Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Murat Özçelik kitabını anlatıyor: “Oyun Kuruculuktan Oyun Bozuculuğa”

Özellikle Ortadoğu’da önemli görevler üstlenmiş, kısa bir dönem CHP’de milletvekilliği de yapmış olan emekli Büyükelçi Murat Özçelik ilk kitabı”Oyun Kuruculuktan Oyun Bozuculuğa”yı Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayanlar: Gamze Elvan & Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Konuğumuz Murat Özçelik; emekli büyükelçi, kısa bir dönem CHP milletvekilliği de var — çok kısa bir dönem. Çok önemli görevlerde bulundu Murat Bey. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı da var, değil mi?

Murat Özçelik: Evet. 

O da kısa dönemdi değil mi?

Murat Özçelik: Evet, o da kısa bir dönemdi. 

Bir kitapla karşımızda: “Oyun Kuruculuktan Oyun Bozuculuğa”. İlk kitap mı?

Murat Özçelik: İlk kitap! 

Diplomatlar kitap yazar dünyada da, ama Türk diplomatlar sanki biraz daha az yazıyorlar gibi bir şey var, değil mi? Gelenek mi var?

Murat Özçelik: Şimdi yani, tam öyle olmasa da aslında doğruluk payı var tabii. Ama diplomatlar, daha ziyade hatırat koyuyorlar, hatıralarını yazıyorlar. Çok önemli tabii o da; insanlar, yani bizim hayatımızı bilmeyen insanlar hakikaten keyifle okuyorlar onları da. Ama ben bu kitabı yazarken hatırat gibi bir şeyden yola çıkmadım açıkçası; yani dış siyasetin yanı sıra iç siyasetle de uğraştığım için ve son dönemde artık insanlar ağaçlara bakmaktan ormanı da görmeyi unuttukları için, bizim, benim de çok aktif olarak görev aldığım bir dönemde, başta Irak’ı bir inceleyelim, irdeleyelim. Çünkü Irak’ı odağa aldığımız zaman, bu işin içerisinde Amerika’nın ne yaptığından Avrupa Birliği’nin ne yaptığına; Rusya’nın nasıl baktığından, İran’ın nerelerde oynadığına… Dolayısıyla…

Radikal İslam!

Murat Özçelik: Radikal İslam’ın neler yaptığına… 

Kürt sorunu…

Murat Özçelik: Kürt sorunu, bir de Batı’daki Hıristiyan bağnazlarının neler becerebildiklerine… Bütün bunları içinde barındıran bir olay Irak. Bunu bir de hafif Suriye, Ortadoğu boyutuyla koyduğunuz takdirde, ortaya hani “Biz ne yaptık?” — bir de bir şeyi ortaya koymak istedim açıkçası; o da: Hep zannediliyor ki üstadım, Amerika gelir, Amerika her şeyi yapar, tamam mı? Biz de bakarız. Gayet tabii ki Amerika süper güçtür, biz onunla aşık atacak değiliz; ama biz bir ara bölgemizde sözü dinlenen ve nüfuzu olan, en azından bölgede bir şeyler yapılırken “Yahu Türkiye de ne düşünüyor, ya da ne yapılıyor?”a bakılan bir aktördük.

Bunun adı oyun kurucu.

Murat Özçelik: Evet, oyun kurucuyduk açıkçası ve bu da en düşük noktadan başladı; yani 2003’te siz ister deyin ki “Aslında oylama sırasında efendim, hayır çıkmadı da, şöyle çıktı” falan. Onun sonucu ama Amerikan askerinin Türk topraklarından geçmesinin önüne geçti.

Tezkereyle. 

