Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in cezaları onaylanınca Demirtaş’ın tahliyesi imkansız hale geldi, Önder de Kandıra Cezaevi’ne teslim oldu. Bu, 2009 yazında başlayıp ad değiştirerek 2015 kışında sona eren Çözüm Süreci’nin bazı aktörlerinin cezalandırılmasının ilk örneği değil.
Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Merhaba, iyi günler. Bugün Sırrı Süreyya Önder Kandıra Cezaevi’ne teslim oldu. Kesinleşmiş hapis cezasını yatmak için Kandıra Cezaevi’ne girdi. Kendisiyle cezası kesinleşmeden birkaç gün önce telefonla konuşmuştum. Annesinin rahatsızlığıyla uğraşıyordu. Çok yoğundu ve bir de üzerine ardından bu olay çıktı ve şimdi cezaevinde.
Suçlama 2013 Nevrozu’nda yaptığı konuşmayla ilgili. O konuşma sırasında ben de gazeteci olarak kürsünün altında izleyenlerden birisiydim. Ertesi gün gazetelerin hemen hemen hepsi “Silahlara veda” müjdesiyle çıkmıştı. O konuşma ve Abdullah Öcalan’ın yollamış olduğu mesaj vs. Türkiye’de yeni bir dönemin başlatıcısı olarak alkışlanmıştı. Ama daha sonra olaylar çok hızlı gelişti ve 28 Şubat 2015’teki o meşhur Dolmabahçe Sarayı’ndaki açıklamanın ardından, HDP milletvekilleri ve hükümet temsilcilerinin birlikte yaptığı açıklamanın ardından kısa bir süre sonra, çözüm süreci –değişik adlar alan, ama hepsine çözüm süreci diyebiliriz– sona erdi. Ve şimdi bunun hesabı soruluyor.
Bir MİT krizi vardı
Hesap öncelikle HDP’lilerden soruluyor. Selahattin Demirtaş’tan, Sırrı Süreyya Önder’den soruluyor. O tarihte devletin bilgisi dahilinde yapılan, devletin teşvikiyle yapılan, toplumun bazı kesimlerinin çok sert bir şekilde karşı çıkmasına rağmen ısrarla yapılan ve bence de doğru yapılan bir şeydi, bir girişimdi. Ama maalesef başarıya ulaşamadı. Şimdi o dönemin hesabı –ki hukukta bunun olmaması gerekir, ama pekâlâ oluyor– geriye dönülüp o dönemin bir tarafı, o dönemdeki birtakım faaliyetlerinden, sözlerinden dolayı –ki o sözlerin mahkemelerde tam olarak incelenmediğini de anlıyoruz–, onlardan dolayı mahkûm ediliyorlar. Bir MİT krizi yaşanmıştı. Fethullahçı savcılar Hakan Fidan’ı PKK ile gizli görüşmelere izin verdiği gerekçesiyle gözaltına almak istemişlerdi. Ve Erdoğan, ona çok ciddi bir şekilde –o dönemde başbakandı– müdahale etti ve o dönemde daha sonra çıkarılan bir yasayla bu süreçte yer alan yetkililerin yargılanmasının önüne geçildi. Devlet yetkililerinin yargılanmasının önüne geçildi, ama sivillerin ya da başka kişilerin yargılanmasının önüne geçilmiş falan değil. Ve bugün bunun hesabı, bunun faturası o dönemde özellikle sürecin bir tarafında yer alan kişilere kesilmek isteniyor.
