Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan Batı’ya, Batı Erdoğan’a karşı mı?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan an itibariyle Almanya Şansölyesi Angela Merkel ile basın toplantısı düzenliyor. Üç günlük Almanya ziyaretinin ikinci günündeyiz. Daha önce de Birleşmiş Milletler zirvesi için New York’taydı. Erdoğan’ın Batı ile ilişkisini ve Batı’nın Erdoğan’la ilişkisini birazcık tarihsel süreç içerisinde değerlendirmek istiyorum. Çünkü bu konuda bir söylenenler var, gözükenler var; bir de yaşananlar var. Mesela bugün yaşanan, iki ülkenin, Almanya ve Türkiye’nin nasıl aslında birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Onun bir örneğini yaşıyoruz; ama her iki tarafın da siyasetçileri ve toplumlarının birbirleri hakkında söylediklerini de hep akılda tutuyoruz.
Erdoğan yakın bir zamana kadar Avrupa ülkelerinin çoğunu ve Almanya’yı da birçok açıdan suçlamıştı, eleştirmişti ve “Nazi artığı” lafını da ben bile hâlâ hatırlıyorsam, herhalde Almanlar haydi haydi hatırlıyorlardır. Ama sonuçta resmî ziyaretler yapılıyor, görüşmeler yapılıyor, önemli anlaşmalara imzalar atılıyor. Özellikle ekonomik alanda çok yoğun bir işbirliği var, stratejik işbirlikleri var. Avrupa söz konusu olduğu zaman tabii en önemli hususlardan birisi göçmenler. Avrupa’da göçmenlerin sayısını azaltmak, mümkün olduğu kadar doğuda tutmak için çok yoğun bir çaba var. Zira göçmen konusu aynı zamanda Avrupa’daki kurulu düzenleri çok ciddi bir şekilde tehdit ediyor; burada popülist hareketlerin, aşırı sağ hareketlerin güçlenmesine neden oluyor. Ve bu anlamda da Türkiye bir nevi geçiş ülkesi olduğu için Türkiye çok önem arz ediyor. Yani Merkel’in siyasî geleceğinde az mültecinin kendi topraklarına gelmesi ve bunların büyük ölçüde Türkiye tarafından Türkiye’de tutulması elzem. S
adece Merkel için değil birçok Batı ülkesi lideri için, siyasetçisi için mültecilik meselesi başlı başına çok önemli bir sorun. Onunla bağlı ya da bağlı değil; Ortadoğu çok önemli bir mesele ve bu anlamda da Türkiye’ye bir anlamda ihtiyaçları var. Türkiye’yi yok sayarak hareket edemiyorlar; ancak Türkiye’yi yönetenlerin genel olarak Batılıların, Batılı ülkeleri yönetenlerin –ister sağ ister sol, ister aşırı sağ olsun, popülist olsun ya da liberal olsun farketmiyor– artık bir süreden beri Erdoğan’a karşı Batı ülkelerinde, Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Erdoğan’a ve onun yönetimine karşı çok büyük bir antipati var ve çok memnun olmadıklarını biliyoruz. Ama demin de saydığım nedenlerle bir şekilde onunla iş yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini.

Erdoğan’ın Batı ile serüveni

Erdoğan’a bakacak olursak; Erdoğan’ın ilk siyasete başladığı Milli Görüş yıllarında, 70’li yıllarda diyelim, 12 Eylül öncesindeki dönemde orada zaten çok sert bir Batı karşılığı vardı. Daha sonra, 80 sonrasında, Erdoğan o tarihlerde gençlik kollarında çalışan genç bir militan diyelim. Daha sonra Refah Partisi’nin kurulmasıyla beraber Erdoğan kısa süre içerisinde partinin İstanbul il başkanı oldu. Seçimlere girdi, kaybetti. En sonunda da Büyükşehir Belediyesi’ni kazandı. Ama onun öncesindeki dönemde, büyük şehiri kazanana kadarki dönemde Erdoğan çok katı bir Batı karşıtıydı. Milli Görüş politikasına uygun bir şekilde Batı aleyhtarı bir pozisyonu vardı. O zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na karşı Siyonizm, masonluk ve Siyonizm gibi düşmanlar tarif ediliyordu. O da aynı şekilde, öyle bir pozisyondaydı. Ve çok düz anlamı ile bildiğimiz bir İslamcı bir çizgisi vardı; Batı’yı reddeden, Batı’yı bir Hıristiyan-Yahudi topluluğu olarak gören bir perspektife sahipti.
