Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Uzun bir süredir Erdoğan’ın krizinden bahsediyorum ve bu, Erdoğan’a son dönemde takıldığı adla: “Reisin krizi” ya da “Reisçiliğin krizi”. AKP iktidarı artık pek söz konusu değil. Tek kişinin yönetiminde olan bir ülke, iktidarın tek elde toplanması var ve onun çok ciddi bir krizi var. Ama bu krize rağmen seçimlerden başarılı çıkıyor — şu ya da bu şekilde başarılı çıkıyor. Ama her geçen gün krizi daha da derinleşiyor. Özellikle son dönemde buna bir ekonomik boyutun eklenmesiyle beraber, Erdoğan’ın Türkiye’yi yönetebilmesi giderek daha güç bir hal alıyor. Ama buna rağmen gücünü koruyor. Böyle bir durum var. Hep tekrarladığımız bir husus; ama bir kere daha söylemekte yarar var: Burada, karşısında onu gerçekten alt edebilecek, kendisine meydan okuyabilecek güçlerin, kişilerin, partilerin çıkmaması ile ilgili bir durum var ve buradan gidiyor.
Erdoğan’a kayıtsız şartsız destek verenlerin işi çok zor
Bugün, Erdoğan’ı krizinden ziyade, Erdoğancıların krizine dikkat çekmek istiyorum. “Reisçiler” diyorlar kendilerine, “Reisçi” diyorlar, o zaman da biz kendilerine “Reisçiler” diyoruz; onların krizi çok daha vahim ve aslında trajik. Çünkü kriz içerisindeki Erdoğan sürekli olarak pozisyon değiştiriyor. Bir gün iyi dediğine ertesi gün kötü diyebiliyor. Bir gün kötü dediğine ertesi gün iyi diyebiliyor. Bir dönem yönünü Rusya’ya, bir dönem Amerika Birleşik Devletleri’ne, daha sonra Avrupa’ya çevirebiliyor ve aynı anda birbiriyle çelişik tutumlar ve açıklamalarda bulunabiliyor. Tabii bunu yaparken çok rahat. Çünkü siyaseten kendisine gerçek anlamda bir tehdit olmadığı için, tam bir Demirel tabiriyle “Dün dündür, bugün bugündür” diyebiliyor; hatta kimi durumlarda gün içerisinde birbirini tekzip eden farklı pozisyonlar alabiliyor. Burada ona destek verenler, kayıtsız şartsız destek verenlerin işi çok zor. En son bunu McKinsey olayında gördük. Çünkü McKinsey olayını ekonomiden sorumlu bakan ve cumhurbaşkanının damadı Berat Albayrak açıkladı. Dolayısıyla bu bir spekülasyon değildi. Gerçek bir bilgiydi. McKinsey Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin danışacağı bir Amerikalı kurum olarak deklare edildi.
Ardından gelen eleştirilerin üzerine, eleştirileri savuşturmak için Erdoğan destekçileri çok yoğun bir çaba sarf ettiler. Ekonomiden hiç anlamayanlar başta olmak üzere McKinsey’in aslında ne kadar iyi, ne kadar yararlı olduğunu ve Türkiye’ye yönelik tezgâh içerisindeki lobileri bertaraf etmek için ne kadar akılcı bir hamle olduğunu söylediler. Bakanın kendisi, eleştiri yapanlara hainliğe kadar varan suçlamalarda bulundu. Ama daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, sanki uzun bir süre Türkiye’de yokmuş ve birden gelmiş ve önünde bir McKinsey dosyası bulmuş gibi, “Böyle şey olmaz, biz bize yeteriz” dedi. Ve şimdi bütün herkes söylediklerini geri almaya, daha önce söylediklerinin tam zıddı pozisyonlar almaya bakıyor. Çok acıklı durumlar var. Örneğin yakın bir zamanda iktidar trenine atlamış kıdemli bir halkla ilişkiler uzmanının köşe yazısı tanıtımını sosyal medyadan iptal ettiğini görüyoruz. Ama yazdığı gazetede köşe yazısı duruyor. Orada McKinsey’i eleştirenlerin aklından şüphe ettiğini söylediği kayıtlı. Tabii ki eleştirenlerin başında şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor.
