline karşı Afgan cihadı gibi, ya da İran İslam Devrimi gibi olaylar vardı.
Olayın bir boyutu buydu. Ama bir diğer boyutu da çok ciddi bir felsefi tartışmaydı. Modernitenin insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığı yolunda bir yaklaşım vardı. Bir diğer yaklaşım da, yani insanın bireysel arayışına cevap vermek, manevi arayışına cevap vermekti. Bir diğer husus da insanın bir cemaat içerisinde, bir topluluk içerisinde kendini bir aidiyet içerisine hissetmesi anlamında İslam dünyasındaki modern mekanizmalar ve düşüncelerin artık aşındığı, hatta iflas ettiği şeklinde değerlendirmelerle beraber gidiyordu. Yani bir tarafta konjonktür, bir tarafta manevi ihtiyaç, bir diğer tarafta da bir cemaat arayışı, topluluk içerisinde bulunma arayışı.
Born again muslim
Bu anlamda baktığımızda İslam dünyasının hemen hemen her yerinde bu dine dönüş olayının yaşandığını gördük. Ve bunun için İngilizce söylenen çok ilginç bir tabir vardı. O da “born again Muslim”. Bu aslında Hıristiyanlıktan gelen bir kavram. “Born again Christian”, yani aslında Hıristiyan olan, Hıristiyan bir aileden doğup büyüyen, daha sonra seküler ortamlarda bundan uzaklaşan, ama bir şekilde manevi bir ihtiyaç sonucu tekrar Hıristiyanlığını keşfedenler anlamında yerleşmiş bir kavram. Bu, İslam dünyasında da yaşandı ve İslam dünyasında çok sayıda insanın bu anlamda yeniden Müslümanlıklarını, kültürel anlamda zaten yaşadıkları İslam’ı aynı zamanda dinî anlamda ve ibadet anlamında da sahiplenmeleri anlamında, ve hatta politik anlamda Müslümanlıklarını yeniden keşfeden insanlar oldu. Burada kadınlar çok önemli bir yer tuttu. Türkiye’de özellikle başörtüsü yasağıyla beraber kadınların daha fazla bu alanda kendilerini gösterdiklerini gördük.
Dindar ailelerin çocukları dine karşı mesafe koyuyor
Şimdi dönüp baktığımızda; Türkiye’de ne yaşanıyor? Türkiye’de çok ilginç bir şekilde dine dönüşten çok dinden dönüşü konuşmaya başlıyoruz. Ve özellikle dindar ailelerin çocuklarının dine karşı mesafe koymaya başladıklarını görüyoruz. Bu abartılı bir şey mi? Bence değil. Bir süredir ben bunu şahsen gözlüyorum ve söylüyorum, dile getiriyorum. O zaman şöyle bir olay ortaya çıkıyor: Yaklaşık bir çeyrek yüzyıl, hatta daha fazla diyelim, otuz yıla yakın bir zaman sonrasında dine dönüşün dinden dönüşe doğru evrildiğini görüyoruz Türkiye’nin. Bir kuşak geçmiş, bir arayışın sonucunda yaşanan dine dönüş, daha sonra yeni arayışlara kendini kaptırmış ve yerini yeni arayışlar almış, şimdi de dinden dönüş gibi bir yaklaşım var.
Peki bu neden böyle oluyor? Dine dönüşün temellerine bakarak buradan gidebiliriz; yani konjonktürel olan, bireysel olan ve de kolektif olana baktığımız zaman, konjonktürde özellikle İslamî hareketlerin dünya çapında çok ciddi bir bozguna uğradıklarını görüyoruz. İslamî hareketlerin toplumu İslamlaştırma yolundaki iddialarının El Kaide ve IŞİD gibi yapılar tarafından aşırı noktalara çekildiğini görüyoruz ve terörize edildiğini görüyoruz. Artık İslamcılıkla terörizm birlikte telaffuz edilir oldu bir süreden beri — bir bu olay var. İkincisi de Mısır örneğinde olduğu gibi –başka örnekler de var, ama esas olarak Mısır örneğinde olduğu gibi– iktidara gelen ya da gelir gibi olan İslamî grupların bir başarısızlık yaşadıklarını görüyoruz. Tutunamadıklarını görüyoruz. Türkiye bu anlamda biraz farklı gibi gözüküyor ilk başta. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti Türkiye’yi uzun bir süredir tek başına yönetiyor. Ama bu yönetim sonuçta bakıldığı zaman, toplu olarak değerlendirildiği zaman bir başarıdan çok bir başarısızlığa delalet ediyor. Ya da şöyle söyleyelim: Belli bir süre başarı olarak gözüken ve İslam dünyasının birçoğuna model olarak gösterilmek istenen Adalet ve Kalkınma Partisi deneyimi, şimdi bir başarısızlık ve kötü örnek olarak kendini gösteriyor. Çok açık bir şekilde Erdoğan liderliğindeki AKP’nin ve buna bağlı olarak da onun başını çeker gözüktüğü Türkiye’deki İslamcı hareketin iflas ettiğini düşünüyorum.