Ama daha sonra siyasetin içerisinde piştikçe ve özellikle de büyükşehir belediye başkanı olduktan sonra reel dünya ile karşılaşınca ve reel-politikle karşılaşınca ve reel-politik içerisinde hareket etmeye başlayınca, Batı ile ilişki içerisine girmek durumunda kaldı. Batı da onunla ilişki içerisine girmek durumunda kaldı ve o süreçte Batı’ya karşı dilinin değişmekte olduğunu gördük. Burada sorun tabii bu ne kadar içselleştirilmiş, ne kadar taktik olarak yapılıyor meselesi. Eninde sonunda baktığımız zaman karşılıklı bir “inanmadan yapma” hali belki söz konusuydu. Batılılar da Erdoğan’la çok istemeseler de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu için, daha sonra Türkiye’nin istikbal vaat eden bir siyasetçisi olduğu için, daha sonra ülkenin birinci partinin başkanı ve başbakanı ve en sonunda da Cumhurbaşkanı olduğu için ilişki kurmak durumda kaldılar. Çünkü onların gözünde Erdoğan’la ilişki kurmak Türkiye ile ilişki kurmak anlamına geliyordu.
Erdoğan’ın gücü arttıkça, özellikle iktidarı elde ettikten sonra, Batı Erdoğan’la istemese de, tercihi o olmasa da böyle bir ilişki kurmak durumda kaldı. Aynı şeyin Erdoğan için olduğunu söyleyebiliriz. O da aslında çok haz etmemekle birlikte Batı ile beraber çalışma ihtiyacı içerisinde olduğu için, birlikte hareket etmek zorunda olduğu için, Türkiye’nin uzun bir süredir Batılılaşma projesi içerisinde olması ve birçok açıdan Batı’ya bağımlı olması nedeniyle, bunun içerisinde kalmak durumundaydı; ama bunu çok isteyerek yaptığı söylenemezdi.

Her Batı ziyaretinde yaşanan gerginlik

Erdoğan’ın Batı’daki birçok ziyaretini, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde yaptığı ziyaretleri izlemiş birisiyim. Onu uçağında değil de bir şekilde kendi çalıştığım gazetelerin imkânlarıyla izlemiş birisiyim. Her seferinde, her görüşme, her buluşma bir gerginlik içerirdi. Değişik dönemlerde değişik konular olmakla beraber, Erdoğan’ın ve AKP’lilerin ziyaretlerinin, iki buçuk yıl Washington’da gazetecilik yaptım, o dönemde gelen, sadece Erdoğan değil tüm AKP’li yöneticilerin, bakanlar, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar, hepsinin, buluşmaların hepsinde birtakım gerginlikler olurdu, birtakım sorunlar olurdu. Aslında çok varoluşsal ya da ontolojik sorunlardı bunlar. İki ülke arasındaki normal sorunlara ek olarak karşılıklı birbirine tam olarak güvenmeme, güvenememenin verdiği bir sorundu. Ama bir şekilde, her iki taraf da birbirine güvenmese de, birbirinden hoşlanmasa da beraber hareket etmek, ortak birçok şeyi yapmak zorunda olduğu için işler bir şekilde yürüyordu. Uzun bir süre Erdoğan, her zaman olmasa bile daha çok alttan alan taraf, genellikle –hani ne denir?– bağrına taş basarak da olsa birtakım ilişkiler sürdüren kişi, taraftı Türkiye ve Erdoğan. Ama belli bir aşamadan sonra bunların iyice azalmış olduğunu görüyoruz.
