Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İstenmeyen adam: Selahattin Demirtaş

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin lehine kararından iki gün sonra Selahattin Demirtaş büyük ölçüde gündemden düştü. Erdoğan’a ciddi bir şekilde meydan okuyabilmiş yegane siyasetçinin son iki yıldaki yalnızlığının nedenleri üzerine.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Selahattin Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) salı günkü kararını biliyoruz, bir an önce tahliye edilmesi çağrısında bulundu. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan bunun bizi bağlamadığını söyledi ve karşı adımlar atacaklarını söyledi ve ne oldu? Bugün perşembe, Selahattin Demirtaş olayı büyük ölçüde unutuldu, geride kaldı. Yani Türkiye’nin gündemi çok yoğun olabilir, şu olur bu olur, her şey çok çabuk eskiyor; ama Selahattin Demirtaş’ın uzun zamandan beri beklenen AİHM kararına ilk gündeki tepkilerin ötesinde iki günlük bir ömrünün olmaması ya da çok cılız bir şekilde devam ediyor olması manidar. Zaten bugünkü yayının başlığında istenmeyen adam dememin –ya da istenmeyen siyasetçi diyelim– en önemli nedeni de bu. 4 Kasım 2016’da siyaseten bayağı zirvede bir yerdeydi Selahattin Demirtaş, başka arkadaşlarıyla beraber, diğer eş başkanla beraber tutuklandı ve o zamandan bu zamana cezaevinde iki yılı doldurdu ve Selahattin Demirtaş, arada cumhurbaşkanlığı adaylığını saymazsak, o adaylığı sırasında birazcık sesini daha fazla duyar olmamızı saymazsak –ki tamamen gayri adil bir şekilde yarıştı, onu biliyoruz– edebiyatla uğraşarak ve eşiyle yakınlarının onun cezaevinde söylediklerini aktarmalarından ibaret bir şekilde bir iki yıl geçirdi.

Erdoğan’ın en dişli rakibi

Bu bence çok garip bir durum. Bu kadar popüler bir siyasetçinin, bu kadar etkili bir siyasetçinin bu kadar sahipsiz kalması diyeceğim, şimdi birileri buna kızacak, ama gerçekten öyle sahipsiz kaldı büyük ölçüde. Sahipsiz kalmasını birazcık kurcalamak lazım diye düşünüyorum. Sahipsiz kalması derken, özellikle Selahattin Demirtaş’ın partisinin ve içinde yer aldığı hareketin Türkiye’de varlığını hâlâ sürdürdüğünü görüyoruz. Son seçimlerde de bütün zorluklara rağmen, bütün imkânsızlıklara ve engellemelere rağmen barajı aşıp milletvekilleri soktu. Selahattin Demirtaş ise yine hiç de az olmayan bir oyu cumhurbaşkanı adayı olarak aldı. Dolayısıyla Selahattin Demirtaş’ın hareketi, partisi ortadan kalkmış değil, kaybolmuş değil; ama kendisi bir nevi –tam mutlak anlamda olmasa bile bir nevi– yalnız kalmış durumda.
Onu istemeyenlerin başında tabii ki Cumhurbaşkanı Erdoğan geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a son 15-16 yıl içerisinde siyasî lider olarak rakip olan, onu bir anlamda zor durumda bırakan belki de yegâne isim Selahattin Demirtaş oldu. Baktığımız zaman o süre içerisinde Deniz Baykal’ı, ardından Kemal Kılıçdaroğlu, daha sonra Devlet Bahçeli –ki zaten şu anda Devlet Bahçeli kendisiyle bir nevi koalisyon yapıyor– ve diğer partiler, mesela şimdi yeni Meral Akşener eklendi. Bunların hiçbirisi Selahattin Demirtaş’ınki gibi bir çıkış ve bir meydan okuyuş sergilemedi. Hâlâ onun Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Meclis’ten ettiği “Seni başkan yaptırmayacağız” sözleri ve daha sonra tekrarladığı sözleri hafızamızda ve belki de o sözleri nedeniyle başına bunca şey geldi. Selahattin Demirtaş’ın başına gelenlerin birinci nedeninin, en önemli nedeninin bu olduğu kesin. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı siyaseten rahatsız edebilen yegâne siyasetçi, muhalif siyasetçi olması — bunun bedelini bir anlamda ödüyor. Çünkü yargılandığı davalar vs. AİHM’in kararında da görüldüğü gibi birer bahane. O siyaseten 18. maddenin ihlâli konusunda da gözüktüğü gibi siyasî rakibin tasfiyesi anlamında yargının kullanılması olayına tanık oluyoruz.