Bir başka zor durumda kalan Devlet Bahçeli oldu tabii ki. Devlet Bahçeli de son dönemde içerisine girdiği, bir anlamda “kraldan çok kralcı” ya da “reisten çok reisçi” pozisyonla beraber, McKinsey olayını da “yerli ve milli” perspektiften olumlamıştı; ama o da böylece açığa düştü. Ancak bu arada unutmamak lazım, o açıklamayı yaptığı anda Cumhurbaşkanı Erdoğan bir başka vesileyle Bahçeli’ye teşekkür etti — ki çok da fazla bir kırgınlık olmasın.
Sorun Erdoğan’ın krizi
Bu bize neyi gösteriyor? Bu aslında baktığımız zaman iki tane olay var. Bir, Erdoğan’ın krizi var. Erdoğan bu krizden dolayı yönetemiyor ve sürekli fikir değiştirmek, pozisyon değiştirmek durumunda kalıyor. Çünkü sürekli olarak krizi ertelemeye odaklanmış durumda. Çözüm imkânının olduğunu sanmıyorum. Bu siyasî, ideolojik ve ekonomik krizin, aslında çok ciddi kültürel boyutları da olan bu krizin çözümü bence mümkün değil. Bunu erteleme yolunda sürekli başka başka hamleler yapıyor ve bu arada onu kayıtsız şartsız destekleyen, hayatları ona bağlı olan, o destek üzerinden varlıklarını sürdürebilen kişiler de sürekli olarak bir ipten diğer ipe atlayan cambazlar gibi ne yapacaklarını şaşırmış durumda. Lâkin burada şöyle bir pozisyon oluyor: Muhalif çevreler bugün benim de yaptığım gibi “reisin krizi”nden çok “reisçilerin krizi”ne odaklanıyor. Yani burada Erdoğan’ın sanki McKinsey’den hiçbir şekilde haberi yokmuş gibi onu reddetmesi, onunla ilişkiyi reddetmesindeki çelişkiyi ve burada yaşanan kriz öğelerini ele almak yerine, onun pozisyon değiştirmesinden sonra ona destek veren kişilerin acınası hallerini dillerine doluyorlar ve bu da aslında olayın gerçeğini tartışmamızı engelliyor. Aslında işte bu “post-truth”, “hakikat-ötesi” denen bir özelliği — dünyanın birçok yerinde benzer örnekler var. Esas meselenin özünü tartışmak yerine, meselenin tâli yönlerini, daha zayıf yönlerini tartışmaya odaklanmış ve bununla da gerçekleri gün yüzüne çıkarttığını düşünen ve mücadele ettiğini düşünen itiraz sahipleri var. Ama sonuçta hiçbir şey olmuyor. Bu kişilerin büyük bir kısmı ya da kurumların büyük bir kısmı, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar. Ve hatta sanki dün kendileri bunu söylememiş gibi bütün bu olayın sorumluluğunu muhalif birtakım kişilere, kurumlara yıkmaya çalışıyorlar.
İnönü olayı
Bir diğer husus, en son İnönü muhabbetinde olduğu gibi, McKinsey olayı çok ciddi bir şekilde siyasî iktidarın “yerli ve milli” olma iddiasını çok ciddi bir şekilde gölgeledi. Bunun üzerinden yürüyen tartışmalara karşılık olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsmet İnönü ile ilgili bir fotoğraf üzerinden yaptığı bir spekülasyon var. Ve Türkiye günlerdir bunu tartışıyor, daha da tartışacağa benziyor. Ama burada da, İnönü’nün ne kadar iyi bir insan olduğunu anlatmak için harcanan enerji ile beraber, olayın kendi özü, meselenin kendi özü gerçekten uçup gidiyor. Burada şunu özel olarak vurgulamak lazım: Burada, “yerli ve milli” sloganının arkasında yönünü, yörüngesini şaşırmış bir siyasî iktidar var. Ve bu siyasî iktidar sürekli birtakım anlık hareketlerle, özellikle ekonomide yaşanan ciddi sorunlar iyice su yüzüne çıktığı andan itibaren sürekli kısa vadeli çözümler için çabalar sarf ediyor ve sürekli yön değiştiriyor. Burada alınacak pozisyon, bu tür detaylarla ve bunların ifade ediş şekilleri ile –ve bunların gerçekle alâkası olmayan şekillerde sunumları ile– uğraşmak yerine, olayın kendisini, doğrudan ekonomik sorunların temelini ele almak ya da siyasî sorunların temelini ele almak, ya da şu andaki siyasî iktidarın hiç de öyle Batı karşıtı falan olmadığını, hele hele anti-emperyalist hiç olmadığını gösterebilmek — bunun için çaba gerekiyor.