Murat Özçelik: Tezkereyle. Bunun neticesinde sizin Amerikalılarla hele Neo-Conlarla ilişkileriniz sıfırın altına düştü. Amerika gelmiş tam kenarınıza ve o arada Neo-Conlar size özellikle Kürtlerin onlar bakımından ne kadar önemli bir partner olduğunu söylüyor. Bunu Türkiye içerisindeki inikaslarına bakıyorsunuz. Şimdi bakıyorsunuz, “Türkler Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri hoşgörülü” filan diyorsunuz; aniden o Kürtler orada bağımsızlığa doğru gidecek düşüncesi, Türkiye’de öyle bir korkuya yol açıyor ki, birtakım politikalarla, siz o zaman hayretler içerisinde, “Biz bu kadar ırkçı mı düşünüyorduk?” diyebiliyorsunuz. Kaldı ki Amerika’nın oraya gelmesiyle –Irak, Suudi Arabistan’dan sonra en fazla petrolü olan ülke dünyada–, şimdi enerji güvenliğiniz var, enerji ithalatınız var, Kürtlerin buna yapabileceği katkılar var; ama sizin ne Irak’la ilişkileriniz doğru dürüst ne Amerika’yla ilişkileriniz doğru dürüst ne de Kürtlerle. Çünkü o dönemin felsefesine baktığınızda adeta hepsi PKK’lı terörist gibi. Bir ara burada da geçtiğimiz dönemde nasıl Kürtler o şekilde damgalandıysa öyle garip bir ortamdasınız. Bu ortamda, sizin Türkiye’yi tekrar ABD’yle iyi ilişkiler manzumesine, AB’yle iyi ilişkiler kurulmasına ve de Irak’la, hem Kürt bölgesiyle hem Irak’la bir şeyler yapılmasına doğru itmeniz lazım, bir strateji geliştirmeniz lazım. İşte bu kitap, hem o stratejinin nasıl geliştirildiğini metotlarıyla, yöntemleriyle anlatıyor –anlatmayı istedim bütün bunları– ve bunu yaparken nasıl o dönemde hükümet bir-iki kazık yedi, onları da koymak lâzımdı. 

Burada tabii bunları yaparken siz birinci derecede orada aktördünüz. Bağdat Büyükelçiliği var, Irak özel temsilciliği var ve ondan sonra Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın bir ayağı hep doğrudan içeride ve oradaki tüm aktörlerin –Amerikalılar dahil, İranlılar da dahil herhalde– hepsiyle doğrudan görüşen… Burada tabii hepsi olay oluyor; aynı zamanda kitabın bir bölümü de var, “Türkiye’de Dışişleri nasıl dönüştü?” bölümü. Şimdi 16 yıl olacak AKP iktidarının bir yığın öyküsünden birisi de bu Türkiye’deki diplomasi, Dışişleri bürokrasisiyle AKP’nin, Erdoğan ve yanındakilerinin nasıl bir öyküsü olduğu, kitapta kısmen de bu var. Siz mesela burada anlatıyorsunuz, kendinizi anlatıyorsunuz. ODTÜ’lü sosyal demokrat vs. ama buna rağmen bu dönemde bulunduğunuz dönemde,bayağı da aktif bir şekilde çalışabiliyorsunuz. Burada sorun ne? Yani şöyle söyleyeyim: Dışarıdan bakanlar burada birisinin birisine tâbi olduğunu düşünüyorlar. Diyorlar ki: “Diplomatlar AK Parti hükümetine tâbi oldu, ya da AK Parti hükümeti kendi diplomatik kadrosu olmadığı için bıraktı, diplomatlar yapıyor”. Galiba bunun ortasında bir yerdeydi değil mi iş?

Murat Özçelik: Başlangıçta bir defa Dışişleri bürokrasisine gerçekten çok büyük bir alan açıldı. Çünkü hatırlarsanız, AKP iktidara geldiğinde, demokrasiyi daha ilerleteceği, AB’yle çok daha yakın ilişkiler kuracağı filan şeyi üzerine geldi ve bunları büyük ölçüde yaptı. 2005’te AB’yle müzakereleri açtı ve ilginç tarafı –kendileri de bunu çok söylüyorlardı, ben Ortadoğu boyutuyla söylemek için koyuyorum– en fazla orada bizi izleyenler Arap gazetecileriydi, neden? Daha sonra bir ölçüde bağlamak bakımından diyorum; Arap halkları, Müslüman halklar, dediler ki –yani kendi hayat standartlarını geliştirmek istiyorlar ve baktılar–, “Türkiye diye bir tane memleket var, bu bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti, fi tarihinden beri. Bunların başına aslında daha muhafazakâr bir parti geldi. Fakat bu parti Müslüman, İslam, o tür bir davayı öne sürüyor gibi görünse dahi” dediler, “aslında özgürlüklere hiçbir şey olmadı, Türk halkı gayet özgür biçimde gelişmeye devam ediyor, bakın neler oldu, AB’ye doğru gidiyor bu insanlar ve de Müslüman bunların çoğunluğu” dediler. Şimdi onlar bakımından çok önemliydi bu gelişme ve biz Dışişleri’nde seküler, yani Atatürk ilkelerine doğrudan sıkı sıkıya bağlı profesyoneller olarak, AKP’nin demokratikleşme yolunda attığı adımların dışarıda da mâkes bulması ve onun Türkiye’ye etkilerinin pozitif olması yolunda çok ciddi çalıştık. Bizim kafamızda soru işaretleri yok muydu? Vardı, gayet tabii vardı; ama bakıyorsunuz ki Ahmet Davutoğlu’yla da çok yakın çalıştım, hepsiyle çalıştım, onların hepsi sizi dinliyorlardı. Yani ben başdanışmanken Ahmet Hoca, ona birçok konuda ciddi biçimde karşı çıktığımı da iyi bilirim ve de ilginç olan tarafı hiçbir surette kişiselleştirmeden, meselenin çözümü yolunda düşünerek bir şeyler yapmaya gayret ediyorlardı o zaman? Nereye kadar gitti bu üstat? 