Şu anda belli bir süreden beri AKP’nin dile getirdiği şeyler, ısrar ettiği hususlar, Türkiye’de İslamî hareketin güçlenme döneminde dile getirdiği şeylerin tamamen uzağında, hatta zıddında. Şöyle söyleyebiliriz: 80’li yılların İslamî hareketleri bugün Türkiye’de olsaydı, aynı üslûp ve yaklaşımla, herhalde AKP ve Erdoğan’a karşı çok sert bir mücadeleyi de beraberinde getirirlerdi.
Manevi açlığa cevap verecek İslam yorumları hakim değil
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.
Konjonktürün dışında bireysel olana bakalım. Bireysel olana baktığımız zaman da insanların manevi açlığına cevap verme iddiasındaki İslamiyet’in şu anda Türkiye’de ortada pek gözükmediğini görüyoruz. İslamiyet adına gündeme gelen şeyler, özellikle 21. yüzyılın dünyasında ve Türkiye’sinde gençlerin aradığı hususlara cevap vermenin çok ötesinde. Tam tersine, bugünün dile getirilen İslam anlayışı, onlara geçmiş yüzyılların kafasına göre 21. yüzyılda yaşamayı dayatıyor. Burada bir maneviyat yok. Büyük ölçüde pratikle sınırlanmış, ibadetle sınırlanmış, ya da yasaklara ve zorunluluklara indirgenmiş bir İslam anlayışı var. Onun ekseninde gelişen bir İslam anlayışı var. Manevi olarak sunulan çok fazla bir şey yok. Hatta hiçbir şey olmadığını da söyleyebiliriz.
Tabii ki birtakım küçük cemaatlerde, birtakım küçük tarikatlarda hâlâ maneviyatın önde olduğu, yani bu dünyayı değil de öbür dünyayı düşünme temelli en azından birtakım faaliyetler sürdüren yapılar belki vardır. Ama ön plana çıkan yapıların hepsinin ve ön plana çıkan birtakım temsilcilerin medyadaki ya da başka yerlerdeki temsilcilerin hepsinin bu dünyayla ilgili olarak, yasaklar ve mecburiyetlerden ibaret bir söyleme sahip olduğunu görüyoruz. Ve ortada pek bir manevi boyut falan yok. Yani maneviyat arayan insanlar büyük ölçüde verili kurumsal, resmî ya da sivil kurumsal İslamî yapılardan uzakta kendi başlarına bir İslamî serüvene girmeyi tercih ediyorlar. Yalnızlığı ya da küçük bir çevreyle yetinmeyi tercih ediyorlar.
Bir cemaatin parçası olma arayışı artık geri planda
Buradan da kolektif olana geçebiliriz. Bir gruba ait olma, bir cemaate ait olma hissi çok önemli bir histi. Ve İslamî cemaatlerin Türkiye’de öteden beri en önemli artılarından birisiydi, cazibelerinden birisiydi. Ama özellikle Fethullahçılıkla devlet arasında, AKP arasında yaşanan ve süren o büyük savaşla beraber Cemaat balonu patladı. Artık Cemaat sözü itici bir söz oldu, rahatsız edici bir söz oldu. Endişe yaratıcı bir yaklaşım oldu. Birlikte olmak, birlikte hareket etmek, dindar birtakım insanların birlikte hareket etmesi meselesinin üzerine çok büyük bir şaibe düştü. Bu Fethullahçılığın getirdiği bir husus. Ama onun dışındaki diğer İslamî cemaatlerin de büyük bir kısmının içerisinde, insanların beklentilerine cevap vermekten ziyade o yapının beklentilerini öne almanın, birincil yapmanın öne çıktığını gördük. Ve burada genellikle o yapılara giren insanlardan her şeylerini, birçok şeylerini, en azından o yapı için ve o yapının yöneticileri, liderleri, şeyhleri vs. için feda etmelerini bekleyen bir yapılanma oldu. Yani cemaatler insanlara az verip onlardan çok fazla şey isteyen, hatta yapamayacakları şeyleri bile isteyen yapılanmalar olmaya başladı. Ve bundan dolayı da cazibelerini büyük ölçüde yitirdiklerini düşünüyorum.