Etkili dayanışma olmadı

Selahattin Demirtaş’ı sadece Erdoğan ve Ak Parti, siyasî iktidar değil, siyasî iktidarın yanındakiler değil, onun dışındakiler de çok fazla sahiplenmediler. CHP’nin durumu ortada; dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Evet” derken, bundan en çok etkileneceklerin HDP’liler olacağı ve özellikle de Selahattin Demirtaş olacağını herhalde herkes gibi onlar da biliyordu; ama buna dahil oldular. Daha sonrasında da Demirtaş’ın cezaevinde olmasına karşı net bir duruş sergilemediler. Bir tek Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanı adaylığı açıklandıktan sonra ilk ziyaretinde Edirne’ye gitmesi ve Edirne’de Selahattin Demirtaş’ı ziyaret ettiğini biliyoruz. Daha sonra da Diyarbakır’a gittiğinde eşinin, Selahattin Demirtaş’ın eşini ziyaret etmesi; ama sonraki yaptığı değerlendirmelerde bunun üzerine çok fazla gitmediğini, biraz geri adım attığını biliyoruz. Tabii bu siyasî bir manevraydı, yine de riskli bir manevraydı; ama Selahattin Demirtaş’ın içeride olduğu bu son iki yılda, akılda kalan yegâne olaylardan birisi. Bir diğeri de Ankara’da bir mahkemesinde çok büyük kalabalıkların gitmiş olması Demirtaş’ın. Onun dışında iki yıl içerisinde Demirtaş’a sahip çıkma anlamında, onunla dayanışma anlamında ciddi, üzerinde konuşulur etki yaratmış hiçbir şey görmedik.
Halbuki onun içerisinden geldiği hareketin, onun belli bir dönem yasal siyasî alanda liderliğini yaptığı hareketin en önemli özelliği, bu hareket sadece sandıktan sandığa kendini gösteren bir hareket değil. Bu hareket çok ciddi bir şekilde parlamento dışı muhalefet imkânlarına da sahip olan bir hareket — ki Kobani meselesinde, sürecinde IŞİD’in Kobani’yi kuşatması ve oradaki PYD’lilerin YPG’lilerin yalnızlığını protesto etme –ki Selahattin Demirtaş’a yönelik suçlamaların en önde gelenlerinden birisi de bu biliyorsunuz– orada gösterilen duruşu mesela, o duruşun onda birini, yüzde birini Selahattin Demirtaş için göstermedi. Çünkü bu hareketi, o tabanı, HDP tabanını az buçuk bilen bir gazeteci olarak, Selahattin Demirtaş’ın hâlâ o tabanda, HDP tabanında çok ciddi bir şekilde sevildiğini biliyorum. Dolayısıyla tabanda Demirtaş’a karşı bir ilgisizlik olduğu söylenemez. Olay biraz daha karışık bir olay. Dolayısıyla kendi hareketi içerisinde de Selahattin Demirtaş’ın bu mağduriyetini bir dava meselesi haline getirme konusunda hareketin çok darbe yemiş olan, ama olsun yine de varlığını sürdüren hareketin yöneticileri, etkili isimleri çok fazla kendini göstermediler. Adım atmadılar.

Haziran ve Kasım seçimleri arasındaki Demirtaş

Olay neden kaynaklanıyor? Haziran seçimleri öncesine gidelim: Haziran seçimleri öncesi herhalde Selahattin Demirtaş’ın en parlak çıkış yaptığı dönemlerden birisiydi. Daha önce cumhurbaşkanlığı seçiminde de vardı, ama Haziran seçimleri öncesi HDP’nin de en büyük ilgi yakaladığı bir dönemdi. Oradaki mesele; aslında Erdoğan’ın önünü kesme arayışı içerisinde olan farklı kesimler için HDP’nin alacağı oy çok önemliydi. HDP’nin barajı geçmesi çok önemliydi, HDP’nin barajı geçememesi durumunda AKP’nin çok daha güçlü olacağı saptaması yapılıyordu, doğruydu ve önü bir şekilde zaten açık olan HDP’nin önü daha da açıldı. Selahattin Demirtaş televizyonlardaydı, sazlar çaldı vs. ve birçok yerde bunu gördük ve HDP’ye o zamana kadar çok mesafeli bakan, uzak duran bazı kesimlerin utangaç da olsa “Aslında neden olmasın?” diye bir yaklaşım sergilediklerini gördük ve Selahattin Demirtaş da bunu kolaylaştıran bir siyasetçi oldu. Haziran seçimlerinde o beklenen, bu çevrelerin beklediği bir koalisyon çıktı. AKP tek başına iktidar olamadı, ama o andan sonra Erdoğan bir manevrayla işin rengini değiştirdi, öncelikle koalisyon realitesini kabul etmedi ve ülkeyi Kasım ayında seçime götürdü.
Kasım ayında seçime götürürken ülke aynı zamanda acayip bir gerginliğin ortasına düştü; her türlü gerginlik yaşandı, çok kâbus gibi günlerdi, çatışmalar, silahlı saldırılar, katliamlar, IŞİD katliamları… Ardından TAK adını veren grubun düzenlediği kör terör eylemleri büyükşehirlerde vs. Ve Güneydoğu’da yaşanan hendek savaşları, ilan edilen özyönetimler ve orada devletle yaşanan günlerce süren kuşatmalar vs… Böyle bir atmosferde Kasım seçimlerine girildi ve işte bu atmosfer o Haziran öncesinde HDP’nin ve Selahattin Demirtaş’ın yakalamış olduğu popülarite ve sempatinin ellerinden geri alındığı bir süreç oldu. İşte orada bence Selahattin Demirtaş da bu gidişatı durdurabilecek, bu terse gidişi durdurabilecek çıkışlar yapmadı, yapamadı, yapmak istemedi ya da bilemiyorum ve bu anlamda Selahattin Demirtaş aslında bence Haziran-Kasım arasındaki performansıyla daha sonra başına gelenlerin zemininin oluşmasına bir nevi katkıda bulundu. Yani bu sadece onun dışındaki aktörlerin yaptığı bir olay değil; onun da, kendisinin de zor günlerde bu çatışmanın alabildiğine tırmandığı günlerde, o gergin atmosferde sergilediği liderliğin yeterli olmamasından da bence kaynaklanıyor. Ama esas belirleyici olanın o olduğunu düşünmüyorum.