Eğer birileri İnönü’nün aslında ne kadar iyi insan olduğunu kanıtlamakla bunu yaptıklarını sanıyorlarsa, bence bunu başaramıyorlar. Bir anlamda Erdoğan’ın çizdiği oyunun içerisinde kalıyorlar. Bunu daha önce Muharrem İnce’nin seçim kampanyası sırasında sıklıkla tekrarlamış ve İnce taraftarlarının da çok tepkisine yol açmıştım. Bunun farkındayım. Bugün de, mesela baktığımız zaman, artık tweet atmak dışında pek bir fonksiyonu ya da aktivitesi olmayan Muharrem İnce’nin de son günlerde bulduğu caps’lerle, İnönü savunusu üzerinden, iktidarla bir mücadele çizgisi içerisine girdiğini görüyoruz — ki bu, muhalif olma iddiasındaki hemen hemen herkesin düştüğü bir durum.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Cemal Kaşıkçı olayı
Son bir örnek vermek istiyorum, güncel örnek: Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı İstanbul’da başkonsolosluğa girdi ve kayboldu. Ve Ankara onun büyük ihtimalle içeride öldürüldüğünü ve belki de cesedinin parçalanarak başkonsolosluk binasından çıkarıldığı kanısında. Çünkü bu konuda konuşanlar bu tür açıklamalar yaptılar. Adını vermeyen kişiler Reuters’a konuştu. Daha sonra da AKP iktidarı içerisinde yer alan ya da yakınında duran kişiler bu konuda birtakım açıklamalar yaptılar. Ama burada da dikkat edilecek olursa; Erdoğan çok açık, net, bağlayıcı bir tutum almadı. Çünkü çok zor bir olay söz konusu ve bu zaten limonî olan Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile olan ilişkileri iyice zora sokabilecek bir olay. Ama diğer yandan çok büyük bir skandal. Eğer gerçekten muhalif olduğu için bu dünya çapındaki Suud gazeteci, Türkiye’de yaşayan ve bir Türk kadınla evlenmek üzere olan, Türkiye’den çok sayıda tanıdığı olan, siyasî iktidarla çok yakın ilişkileri olan bu gazeteci, gerçekten başkonsolosluğun içerisinde öldürüldü ise, bu gerçekten hesaplaşılması gereken ve Türkiye’nin çok ciddi tutumlar almasını gerektiren husus. Ancak Suudi Arabistan da hiçbir şekilde reddedilemeyecek bir güç Türkiye açısından. Dolayısıyla zor bir olayla karşı karşıyayız. Ve baktığımız zaman, “Reis”e yani Erdoğan’a baktığımız zaman, o bu tür kritik konularda olduğu gibi ilk başta çok kesin, bağlayıcı açıklamalar yapmıyor. Bir pozisyon gösterir gibi oluyor, ama tam net bir şekilde konuşmuyor. Birçok olayda bunu gördük. Ama ona destek veren kişiler, özellikle de yazıp çizen kişiler, hani bu konuyu ele almak zorunda olan kişiler, gerçekten çok zor durumda kalıyorlar. Çünkü Erdoğan’ın pozisyonunun ne olduğunu bilemiyorlar, ya da pozisyonun nasıl şekilleneceğini kestiremiyorlar. Bu aslında şu anda medyada, hemen hemen büyük medyanın ya da şu anda varlığını sürdüren televizyon kanalları ve gazetelerin ezici bir çoğunluğunun ve onları yönetenlerin ve onların patronlarının en büyük korkusu bu. Önemli bir olay olduğu zaman, normalde böyle bir kriz çıktığı zaman gazeteciler sevinir. Yani sevinir dediğim, tabii ki kimse kimsenin ölmesini istemez, ama burası bayağı zengin bir haber kaynağı olur ve bunun üzerine siz günlerce yayın yapabilirsiniz, saatlerce yayın yapabilirsiniz.