Her şeyin ötesinde, Olivier Roy’nın “Siyasal İslam’ın İflası” diye Türkçe’ye çevrilen kitabında söylediği bir husus vardı: İslamî hareketler insanlara somut olarak bir dünya veremediler, sunamıyorlar. Nasıl bir hayat, nasıl bir özgürlük, adalet duygusu? Bunları sunmaktan çok uzaklar. Eğlence gibi hususlardan çok uzaklar. Bunu Türkiye’de de çok bariz bir şekilde AKP iktidarında görüyoruz.
Kadınların ikincil plana itilmesi
Ama bence en önemli noktaların başında kadın meselesi geliyor. Bu hareketlerin güçlenmesinde ve dine dönüş olayının görünürleşmesi ve yaygınlaşmasında ana güç olan kadınların, hareketin güç kazanmasından sonra tamamen ikincil, en arka plana itilmiş olduklarını görüyoruz. Bugün bunu birçok alanda, AKP iktidarının birçok alanında, iktidarın paylaştırılmasına baktığımız zaman Meclis’teki kadın sayısından belediye başkanı kadın sayısına, üst düzey bürokrat kadın sayısına kadar bunu görebiliyoruz. Çok bariz bir şekilde görüyoruz. Kadınlar gerçekten hep geri plandalar, daha da geri plana itilmek isteniyorlar. Öte yandan kadınlara hayatın içerisinde de çok dar bir alan sunulmak isteniyor. Bu aslında bu olayın tabiatına aykırı bir şey. Bu dine dönüşün taşıyıcısı olan kadınların, belli bir yere gelenlerin, dinde altlara itilmesi çok sürdürülebilir bir husus değildi. Ve şu anda yaşanan dinden dönüş olayında, demin örneğini verdiğim felsefe profesörü olayında da görüldüğü gibi, başörtülü ateistler gibi olguların fazla dikkat çekmesi hiç de şaşırtıcı değil. Şunu söylemek mümkün: Siz bu kadınların başörtüsünü takmalarını söylemek, belli durumlarda belki de dayatmak dışında ne sunuyorsunuz? Ya da felsefe okuyan, okumakta olan bu kadınlara mezun olduktan sonra hayatta ne gibi alanlar sunacaksınız? Felsefe öğretmenliği ya da öğretmenliğin ötesinde bir yerlere geçmek istediklerinde acaba erkeklerle eşit bir şekilde yarışabilme imkânı sunacak mısınız? Böyle bir vaadiniz var mı? Vaadin ötesinde, böyle bir niyetiniz, inanışınız var mı? Bu yok. Dolayısıyla şu anda o bir kuşağın ardından, o dönüşü tamamlanan, tırmanışı tamamlanan o İslamî hareketlilik şimdi inmeye başlıyor.
Yeni çağın İslam yorumları henüz çıkmadı
Buradan ne çıkar? Geçen burada yaptığımız, çok etkili olan, Mücahit Bilici’yle yaptığımız söyleşide Mücahit’in söyledikleri çok dikkat çekiciydi. Ama onun yalnız olmadığını biliyoruz. Başka kişiler de var benzer şeyleri söyleyen. Orada artık daha birey temelli bir din arayışının öne çıktığını görüyoruz. Birey temelli din arayışının içerisinde tabii ki İslam ilk seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Ama kimi durumlarda bazılarının deizme, hatta bazılarının ateizme yöneldiği söyleniyor. Bu konuda çok sayıda gözlem, tanıklık var. Ama bunun dışında henüz çok konuşulmayan birtakım –dünyada yeni dinî hareketler diye adlandırılan– Türkiye’de de dönem dönem küçük örneklerini gördüğümüz, Uzakdoğu dinleri vs. gibi ya da birtakım birbirinden farklı dinlerin melezleştirilmesiyle oluşturulan yeni yorumlar gibi bazı yeni akımlar da pekâlâ ortaya çıkabilir. Türkiye’de zaten var böyle bazı akımlar. Çok güçlü değiller. Bunlar güçlenebilir, yenileri çıkabilir. Ama en ilginci İslam’ın içerisinden bu tür yeni yorumlar — tırnak içine koyarak söylüyorum, “çağdaş” diyeceğim. Burada “çağdaş”ı pozitif anlamda söylemiyorum; bugünün koşullarında, bugünün iletişim çağının gereklerini çok fazla öne çıkartarak yeni birtakım İslam yorumlarına da tanık olabiliriz.