“Kürt meselesinin çözümü: Türkiye modeline doğru” çalıştayı
Biraz daha geriye gidelim, 2013’ün de gerisine gidelim. 2009’da 1 Ağustos günü Ankara’da polis akademisinde bir çalıştay yapılmıştı. Başlığı “Kürt meselesinin çözümü: Türkiye modeline doğru”. Gazeteciler vardı. Çalıştayı yönetenler Polis Akademisi yöneticileriydi — ki zaten biliniyordu, sonradan bunlar Fethullahçı oldukları için ya kaçtılar ya gözaltına alındılar, tutuklandılar. Ve Beşir Atalay İçişleri Bakanı olarak o çalıştayı hiç karışmadan not alarak izlemişti. O gazetecilerden birisi de bendim. MHP lideri Devlet Bahçeli o toplantıya katılan gazetecileri “12 kötü adam olarak” lanse etmişti. Ama şöyle bir ilginçlik vardı: Gazetecilerin sayısı 12’den fazla idi. Dolayısıyla bundan yakınanlara “sen onlardan değilsin” deme lüksüne sahiplerdi. O isimlerden bakıyorum, şu anda hâlâ aktif bir şekilde bir gazetede yazarak ya da yöneticilik yaparak varlığını sürdüren bir ya da iki kişi var. Bunlardan birisi İbrahim Kalın, Cumhurbaşkanı sözcüsü, son günlerde pek gözükmüyor. Hâlâ sözcülük yapıyor mu çok emin değilim. Ama İbrahim Kalın o tarihte gazeteci olarak, köşe yazarı olarak gelmişti, o vardı. Onun dışında hapisteki Mümtaz’er Türköne, yurtdışında yaşamayı tercih eden Cengiz Çandar ve Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Hasan Cemal gibi gazetelerde yazamayan –ve benim gibi tabii– isimler. Ve o tarihte başlayan, startı verilen bir olaydı. Ardından meşhur Habur olayı oldu vs.. Ve o günden bugüne bayağı bir mesafe katedildi.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Analar ağlamasın”
Aslında dönemin başbakanı Erdoğan’ın tarafından durumu çok güzel özetleyen bir slogan vardı: “Analar ağlamasın”. Burada tüm anneler kastediliyordu. Bayağı toparlayıcı bir slogandı aslında; ama yürümedi. Bütün Akil İnsanlar heyetlerine rağmen ve yapılan bütün müzakerelere rağmen, HDP milletvekillerinin devletin bilgisi, teşviki ve denetimi dahilinde Kandil ve İmralı arasında mekik dokumalarına rağmen bir yerde iş tökezledi. Şimdi burada kim yanlış yaptı, kim bozdu meselesini bir kenara bırakalım. Sonuçta bir şeyler denendi, olmadı. Ve şimdi deneyen taraf, devletin o dönemdeki temsilcileri bugün de aynı; birtakım isimler değişse de Erdoğan yine de bu işin sahibi. Erdoğan artık Kürt sorununu telaffuz etmiyor. Bunun bittiğini söylüyor ve milliyetçi bir çizgide Bahçeli ile beraber hareket ediyor. Ve dolayısıyla Bahçeli’nin o zamandaki bütün eleştirilerinin, karşı çıkmasının, engelleme çalışmalarının başarıya ulaştığını görüyoruz. Başarıya ulaşmanın ötesinde bunun hesabı da soruluyor.
Şimdi HDP’lilere yapılan bu şeyin yarın öbür gün Akil İnsanlar’a, biz gazetecilere, başkalarına taşınıp taşınmayacağı belirsiz. Pekâlâ olabilir. Çünkü mâlûm, linç psikolojisiyle insanlar ânında kurban edilebiliyorlar. Örneği Sırrı Süreyya’nın Kandil’deki fotoğrafları servis ediliyor — onun cezaevine girmesini meşrulaştırmak isteyenler tarafından. Ama o fotoğrafların çekilmesini devletin istediği gibi çok önemli, temel bir realiteyi tabii ki görmezden geliyorlar. Yarın öbür gün biz gazetecilere de değişik tarihlerde yaptığımız röportajların, yazdığımız yazıların hesabı da benzer şekillerde sorulabilir.
Dün güvercin, bugün şahin
Burada önemli olan husus bence insanların nerede durduklarıdır. Devletin böyle tavır değiştirmesiyle beraber tavır değiştiren çok kişi oldu. Yani çözüm süreci varken çözüm süreci yanlısı, çözüm süreci kalktıktan sonra da şahin olan yani güvercinlikten şahinliğe terfi eden çok kişi oldu. Önemli olan burada hâlâ Kürt sorununun kalıcı bir şekilde, barışçıl bir yolla çözülmesini savunmak, bunun yollarını araştırmak ve bu uğurda da gerekirse katkıda bulunmak. O tarihlerde hatırlıyorum, sürece karşı olan ama kendilerini solda tanımlayan birçok kişi benim gibi bu sürece destek veren gazetecilere çok sert eleştiriler yöneltiyorlardı ve şimdi kazanmış olduklarını düşünüyorlar.
