Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye’de misyonerlik ve Rahip Brunson olayı

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugün, Rahip Andrew Brunson’dan biraz söz etmek istiyorum ve ondan hareketle Türkiye’de misyonerlikten bahsetmek istiyorum. Öncelikle Rahip Brunson meselesinde en çok merak edilen husus, bırakılıp bırakılmayacağı yolunda insanlar bir nevi bahis bile oynuyor olabilirler. En son ev hapsine çıktı; ama ABD onun tahliye edilmesini ve yurtdışına çıkış yasağının da kalkıp ülkesine dönmesini istiyor. Bu konuda çok büyük bir baskı uyguluyorlar. En son Dışişleri Bakanı Pompeo bu konuda bir tür mutabakata varıldığı düşüncesine yol açan açıklamalar yaptı. Tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sorulduğu zaman da bunun yargının işi olduğunu söyledi; ancak Brunson olayının adlî bir olay olmasının ötesinde, tamamen siyasi bir olay olduğunu ya da başta belki adlî bir şekilde başlayıp tamamen siyasî bir şekilde evrildiğini çok açık bir şekilde görüyoruz. Dolayısıyla burada alınacak kararlar, kesinlikle siyasî karar olacaktır; Türk-Amerikan ilişkilerinin gidişatını ve geleceğine yönelik birtakım hesap ve kaygılara göre olacaktır.
Benim kişisel olarak kanım; artık Brunson’ın bırakılmasının, tahliyesinin ve ardından da ülkesine dönme ihtimalinin iyice yükseldiği yolunda. En son Cumhurbaşkanı Erdoğan Reuters’in sorusu üzerine de Türkiye’deki ekonomik krizle –ya da ekonomik sıkıntılarla diyelim, o öyle söyledi– Brunson olayının bir ilişkisi olmadığını söyledi — bu da olayın daha normal bir noktaya gidebileceğini bize gösteriyor. Ama biliyoruz ki döviz krizi başladığı zaman, bunu esas olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Brunson olayının ardından Trump’ın yaptığı çıkışlar, attığı tweet’lere bağlamıştı ve iktidara yakın çevrelerde böyle bir kanaat oluşmuştu ya da bunu böyle sunmaya yönelmişlerdi.
Geçen süre içerisinde bir yumuşama olduğunu ve bunun da Brunson’ın tahliyesine ve ülkesine dönmesine kadar vesile olabileceğini düşünüyorum açıkçası; ama yine de tabii Türk-Amerikan ilişkileri, Türkiye’nin birçok ülkeyle olan ilişkisinde olduğu gibi anlık değişebiliyor, günlük değişebiliyor. Onun için çok da kesin bir şekilde konuşmak yanıltıcı olur. Mesela bugün Cumhurbaşkanı Almanya’da; ama yakın zamana kadar Almanya’dan nasıl bahsettiğini biliyorduk; ama bir süredir Almanya’yla ve AB’yle Türkiye tekrar iyi ilişkiler kurmak, iyi mesajlar vermek konusunda özenli davranıyor.

Misyonerler kim, ne yapıyorlar?