Esas soru bu galiba!

Murat Özçelik: Baktılar ki, bir tane denemeleri oldu bakınız –bu çok önemli, onu da burada görecek arkadaşlarımız– 2006’ydı yanlış hatırlamıyorsam, ben o zaman sözcü yardımcısıydım. Hamas’ın Meşal’ini getirdiler buraya. Şimdi inanır mısınız? Dışişleri Bakanlığı bürokrasisi Meşal’in buraya gelişinden bir akşam öncesinden haberdar oldu; saat 11’de mi 12’de mi ne. 

Halid Meşal?

Murat Özçelik: Evet, Halid Meşal. Namık Tan o zaman sözcü, ama bir rahatsızlığı vardı, yoktu, ben merkezdeyim. Sabah bir girdim Enformasyon Dairesi’ne, böyle dalgalar halinde gazeteciler sürekli arıyor, ne oluyor diye. Çünkü ortada Batı’nın “terörist” olarak nitelendirdiği ve onun askerî kanadını temsil eden bir adam geliyor heyetiyle. “Nasıl oluyor? Kim davet etti? Kim ne yaptı?” falan falan. Şimdi o dönemde bakınız, biz Dışişleri bürokrasisi ve diplomatlar olarak –izninizle isim vermiyorum, tabii bir kısmı daha ön planda uğraştı bunlarla– sokmadık Dışişleri’nden içeriye o dönemde Halid Meşal’i. Neden? Çünkü bizim o örgütle görüşmekten ziyade, Hamas’la görüşmekten ziyade, Filistin’e dönük ve o devlete dönük ayrı bir politikamız vardı. Biz işimizi siyasî aktörler ve devlet aktörleriyle götürüyorduk. O devlet aktörleriyle onun dışındaki işleri götürme meselesi bizim zamanımızda MİT’e mahsustu, ama o da çok özel konularda. Ve ne yaptık? Biz onu konukevinde ağırladık, ondan sonra da AKP Merkezi’nde görüştüler, bitti. Şimdi ne yapmaya çalıştılar ama; dediler ki: “Biz politikayı değiştiriyoruz, bu politikayı değiştirirken bir görelim bakalım içeride de kimler ne ölçüde yardım ediyor ne ölçüde etmiyor?” Zaten belli bir süre AK Parti şuna baktı, dedi ki: “Biz bir bakalım. İçeride kimlerle beraber çalışabiliriz, onu görelim. Ondan sonra ağır ağır değiştirelim bunları; yerine başka arkadaşlarımızı koyalım”. Yani ben size burada da ifade ettiğim, kitapta da ifade ettiğim bir şey söyleyeyim; bana çok önemli diplomat arkadaşlarımdan bir tanesi –bu profesyonel anlamda üzücü bir olay–  dedi ki: “Murat, Dışişleri Bakanlığı’nın mevcut haliyle sizin döneminizdeki halini karşılaştırmanızı bile istemem” dedi. Yani oradan buraya nasıl geldiği çok ilginç bir hâdisedir. 

Onun dönüm noktasını az evvel söylüyordunuz, “ta ki” diyordunuz; o ta ki neresidir? 

Murat Özçelik: Ta ki şunu yapmaya başladılar; mesela dediler ki: “Kardeşim, siz zamanında pek İmam-Hatipliler almazdınız, bak şimdi İmam-Hatipli alıyorum ben. Onu Özel Kalem’de şuraya koyuyorum”. Ondan sonra bunlar idare memuru olarak başladı, şu oldu, bu oldu; fakat daha sonra personel dahil olmak üzere yani kendilerine müzahir kafada olanları alacak insanları seçebilecek yerlere o tür insanları getirdiler. O andan itibaren Dışişleri memuriyeti hemen hemen yabancı dil bile, onu pek fazla bilmesi gerekmeyen, ama tamamen bakana ve siyasî otoriteye biat edecek adamların orada oturmasından oldu.