Kürt hareketinin ittifaka mecbur olma gerçeği

Şöyle bir husus var: Demirtaş’ın da içinde olduğu hareket sadece HDP’den ibaret değil. Bu hareketin yasadışı kolları var, yarı-yasal kolları var ve çözüm süreçleri döneminde bu kolların hepsi birlikte bir arada gözüküyorlardı. Bir tarafta İmralı, bir tarafta Kandil, ortada HDP ve HDP’li milletvekilleri devletin bilgisi dahilinde İmralı ile Kandil arasında mekik dokuyorlardı vs. böyle bir süreç yaşandı. Ve bu süreç aslında bu hareketin en parlak günlerini yaşadığı bir dönemdi. Bunun nedeni o beklenen barış ortamı olduğu kadar bir diğer nedeni de, bu hareketin bir şekilde güçlü bir başka hareketle, AKP’yle birlikte hareket ediyor olmasıydı ya da birlikte hareket eder gibi olmasıydı. Yani bir ittifak söz konusuydu, tam inşa edilmemiş bir ittifak. İnşası 28 Şubat’ta yapıldı, Dolmabahçe’deki toplantıda; ama hemen Erdoğan bu inşayı bertaraf etti, yıktı o ittifakı, kısa bir süre sonra bunu iptal etti ve ondan sonra da bu geriye sayım başladı.
Şimdi burada şunu görüyorum; bu hareket kendisinin belli bir gücü olmakla birlikte, çok güçlü bir sosyal tabanı olmakla birlikte, çok karmaşık ve değişen koşullara ayak uydurabilen bir örgütsel yapıları ya da bir şebekesi olmakla birlikte, hep birileriyle ittifak ederek belli bir güce sahip olabiliyor. Mesela Suriye’ye bakalım; bu hareketin Suriye ayağında YPG, PYD gibi grupların kendilerinin belli bir güçleri vardı, o güçleri ile belli kazanımlar elde ettiler; ama daha sonra IŞİD tehdidi gelince buna tek başlarına karşı duramadılar. Belli bir direnç gösterdiler, ama ne zaman ki koalisyon güçleri –özellikle hava saldırılarıyla– kendilerine destek verdi ve hatırlanacaktır Kobani olayında peşmergenin ağır silahlarının Türkiye üzerinden geçip gelmesi ve yardıma gelmesiyle beraber çok daha başarılı oldular. Ya da daha sonra Suriye’nin kuzeyindeki diğer IŞİD’e yönelik operasyonların hemen hemen hepsinde uluslararası koalisyonun desteği ile oldular. Yani bir kendi güçleri var, ama bir de ittifak yaptıkları başka güçler var.