Brunson meselesi ve misyonerlik meselesine gelecek olursak: Brunson, Türkiye’de 23 yıldır misyonerlik yapan birisi. Eşiyle beraber gelmiş ABD’den ve evanjelik bir kiliseye bağlı. ABD’de evanjelistler çok güçlü bir yapı ve özellikle Cumhuriyetçi iktidarında ve Trump yönetiminde. Çünkü Başkan Yardımcısı Pence de evanjelist ya da evanjelistlerin çok büyük desteğine sahip. Dolayısıyla burada olayın ABD tarafından büyütülmesi bir yerde anlaşılır bir şey. Aslında bu adım adım oldu; bununla ilgili yaptığımız ilk haberleri hatırlıyorum, Türk medyasında çok fazla ilgi görmüyordu, Türk-Amerikan ilişkileri bağlamında çok ilgi görmüyordu; ama FETÖ suçlaması nedeniyle Rahip Brunson’la ilgili özellikle iktidara yakın yerlerde çok yazı çıkıyordu. Ama bir gün Beyaz Saray’da, birisinin, evanjelist bir temsilcinin Trump’la görüşüp ona Brunson’dan bahsettiği haberini biz Amerika’da küçük bir gazete görüp haberleştirmiştik, oradan bu yana olay adım adım büyüdü.
Misyonerler kim, ne yapıyorlar? Aslında karmaşık bir öykü var. Türkiye’de sadece Amerikalılar değil; dünyanın dört bir tarafında Hıristiyan misyonerler yıllardan beri hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden itibaren ciddi bir şekilde faaliyet yürütüyorlar ya da yürütmeye çalışıyorlar. Ama bunların hepsi birbirinden farklı; birden fazla çok sayıda ayrı kilise var. Kimisi Amerikalıların olduğu gibi Protestanlığın değişik kollarından oluyor, kimisi Katolik oluyor, kimisi mormonlar gibi –yeni din olarak da adlandırılabilecek tarikatlar diyelim– onlardan oluyor, Yehova Şahitleri de apayrı bir olay. Bir misyonerlik faaliyeti Türkiye’de uzun bir süredir kendini gösteriyor. Sadece Amerikalılar ya da Avrupalılar değil; Asyalılar da –Koreliler örneğin– uzun süredir Türkiye’de faaliyet gösteriyor, İslam coğrafyasının dört bir yerinde göstermeye çalıştıkları gibi.
Başarılı olabiliyorlar mı? Çok başarılı olduklarını açıkçası sanmıyorum; şu âna kadar yürüttükleri faaliyetler ve buraya yaptıkları yatırımlarla kıyaslandığı zaman Türkiye’de –birbirinden farklı; Protestan olsun Katolik olsun ya da başka dallar olsun– çok etkili olduklarını söylemek mümkün değil. Türkiye’de hâlâ Hıristiyanlık dendiği zaman esas olarak bu toprakların insanları olan Ermeniler ve Rumlar, Rum Ortodokslar daha çok akla geliyor. Sonradan Hıristiyanlığı seçmiş olan kişilerin, yani Hıristiyan doğumlu olmayıp da sonradan misyoner faaliyetlerin etkisi altında Hıristiyanlığı seçmiş kişilerin sayısının çok büyük olduğu söylenemez. Varlıkları da zaten görünür değil; genellikle evlerden, dairelerden dönüştürülmüş kiliselerde faaliyetlerini yürütmeye çalışıyorlar ve daha çok büyük şehirlerde varlıkları gözüküyor; ama onun dışında Anadolu’da da bayağı bir faaliyet yapmak istediklerini biliyoruz.

Zirve katliamı

Tabii misyonerlik deyince Türkiye’nin yakın tarihinde iki önemli olay var. Birisi Trabzon’da Santa Maria Kilisesi’ndeki Rahip Andrea Santoro’nun reşit olmayan bir kişi tarafından 5 Şubat 2006’da öldürülmesi. Bir diğeri de –tabii çok daha çarpıcı olan– 18 Nisan 2007’de Malatya Zirve Kitabevi’nde –bu, Hıristiyanların kurduğu bir kitabevi; daha çok İncil’in dağıtımıyla iştigal eden– birisi Alman vatandaşı ikisi Türk üç Hıristiyan’ın bir grup genç tarafından boğazları kesilerek öldürülmesi olayı var. Bu iki olay da ilk andan itibaren her zaman için sadece faillerinden ibaret olaylar olarak algılanmadı; bu olaylar daha derin birtakım operasyonlar olarak görüldü, böyle soruşturmalar yapıldı. Özellikle Malatya Zirve Kitabevi’ne ek iddianameyle birtakım eski askerler ve siviller –yani faillerin dışında– katıldı; ama yıllar sonra FETÖ soruşturmaları kapsamında yapılan yargılamalarda bu 8 asker ve 2 sivil beraat etti. Burada gizli tanık olarak kullanılan İlker Çınar –eski bir misyoner papaz, Türkiyeli– bunun, gizli tanığın ifadelerinde suç uydurduğu, yalancı tanıklık yaptığı sonucuna varıldı.
İlk başta o tarihlerde bunu Türkiye’de AKP’yle ittifak içerisinde olan Fethullahçılar, yargıdaki, polisteki ve medyadaki güçleriyle Zirve Kitabevi olayını bir tür Ergenekon olarak tabir ettikleri derin devlet yapılanmasının bir operasyonu olarak tarif ettiler ve soruşturmayı da bu yöne doğru taşıdılar ve kamuoyunu da bu yönde oluşturdular; ama yıllar sonra bunların büyük ölçüde çarpıtılmış olduğu ortaya çıktı. Aslında misyonerlikle bir alâkası olmamakla birlikte, Hrant Dink cinayetinde de benzer bir şeyin olduğunu görüyoruz. Zamanında ona yüklenen anlam da, yıllar sonra o anlamları yükleyenlerin yapmış oldukları birtakım sahtekârlıklar ortaya çıkınca, bu işlerin alabildiğine karışık ve derin olduğunu gösteriyor.