O tarihlerde söylediğim bir şeyi hatırlıyorum. Ben kendimi bildim bileli solcu olan birisi olarak, daha çok küçük yaşlarda İstanbul’da katıldığımız mitinglerde zaten bu sloganları, Kürtlerin haklarının kazanılması talebini dile getirmiş insanlardık. Burada önemli olan kimin bu konuyu çözmeye soyunduğu değil. Önemli olan bu konuda bir iradenin sergilenmesiydi. Ama sonuçta bu irade şu ya da bu şekilde başarıya ulaşmadı. Nasıl olsa buradan bir şey çıkmaz diyen çok kişi vardı ve onlar haklı olduklarını iddia ediyorlar. Bence haklı falan değiller.
Fethullahçıların engelleme çabaları
Pekâlâ bu süreç başarıya ulaşabilirdi. Ama birçok iç ve dış nedenle, olayı bozmak isteyen farklı farklı çevrelerin işi bulandırmasının da, zehirlenmesinin de, suyu zehirlenmesinin de payını akılda tutarak konuşmak istiyorum. Bu olayı engellediler. Örneğin bu olaya ilk başta devletin önemli bir parçası olan Fethullahçılar karşı çıktı. Engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Şimdi sanki Kürt sorununun çözümü yanlısıymış gibi, yurtdışında olanlar birtakım öyle havalara giriyorlar; ama o tarihlerde bu olayı sabote etmek için ellerinden geleni yaptıklarını biliyoruz. Çok basit, kişisel bir örnek vereyim. 2009’daki o meşhur damgalandığımız çalıştaya, polis akademisindeki çalıştaya hükümet yetkilileri benim de adımı vermiş. Ama Polis Akademisi’nin başındaki Fethullahçılar bana ulaşamadıklarını, onun için benim gelemeyeceğimi söylemişler — ki bu akıl alacak bir şey değil. Onlar için benim telefon numaramı bulmak kadar kolay bir şey olmaz. Çünkü zaten sürekli dinledikleri bir telefon numarası. Çok ilginç bir şekilde, toplantıdan bir gün önce bizzat İçişleri Bakanı beni arayarak davet etmişti. Yani orada Fethullahçılara rağmen katılmıştım. Tabii ki Fethullahçılar diğerlerini engellemek istememiş olabilirler. Ben çünkü o tarihlerde de kendilerine karşı açık tavır alan birisiydim. Anladığım kadarıyla benim gibi sevmedikleri insanların bulunmasını istemediler. Bu benimki basit bir örnek. Özellikle KCK operasyonlarınının, o tarihlerde yapılan KCK operasyonlarının arkasında da bu yapı vardı.
Ama bunu baltalamak isteyenlerin sadece Fethullahçılar olduğu kesinlikle söylenemez. Birçok yerden, birçok siyasî hareketin içerisinden, hatta Kürt hareketinin içerisinden de değişik kişiler, gruplar, odaklar farklı farklı saiklerle bu olayın başarıya ulaşmasını istemediler ve sonuçta: Kazandılar. Ama onların kazanmış olması, Türkiye’nin kazandığı anlamına gelmedi. Türkiye çok büyük bir kaybı yaşadı, yaşıyor. Her şey bir yana, zaman ve enerji kaybı yaşadı. Türkiye Kürt sorununu barışçıl bir şekilde çözemeden bence hiçbir şey yapamaz. İleriye doğru gidemez. Bunu yıllardır savunan birisiyim. Bugün çok daha güçlü bir şekilde savunan birisiyim. Sonuçta bugün o tarihte sürecin içerisinde, bir tarafında yer almış kişilerin sudan gerekçelerle tasfiye edilmesi, hapsedilmesi, cezalandırılması olabilir; ama bütün bunlar Türkiye’de Kürt sorununun varlığının üstünün örtülmesine yetmeyecektir. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Türkiye’de tüm sorunların anası bence Kürt sorunudur. Kürt sorununu yok sayarak Türkiye’de hiçbir şeyi kalıcı bir şekilde çözmenizin imkânı yoktur. Bugün kazandıklarını sananlar aslında en büyük kaybedenlerdir. Ama onların şu andaki mutluluğu aslında Türkiye’nin mutsuzluğudur.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.