Özellikle son üç dört yıldır AKP’nin önde gelen diğer isimlerinin de ortadan kaybolması ile birlikte, Erdoğan’ın iktidarı kendi elinde tekelleştirmesi ile birlikte, Batı karşıtı retoriğin, söylemin alabildiğine öne çıktığını görüyoruz. Bunu Erdoğan yapıyor ve Erdoğan’ın peşinden gidenler, ona yakın duranlar, ona yakın durmak isteyenler yapıyor. Ve son dönemlerde Türkiye’de AKP tarihinde görmediğimiz kadar sert ve basit bir Batı karşıtlığı var. Arada bunu bir anti-emperyalizm gibi sunmak isteyenler var; ama bunun anti-emperyalizm falan olmadığı çok ortada. Öyle öze yönelik bir eleştiri değil. Çok küçük küçük olaylar üzerinden ve genellikle de bu “post-truth” çağına uygun bir şekilde, kimi durumda gerçeklerin tahrip edilmesi ile beraber yaşanan –özellikle referandum döneminde Avrupa ile olan kavgalarda bunu böyle gördük– olaylar. Burada bence esas sorun, şu anda Erdoğan’ın sık sık Batı karşıtı bir dile başvuruyor olmasının bence esas nedeni, onun İslamcı bir kökten gelip zaten kendisinin bu eğilimde olması değil. Bence esas sorun onun uzun bir süredir çok ciddi bir ideolojik ve politik kriz içerisinde olması ve sözünün aslında tükenmiş olması.

Tutarsızlıklar

Söyleyecek, ileriye yönelik pozitif şeyler söyleme imkânı ortadan kalktığı andan itibaren, tükendiği andan itibaren Erdoğan’ın Batı karşılığında alabildiğine gaza basmış olduğunu görüyoruz; çünkü bu çok kolay, çok rahat yapılabilecek bir şey ve her türlü konuda bunu pekâlâ söyleyebilirsiniz. Ama gerçek hayatta bunun karşılığı ne kadar var? Örneğin geçenlerde, “Çocuklar yurtdışında okuyorlar ve yabancılaşarak geliyorlar” –ya da nasıl söyleyeyim, tam kelimesini hatırlamadım ama– yani “İyi gelmiyorlar, iyi olmuyor” dedi; ama kendi çocuklarının hepsi yurtdışında okudu. Bunu başörtüsü yasağıyla açıklamaya çalıştı; ama erkek çocuklar için de aynı şey söz konusu ve işte öyle bu durumdan şikâyetçi olduklarını, ailenin de çocuklarının da kendisinin de şikâyetçi olduklarını açıkçası sanmıyorum. Bir tercih olarak Batı’ya gittiler; çünkü Batı’nın eğitimi –böyle bir realite var– Türkiye’deki eğitimden daha iyi. Dolayısıyla kendi çocuklarını yollayıp ama gerektiğinde argümana ihtiyacı olduğunda yurtdışına giden, orada okuyan çocukların orada okumasının iyi olmadığını söyleyebiliyor. En son dönemde en çok kullandığı Batı karşıtlığının, Batı’nın karşısına çıkarttığı “yerli ve milli” kavramlarının çok uluorta kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz .
Aslında Erdoğan’ın Refah Partisi İl Başkanı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemlerde de çok kullandığı kavramlardı bunlar. Bir süre sonra bunlara ara vermişti; Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecine girildiğinde, Türkiye’nin ABD’yle iyi ilişkiler geliştirdiğinde, hatta İsrail’le iyi ilişkiler geliştirdiği dönemde yerli ve milli sloganı askıya alınmıştı, şimdi tekrar gündeme geldi. Eskiden ideolojik olarak kullanılıyordu; şimdi mecburen aslında bir ideolojik yeniden üretimi yapmanın imkânı kalmadığı bir anda yapılıyor. Şimdi, Türkiye’nin son dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılar var ve ekonomik sıkıntılar döviz krizi vs. ve bunların hemen hemen hepsini açıklamada kendi sorumluluklarını, özellikle siyasî sorumluluklarını hasıraltı edip dış güçlere atıfta bulunuldu. Bu olayın dış güçler tarafından tezgâhlandığı söylendi, Rahip Brunson krizinde o dönemde Trump’ın aldığı pozisyonlar da bu anlamda öne çıkartıldı. Ve burada bir Batı karşıtı bir duruşla ekonomide yerli ve milli olmak, Türk parasını kullanmak, dövizle alışveriş yapmamak, iPhone kullanmamak gibi birtakım görüşler dile getirildi. Ne kadar sürdüğü meçhul; ama en son bakıyoruz ki Türkiye ekonomisinin en önemli rakamları, Amerikalı –aslında çokuluslu– Amerika merkezli bir şirkete, McKinsey’e emanet ediliyor. Yani bir tarafta yerli ve milli, ekonomide Batı karşıtı yerli ve milli bir argümanın söylerken, öteki tarafta pekâlâ Türkiye’nin en kritik stratejik ekonomik bilgileri bir Amerikan şirketine verilebiliyor. Bu aslında 16 yılın tamamını çok iyi özetleyen bir şey.