Bir tehdit algısı

Bunun nedeni nedir? Bunun nedeni çok basit: Misyonerlik, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleneğinde ilk yıllarında irtica ve komünizm ve bölücülüğün yanında hep bir tehdit algısı olarak görülmüştür. Yakın zamana kadar böyle ve hâlâ da bildiğim kadarıyla böyle. Ama misyonerlik yasak değil, kanunen yasak değil; ancak misyonerlik faaliyetlerinin Türkiye’ye yönelik bir yıkıcı faaliyet olduğu düşüncesi devleti yönetenlerde, devletin güçlü yerlerini tutanlarda hep öteden beri olmuştur ve dolayısıyla misyonerlik faaliyetleri hep bir devlet güvenliği kapsamında ele alınmıştır. Burada tabii paradoks gibi gözüken husus şu: Türkiye’de, özellikle ilk yıllarında ve belli bir tarihe kadar devletin bir nevi sahibi gibi gözüken ordunun, askeriyenin hem çok katı laik bir pozisyon olması dolayısıyla İslam’a karşıymış gibi bir imajın ortaya çıkması ya da çıkartılmak istenmesi, ama aynı kesimlerin misyonerlik konusunda da çok katı, çok sert, çok tavizsiz oldukları. Böyle bir ilginç bir durum var.
Gazetecilik hayatımda İslamcılık üzerinde çalıştığım dönemlerde –hâlâ çalışmaya çalışıyorum, ama gençlik zamanımızda daha yoğun bir şekilde yayınlarını takip eder, kendileriyle konuşurduk, sahada daha çok olma imkânı vardı–; o dönemlerde misyonerliğin tabii ki İslamî hareketin içerisinde bir düşman olarak algılandığını görüyordum; ancak misyonerlik vurgusunu herkesten daha fazla yapan birtakım cemaatlerin ya da grupların aynı zamanda Türkiye’de eski tabirle –hâlâ aslında bu tabir geçerli ve hâlâ var– derin devletle ilişkileri sorgulanırdı bir şekilde. Yani bu misyonerlik meselesini en çok dile getirenlerin bir derin devlet ilişkisi de ayrıca sorgulanırdı — bunun da çok şaşırtıcı olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla Türkiye’de misyonerler –Hıristiyan misyonerler– sadece İslamî yapılar ve Müslüman dindarlar ve onların örgütü yapılarına karşı değil; ama aynı zamanda devlete karşı da –mücadele etmek demeyeyim de– sakınımlı olmak durumundaydılar. Bazılarının, bazı İslamî grupların, İslamcıların göstermek istediği gibi Türkiye’de misyonerlik hiçbir zaman devlet teşviki ile varlık göstermemiştir. Ancak devlet Batı’yla olan ilişkileri nedeniyle misyonerlere tam olarak yapmak istediğini yapamamıştır; yani onun önüne engel çıkartamamıştır. Özellikle AB süreciyle beraber bu kiliselerin, evlerdeki kiliselerin vs. devlet tarafından daha bir kabullenilmesi süreci oldu. Bunlar çok gönüllü olan hususlar değil.
Bir anekdot anlatmak isterim: Yıllar önce bir güvenlik görevlisiyle sohbetimizde, Anadolu’da görev yaptığı sırada bir grup misyonerin o bulunduğu ilçede İncil de dağıttıkları ya da İncil’den parçalar içeren kitapçıklar dağıttıklarını ve bunun üzerine bölgedeki savcının çok rahatsız olup bunların tutuklanmasını istediğini, en azından gözaltına alınmalarını istediğini, ama kanunen onların yapılabilecek hiçbir şey olmadığını, bunun üzerine dağıttıkları kitapçıklarda bandrol olmaması nedeniyle kendilerini gözaltına alıp bir nevi gözdağı verdiklerini anlatmıştı. Bu da gösteriyor ki; aslında misyonerlik faaliyetleri Türkiye’de devletin ve toplumun birçok katmanı tarafından ya da temsilcisi tarafından hiç hoş karşılanmayan, sevilmeyen, mücadele edilmesi gereken bir şey olarak görülüyor; ama aynı zamanda da yasal olarak bunların önünde engel çıkartılamıyor. Bunun bugün de sürdüğünü ve şu andaki devletin yeniden yapılanması ve buna bağlı olarak da Türkiye’de derin devletin de yeniden şekillenmesinde birtakım birbirine benzemediği varsayılan ya da yakın zamana kadar birbirlerinden haz etmediklerini düşündüğümüz farklı katmanların bir araya gelmesinde de herhalde misyonerlik rahatsızlığı ya da alerjisi tutkallardan birisi olarak kendini gösteriyor diye düşünüyorum.