HDP’nin yalnızlaşması

Türkiye’de işte Haziran seçimlerinden sonra Erdoğan’ın başardığı en önemli husus belki de bu. Hareketi ve hareketin yasal görünümü olan HDP’yi müttefiksiz bıraktı, yalnız bıraktı, HDP’yi şeytanîleştirdi ve birden, Haziran seçimlerinde HDP’ye ve Selahattin Demirtaş’a ilgi gösteren herkesin vebalı gibi ondan kaçmasına yol açtı, bu çok çarpıcıdır. Haziran seçimleri öncesi medyanın Demirtaş’a gösterdiği ilgiyle Kasım seçimleri öncesi gösterdiği ilgiyi kıyasladığınız zaman tek başına bu çıkar. Bazı gazetecilerin diyelim –hadi gazeteci demiş olalım–, Selahattin Demirtaş’a Haziran önce söyledikleri ile Kasım öncesi ve sonrası söylediklerini kıyasladığımız zaman bunu görüyoruz. Böyle bir durum oldu ve müttefiksiz kaldı; müttefiksiz kalınca da bu hareket kendine müttefik olarak sadece Türk solunun birtakım aktörlerini ya da grupçuklarını buldu ve o aktörler ve o grupçuklar da zaten kendileri belli bir üretkenlikte olmadıkları için, belli bir kitle tabanına ve belli bir yaratıcı perspektife sahip olmadıkları için, aslında ittifak yaptıkları ölçüde HDP’nin işini bir anlamda daha da zorlaştırdılar — böyle de bir olay var. Şu anda HDP’nin de içinde yer aldığı hareketin Türkiye’deki en büyük sorunu bence müttefiksiz olması ya da kendine müttefik olarak belirlediği kişilerin onun yaralarına merhem olacak hiçbir ilaca sahip olmaması. Ve sonuçta Selahattin Demirtaş da bunun bir şekilde bedelini çok ağır bir şekilde ödüyor.
Şöyle bir husus var tabii; bu hareketin sadece HDP’den ibaret olmadığı için ve hareketin gerçek merkezinin nerede olduğu konusunda öteden beri çok yaygın birtakım kabuller olduğu için ve HDP’nin de hiçbir zaman bu hareketin gerçek merkezi olmaya talip olmaması nedeniyle böyle bir husus var. O merkez olarak addedilen yerler, pekâlâ Demirtaş gibi insanları, çıkış yapan insanları, belli bir yerden sonra –nasıl söyleyeyim?–, “Beraber olunmasa da olunur” kişiler olarak da görmeye başlayabiliyorlar, çok da fazla onlar için öncelik olmayabiliyor. Sonuçta Selahattin Demirtaş tabii ki kendisini rakip olarak gören Erdoğan tarafından bir yığın mağduriyete uğratıldı; ama ona sahip çıkması beklenen kesimlerin şu ya da bu nedenle sahip çıkmaması ya da lâyıkıyla sahip çıkmaması nedeniyle iyice yalnızlığa girdi.

Demirtaş bundan sonra ne yapar?

Tabii ki bu yalnızlık hali bir yerde onun avantajı da olabilir; nitekim son dönemde kendisiyle yapılan görüşmelerle, yazılı sorulara verdiği cevaplarda vs. ona hep birtakım şeyler atfedilir oldu. “Acaba daha sonra siyasete dönmesi halinde, tahliye olması, özgürlüğüne kavuşması halinde HDP dışında birtakım arayışlara girer mi?” diye. Kendisi bunu kategorik olarak sürekli reddediyor, bence de yapmayacaktır; ama verdiği cevaplardan, söylediklerinden, o cumhurbaşkanlığı seçiminde iyi-kötü dile getirdiklerinden, çok fazla imkânı yoktu ama onun geçmişindeki performansına da bir özeleştiri perspektifinden baktığını anlıyorum. Eğer Selahattin Demirtaş AİHM kararı uyarınca özgürlüğüne kavuşursa –ki normalde olması gereken bu, ama maalesef hiç olacağını sanmıyoruz– olursa ve tekrar siyasete yarın girerse HDP’nin içerisinde konumu ne olursa olsun yeni bir dalgayı, farklı bir perspektifi yakalayabilme potansiyeli var. Bu potansiyelin, Türkiye için böyle bir ihtimalin, Türkiye için hiç de kötü olmayacağı kanısındayım; hem HDP’den hem de aslında Türkiye’deki siyasetten ölü toprağını kaldırmak gibi bir işlevi olabileceğini tahmin ediyorum; ama buna kimsenin razı olmayacağını, buna kimsenin de ya da karar verme mekanizmasında olan farklı kesimlerden insanların büyük bir çoğunluğunun buna izin vermeyeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla Selahattin Demirtaş’ın işi hiç de kolay olmayacak; ama yine de Türkiye’de, bu Türkiye’deki siyasetin bu ölgünlüğünde, o hep bir merak unsuru olmaya devam edecek.
Tekrar söylüyorum; salı günü hakkında alınmış kararın perşembe günü, bugün itibarıyla çok da fazla konuşulmuyor olması gerçekten akıl alır gibi değil. Ama bu bize gerçekten Türkiye’nin son 2-3 yılında ne kadar önemli değişikliklerin yaşandığını gösteriyor. Selahattin Demirtaş da bu yaşananların bazılarından birinci derecede sorumlu birisi. Ama bu yaşadığı mağduriyetler onun sorumluluklarının katbekat üzerinde bir mağduriyeti yaşıyor ve bu anlamda hak etmediği bir durumla karşı karşıya olduğu kanısındayım.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.