Kamuya, iç politikaya yönelik olarak söylenenlerle dışarıda yapılanlar arasında büyük bir fark var. Ama Erdoğan ve onun temsilcileri, büyükelçiler, diplomatlar ya da giden heyetler, Batı’ya gittikleri zaman hiç de öyle özür dilermiş, alttan alırmış gibi bir tutum benimsemiyorlar. Uzun bir süredir bunu çok net bir şekilde görüyoruz. Böyle bir tutum yok. “Bizi böyle kabul edecekseniz” çizgisindeler. Ama buradaki mesele, ideolojik, politik bir duruş değil. Buradaki mesele, “Türkiye’de İslamcı bir yönetim var ve İslamcı bir yönetim tabii ki Batı’ya karşı bir pozisyon alır ve biz de böyle bir çizgi izliyoruz” meselesi değil. Türkiye bir süredir artık İslamcı bile olmayan bir yönetimle, bir tek adam iktidarıyla yönetiliyor ve Türkiye’nin pozisyonları da ülkeyi yönetenlerin, devletin pozisyonları da o tek adamın birtakım anlık taktik ve stratejik hamleleri ile gelişiyor. Yani düne kadar Avrupa Birliği’ne her türlü sert lafı edip daha sonra özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile sorun yaşandığında Avrupa Birliği’ne tekrar sempatik açıklamalar yapmak bunun son örneği. Ama 16 yıla baktığımız zaman en çarpıcı örnek Türkiye’de askerin AKP iktidarına müdahale ihtimalinin yeniden yeşerdiği süreçte, AKP’ye kapatılma davası açıldığı süreçte Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devleti ile ilişkilerin alabildiğine yoğunlaştırılması ve onların desteğiyle bunun önüne geçilebilmiş olmasıdır. AKP’nin kuruluşunda, iktidara gelmesinde ve iktidarı sürdürebilmesinde Batı’nın çok önemli katkıları oldu.

Batı sayesinde

Batı’nın katkıları olmasa, destekleri olmasa, bu kadar uzun süreli bir iktidar mümkün olmazdı. Ama son dönemde iktidarın sallanıyor olması ya da böyle bir izlenimin olması, peş peşe Gezi gibi, 17-25 Aralık gibi, 15 Temmuz gibi çok ciddi şokların yaşanmasının –ki burada Gezi’yi ayırmak lazım, bu toplumsal bir hareketti, onun dışındaki iki hareketin– AKP’yi çok ciddi sarstığını biliyoruz — özellikle 15 Temmuz’un. Bu sarsıntılar nedeniyle, bu sarsıntıları tam anlamıyla açıklayamama sonucunda, bunların Batı’ya bağlandığını görüyoruz. Yani 15 Temmuz’u da aslında Batılıların, Amerika Birleşik Devletleri ya da başka güçlerin tezgâhlamış olduğu, Fethullahçılara onların destek vermiş olduğu konusunda AKP yönetiminde ve tabanında çok ciddi bir inanış var. Oradan hareketle şöyle bir düşünce var: “Bizi bir süre için desteklediler, ama bir süredir bizi artık desteklemiyorlar”. Ben bunun böyle olduğu kanısında değilim. AKP’nin bir proje olarak ilk aşamada Türkiye’de iktidara geldikten sonraki çizdiği perspektife Batı’nın bir desteği vardı; ama o perspektiften uzaklaştığı andan itibaren o desteğin azaldığını görüyoruz; ama bitmiş değil. Hâlâ bütün Batılı güçler AKP ile ve Erdoğan’la bir şekilde iş yapıyorlar. Bunun da en önemli nedeni, AKP’yi sevdiklerinden, Erdoğan’ı çok sevdiklerinden