Misyonerler için Türkiye’nin önemi

Anladığım kadarıyla Andrew Brunson olayı şöyle: Kendisi oturma iznini uzatmak isterken eşiyle beraber gittiğinde gözaltına alınıyor, sınır dışı edilmek üzere gözaltına alınıyor; daha sonra bırakılıp, FETÖ’den tutuklandı. İlk başta misyonerliğinden dolayı, belli ki o fırsattan istifade bir şekilde içeri alınmış gibi görüyorum; ama daha sonra FETÖ’nün yanına PKK da eklendi, daha sonra casusluk da eklendi ve olay bir misyonerlik olayı olmaktan çıktı; artık bambaşka bir yere doğru ve Türk-Amerikan ilişkilerinde masadaki en önemli unsurlardan birisi haline geldi.
Ama Andrew Brunson olayı aynı zamanda bize Türkiye’deki misyonerlik gerçeğini de gösteriyor. Şöyle ki: Çok iyi Türkçe konuşan, 23 yıldır ailesiyle beraber burada yaşayan ve çok da fazla hani Türkiye’den gitmek istemediği anlaşılan birisi. Yani tahliye edildikten sonra ABD’ye gitmesi söz konusu olacağı söyleniyor ama, gitmek bile istemeyebilir ya da gittikten sonra da ilk fırsatta Türkiye’ye dönmek isteyebilir. Çünkü Türkiye’de bu tür Brunson gibi kişilerin oldukları hep söylenir, çünkü Türkiye gerçekten değişik Hıristiyan ve diğer dinlerden gruplar için önemli bir iddia toprağı diyelim. Yani eğer bu bir kariyerse –ki kariyer, çünkü misyonerlik de bir meslek aslında– sonuçta bir misyonerin, misyoner rahibin Türkiye’de başarılı bir faaliyet yürütebilmesi, herhalde kariyerinde önünün iyice açılacağı anlamına gelir — işin böyle bir boyutu var.
Tekrar toparlamak gerekirse: Misyonerlik olgusu Türkiye’nin öteden beri devletin ve toplumun önemli bir kesiminin bir tehdit olarak algıladığı, ama yasal nedenlerle –özellikle uluslararası hukuk gerekçesiyle– çok da fazla engelleyemediği, yasaklamadığı, ama olabildiğince engellemeye çalıştığı ve bu anlamda da ciddi bir şekilde çok yakından takip edilen, içine sızılmak istenen yapılar olarak kendini gösteriyor. Ama özellikle ABD merkezli birtakım kiliselerin ve başka yerlerde de misyonerliği kendilerine önemli bir alan olarak seçmiş olan yapıların, yaşanan bütün olaylara rağmen Türkiye’ye ilgisi de kolay kolay bitmiyor; dolayısıyla daha biz yıllar boyunca misyonerlik meselesini, lafını edeceğe ve bunu tartışacağa benziyoruz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.