Şunu biliyoruz ki bugün İslam adına hareket etme iddiasındaki terörist yapılar büyük ölçüde bu siber âlemi kullanıyorlar — her anlamda, propaganda ve iletişim anlamında. Onun dışındaki yapıların, Türkiye’de var olan kurumsal İslamî yapıların, cemaatlerin vs. bu konuda yolun daha çok başında olduğunu görüyoruz. Onlar bu ihtiyacı tam anlamıyla karşılayabiliyor değiller. Ve özellikle gençlerin yöneldiği bu siber âlemde, Türkiye’nin geleneksel yapılarının çok zayıf kaldığını görüyoruz. İşte burada mesela, özellikle gençlerin başını çektiği, siber âlemde çoğalacak yeni birtakım İslam yorumları –diyelim ki Nurculuktan bir parça, Nakşibendilikten bir parça, yanına biraz belki Atatürk koyarak, ki bunun örnekleri değişik dönemlerde olmuştu– yeni yeni hareketler çıkabilir.
Ama şu bence çok açık: Artık o dine dönüş olayı, Türkiye’de –İslam dünyasının birçok yerinde yaşanıyor, ama özel olarak konumuz Türkiye olduğu için– Türkiye’de tamamlanmışa benziyor. Bir kuşak geçti üzerinden. Ve artık nefesi kalmadı, beklentileri karşılayamadı, vaatlerini yerine getiremedi. Zamanında eleştirdiklerine benzemeye başladı. Hatta eleştirdiklerinden daha kötü bir konuma geçtiği de oldu. Dolayısıyla şimdi yeni bir dönem başladı. Belki de bir kuşak daha geçmesi gerekebilir tekrardan daha önce konuştuğumuz türden bir dine dönüşün yaşanabilmesi için. Ama inanıyorum ki, düşünüyorum ki: Artık bu tren gitmiyor. Bu tren bitti. Yani böyle bir tren artık kalmadı.
Türkiye girmiş olduğu tünelden çıkmakta
Şunu çok iyi hatırlıyorum — bununla bitirmek isterim: Yıllar önce, geçen perşembe günü hayatını kaybeden İranlı büyük felsefeci Daryush Shayegan’la bir söyleşi yapmıştım. İran’da Muhammed Hatemi yönetimi vardı. Ve Shayegan uzun süre uzak olduğu ülkesine Hatemi’nin reformcu vaatlerinin de etkisiyle dönmüştü ve çok umutluydu. Umudunun tam gerçekleştiği söylenemez. O zaman bana şunu söylemişti –Türkiye’de Refah Partisi’nin yükselişte olduğu tarihler oluyor bu– şunu söylemişti: “Biz bir tünelden çıkıyoruz, ama siz de şu anda Türkiye olarak o tünele giriyorsunuz” demişti. Bana biraz abartılı gelmişti. Şimdi baktığım zaman İran’ın o tünelden tam çıkamadığını görüyorum. Ve Türkiye’nin de bir şekilde bir tünelin içerisine girmiş olduğunu görüyorum. Ama şu anda Türkiye’nin de o girmiş olduğu yerden çıkmakta olduğunu görüyorum. İslamcılık Türkiye’ye vaat ettiklerinin hemen hemen hiçbirisini yapmadı. Ve bu anlamıyla da İslamî hareketi çekip çevirenler, yönetenler, en büyük kötülüğü, kendilerine destek veren dindarlara ve İslamiyet’in kendisine yaptılar. Artık bir daha o eski gücüne, en azından bir kuşak daha kavuşabileceğini hiç sanmıyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.