değil, sevmediklerini biliyoruz. Onun iktidarda olmamasını tercih ettiklerini biliyoruz. Ancak yerine bir şeyin gelemeyeceğini düşündükleri için, gelmeyeceğini düşündükleri için ya da böyle bir ışık görmedikleri için yapıyorlar. Yani burada, sonuçta toparlayacak olursak, Erdoğan’la Batı’nın ilişkisinin zorunlu bir ilişki olduğunu, beraberlik olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında iki tarafın da memnun olmadığı bir beraberlik; ama iki tarafın da başka şansı olmayan bir beraberlik. Bu daha ne kadar böyle sürer bilemiyorum. Ama şurası muhakkak ki bir yerden sonra bu olay taşınamayabilir. Bugünkü Merkel-Erdoğan basın toplantısının sırf, her yere yansıyan, televizyondan izlediğiniz zaman, ekrandan baktığınız zaman, siz İstanbul’da, Ankara’da, Konya’da izlerken o basın toplantısındaki gerilim evinize kadar geliyorsa; gerçekten bu ilişki çok zor yürüyen bir ilişki. Daha bir süre böyle gideceği benziyor ve karşılıklı tavizlerle, küçük küçük hamlelerle, küçük küçük açıklamalarla böyle gideceğe benziyor. Merkel, Erdoğan’ın gelmesinden önce Türkiye’deki insan hakları tablosunun kendisini memnun etmediğini söylüyor, ama Erdoğan’ı da kabul ediyor. Ya da Alman cumhurbaşkanı “Bu ziyaret ilişkileri düzeltmez, ama bu konuda bir adım olabilir” diyor. Yani baştan rezervler koyuyorlar; aynı şekilde benzerini Erdoğan da yapıyor. Ve her biri kendi kamuoyuna bunu bir başka şekilde aktarmaya çalışıyor.
Sadece Türkiye ile Almanya arasında olan ilişki de böyle değil; Türkiye ile Hollanda arasında, Türkiye ile Fransa arasında ve ABD arasında, bildiğim kadarıyla yani gördüğüm kadarıyla herkesle… Neredeyse bir tek İngiltere’yi yönetenlerle Ankara arasında çok ciddi bir sorun yok. Ama işin komik tarafı Türkiye’deki AKP destekçilerinin büyük bir kısmı da, AKP’ye yönelik olduğunu, Erdoğan’a yönelik olduğunu düşündükleri şeylerin arkasında İngiliz derin devleti arıyorlar. Bir de böyle bir gariplik var. Yani şu anda Ankara’nın Batı’da arasının en iyi olduğu merkez Londra iken, Türkiye’deki Erdoğan destekçilerinin en çok işkillendiği ülkede İngiltere. Bu da aslında işlerin nasıl bir basitlik üzerinden yürüdüğü, derinlikli kavrayışlardan uzak olunduğunu bize gösteriyor. Sonuç itibariyle Türkiye gibi yönünü uzun bir süredir Batı’dan yana yapmış bir ülke için, özellikle son 4-5 yıldır yaşadıklarımız gerçekten moral bozucu, umut kırıcı. Düzelme ihtimali var mı? Türkiye’nin tekrar Batılılaşma yoluna, Batı perspektifine ve Avrupa Birliği perspektifine girme ihtimali var mı? Umarım vardır. Ama şu aşamada baktığımız zaman bu konuda iyimser olmak çok mümkün değil. Evet sözlerimi burada bitirmeden önce şu yakamdaki kedi rozetlerini yollayan izleyicilerimize çok teşekkür ediyorum. Biz böyle bir gazetecilik yapıyoruz, böyle desteklere her zaman için kapımız açık.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.