Peki, AK Parti yönetiminin Dışişleri deyince akla ilk olarak tabii ki –siz de demin bahsettiniz– Ahmet Davutoğlu geliyor. O önce başdanışmanlık, büyükelçilik, sonra Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yaptı ama sonra da tasfiye oldu. Şimdi, siyaseten yanında getirdiği ekibinin de büyük ölçüde tasfiye olduğunu biliyorum, isimleri biliyorum. Sonuç olarak Dışişlerinde artık Davutoğlu perspektifinin hiç kalmadığı söylenebilir mi? 

Murat Özçelik: Şimdi mevcut durum hakkında benim fazla konuşmam pek doğru değil. Şundan dolayı söylüyorum; şu kitabı yazarken ben, AKP’nin ilk dönemi ve sonraki dönemini bütün yaşadıklarımla ve örnekler vererek teker teker koydum. Ama bir özelliğimiz de şudur: İşin içerisinde tam olmadığımız zaman pek fazla konuşmayı sevmeyiz. Şu anda da bu konularla ilgili olarak konuşacak bir diplomat bulamazsınız; çünkü korkarlar, “Yanlış bir şey söylersek ne olacak? Başımıza bir şey mi gelecek?” diye. Ama ben artık AK Parti’nin herhangi bir dava partisi olmaktan çıktığına inanıyorum. Dolayısıyla da şu anda Dışişleri Bakanlığı içerisinde –bizim zamanımızdan tabii ki kalma bir sürü arkadaşımız var, onlar olayı idare etme çabası içerisinde; “AB ile ilişkimiz aman kopmasın da, Amerika’yı nasıl idare ederiz, şunu ne yaparız” falan falan– ama diğer taraftan bir siyasî otorite var, o da diyor ki: “Kardeşim, bunun açıklaması şöyle yapılacak”. Şimdi öyle bir hâl aldı ki diyebilirim size, yabancılar bazen diyorlar ki: “İşte, Dışişleri Bakanlığı bu açıklamayı yapmak zorundaydı; ama emir demiri keser, bak o emir verildi şu yapıldı. Demek ki sonucunda bu çıkacak” diyorlar; ama içeride bazılarının emeğini de, yani “Aman bozulmasın” diye emeğini de takdir ederek götürüyorlar. Şimdi bu daha ne kadar gidecek diye bakacak olursak; ben açıkçası umutluyum. Şöyle umutluyum; yani AK Parti’nin kendisine de baktığım zaman şu anda –burada bunları bir şekilde açıkladığımı zannediyorum dış politika perspektifinden–, şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Galiba Türkiye, AKP dönemini yaşamalıydı gibi bir sonuca varıyorum. Yani siz Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte bu memleketin absorbe edebileceğinin çok ötesinde bir vizyonla, Atatürk’le bir şeyler getiriyorsunuz. Bu memlekete koyuyorsunuz. Şimdi ona karşı, yani örnek vererek söyleyeyim, Irak’ta ne oldu? Sünnileri attılar değil mi? Sanki Baas Partisi’nde sadece Sünni Araplar varmış gibi. Neyin üstüne oturttular? Şii Araplarla Kürtlerin üzerine iktidarı oturttular başta. Bu ne yaptı? Sünnilerde büyük bir infial yarattı. Daha sonra işte mezhep çatışmaları başladı falan filan. Siyasî sisteme girmediler, dışarıda kaldılar. En sonunda ne oldu? DAEŞ ortaya çıktı bu tür hâdiseler neticesinde. Ama tekrar bir dengeye doğru gitmek zorunda kaldı. Yani Sünnilerin atılmasından bahsettim değil mi Irak’ta? Türkiye’ye bakalım: Atatürk’le birlikte bu memlekete laik bir sistem geldiğinde o gerici belli gruplar, dindar, bir kısmı tabii ki dindar ama dinci gruplar kendi ellerinden giden yetkiyi nasıl geri alırız diye uğraştılar. Yani bu sadece bir dinin işte bilmemnesi şeklinde değil; ama o yetkilerin tekrar bu memlekette onların eline geçip kendi düşündükleri bazda bu memleketi bir yere döndürme çabasına girdiler. Ben