Ama burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Cemal Kaşıkçı Türkiye’de kalan bir Suud muhalifi gazeteci, içeride öldürüldüğü iddia ediliyor. Türkiye ile Suudi Arabistan’ın ilişkileri kötü. Türkiye’nin ilişkileri, Suudi Arabistan’la ilişkisi kötü olan Katar’la iyi. Dolayısıyla burada normalde iktidarın Suud karşıtı bir pozisyon alması gerekir. Ama emin değiller. Dolayısıyla emin olmadıkları için ne yapacaklarını şaşırmış bir vaziyetteler. Bütün kritik olaylarda hep böyle oluyor. Hep ne yapacaklarını şaşırmış durumda oluyorlar.
Açık tavır alan insanların büyük bir kısmı da sonra çok zor durumda kalıyor. Ama şöyle de bir şey var: Artık belli bir yerden sonra bu –çok kaba tabiriyle– doktor onlara “Ne yerseniz yiyin” demiş. Çok da fazla etkilenmeyebiliyorlar, bazı kişi ve kurumlar özellikle böyle. Ama yine hâlâ birazcık gerçekle ilgili sorunları olan, dertleri olan insanlar, gerçekten çok zor durumda kalıyor. Şimdi Cemal Kaşıkçı olayında normal şartlarda çok açık net pozisyonların alınabilmesi lazım, hükümete yakın olsalar da olmasalar da gazetecilerin bunun kabul edilemez bir şey olduğunu, Suudi Arabistan’ın bu konuda çok açık, net ve ikna edici cevaplar vermek zorunda olduğunu, aksi takdirde buna karşı çok ciddi yaptırımların söz konusu olması gerektiğini söylemeleri lazım. Ama bunu söyledikten sonra yarın öbür gün, özellikle ekonomik anlamda kriz yaşayan Türkiye’de Suudi Arabistan’la birtakım ilişkilere ihtiyaç hasıl olabilir — ki var herhalde, krediye, şuna buna. Dolayısıyla belki Ankara bu olayı çok da fazla büyük bir kriz haline getirmeyecektir. Belki getirecektir. Bunu şu anda bilemiyoruz. Cumhurbaşkanı şu anda bunun işaretini vermiyor. Vermediği için de söylenenlerin büyük bir kısmı, cümlelerin büyük bir kısmının tamamlanmamış, tamamlanamamış cümleler olduğunu görüyoruz.
Rahip Brunson olayı
Her konuda böyle oldu. Şimdi Rahip Brunson meselesi, bu cuma günü mahkemesi var. Beklenti, tahliye edileceği ve Amerika’ya yollanacağı yolunda. Ama o âna kadar kimse bir şey söylemiyor, söyleyemiyor. Rahip Brunson yollandıktan sonra da işte büyük bir ihtimalle, “Yargı bağımsız, bağımsız yargı böyle bir karar verdi, bizim söyleyecek bir şeyimiz yok” gibi klasik açıklamalar yapılacaktır. Ama şu anda, “Hayır, bırakılmasın, bu ajandır, şöyle PKK’lıdır, şöyle FETÖ’cüdür” diyen de yok; ya da “Bırakılsın artık yeter, zaten çok yattı” diyen de yok. Böyle bir haldeler. Ama tekrar şunu söylemek istiyorum: Buradaki husus, “reisçilerin krizi”nin aslında “reisin krizi” olduğunu anlayabilmek ve esas özneye yoğunlaşabilmek. Yani burada onun sürekli pozisyon değiştirmesinden dolayı ne yapacaklarını şaşırmış olan insanların acınası durumları üzerinden bir eleştiri yapmanın çok da fazla anlamı ve etkisi olacağını sanmıyorum. Önemli olan Erdoğan’ın krizinin tam anlamıyla bir çözümlemesini yapmak ve o çözümlemenin karşısına da birilerinin alternatif birtakım çözüm önerilerini getirebilmesi lazım. Muhalefet partilerinin hiçbirisinin böyle bir çaba içerisinde olduğunu açıkçası görmüyorum. Öte yandan Türkiye’de özgür bir medya ortamı olmadığı için de bunun medyada çok güçlü bir şekilde seslendirilebilmesi de, eleştirel bir gazetecilik yapılabilme imkânı da çok fazla yok. Ama toparlayacak olursak, “Reisçiler”in düştükleri acıklı hal aslında Türkiye’de çok ciddi bir yönetim kriz olduğunu ve Erdoğan’ın bütün iktidarı elinde topladığı ölçüde, iktidarı elinde tekelleştirdiği ölçüde sorunların çözümünden o kadar uzaklaştığını bize göstermesi açısından çok anlamlı diye düşünüyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.