bu çabada yani sonuna doğru gelindiğine inanıyorum. Yani ben gençlere baktığımda mesela, gençlerde son derece böyle entelektüel ve çok büyük, radikal bir değişim var. Diyorlar ki: “Bir dakika ya, anladım. Ben elhamdülillah Müslümanım, bunu anladım. Ama…” diyor; yani o kadar ilginç şeyler çıkıyor ki karşımıza. “Yahu” diyor; bakın, hak hukuk değil mi? Hukuk devleti olsun diyoruz biz. “Yahu” diyor, “şunu şöyle muhalefet anlatamıyor” diyor mesela. “Hak olduğunda” diyor, “hak, ben sana adil davrandığımda, senin hakkını yemediğimde, sana zulmetmediğimde, zulme karşı koruduğumda, iyilik yaptığımda; yahu aslında Kur’an’ın bana söylediğini zaten yapıyorum ve ahireti kurtarıyorum” diyor. Tamam mı? “E hukukun üstünlüğü ile ben o adaleti kuracak olursam, adil bir sonuçla yargı ile karşılaşmak için kıyamet gününü beklememe lüzum yok” diyor. “Yani burada da aynı şey olabilir” diyor, tamam mı? Şimdi dolayısıyla Türkiye’de o şey, ne denir, sallandı. Laiklik de öyle bir yere geldi ki Atatürk’ün gidişinden sonra o halk üzerinde birtakım insanların, onlar da o kadar çaplı değildi, yaptığı şeylerle ne bileyim, bir baskı unsuru olarak görüldü filan falan. Bunun neticesinde de bir grup 50’den itibaren denedi. Değil mi, 50’den itibaren? 50’den itibaren denemeler darbelerle durduruldu belli ölçülerde. Fakat AK Parti, ya da AKP –çok kızıyorlar ya–, 1950’de, yani Menderes’in 60’lara doğru yaptıklarının aynısını uygular oldu. Aynısının tıpkısını uygular oldu. Ve netice itibariyle bu zaman zarfında Ergenekon, Balyoz, şudur budur filan, askerin gücü gidip, yani onları çünkü gördüler daha önceden darbe olmaması için. Belli bir yere geldiklerinde zannettiler ki bu memleket artık bu saatten sonra başka bir yöne gider ve de yani içerideki politikalarıyla –ben o işler kötüye gitmeye başladıktan sonra söylüyorum–, içerideki politikalarıyla dışarıdaki politikaların birbirini destekleyeceğini zannettiler. En büyük hata neydi biliyor musunuz? Yeni Osmanlıcılık hareketi, yani bir oksimoron gibi bir olaydı. Düşünebiliyor musunuz? Arap ülkeleri sizi atmışlar. Arap milliyetçiliğini yerleştirmişler ve Türklere karşı bir nefret aşılamışlar kendi siyasî tarihlerini de yazarken. Ve siz ne diyorsunuz biliyor musunuz? “Benim İslamî credence’ım var. İslami bir şeyim var. Ben gelirim kardeşim ve buradaki Sünni Araplar hemen benim altına girerler. Ben de icabında halife filan da olabilirim yani, öyle de bir karizmam var. Ve bunun neticesinde biz burada öyle bir imparatorluk kurarız ki Osmanlı İmparatorluğu’nu şey yaparız.” Arap milliyetçiliğini yani şöyle söyleyeyim, siz Arap ülkeleri ile ilişkileri sadece din kardeşliği boyutuna indirgemeye kalktığınız zaman çok şaşarsınız. Çok şaşarsınız. Yani yine burada ifade ettiğim, anlattığım bir hâdise var. Türk Müslümanlarının, Anadolu Müslümanlarının inanın Araplardan öğrenecekleri hiçbir şey yoktur. Ben Suudi Arabistan’da yaşamış, Irak’ta yaşamış ve bölge ülkelerini iyi tanıyan, epeyce zamanımı oralarda yaşayarak geçirmiş bir adam olarak söylüyorum.

Araya bir gireyim. Şimdi oyun kuruculuktan oyun bozuculuğa derken burada çok çarpıcı bir bölüm var. Yani benim ilk gördüğüm bir Irak’la ilgili bir kronoloji var. Başta Irak’taki tüm aktörlerle görüşen, hep karşılıklı iyi niyetler vs.’ler, ortak toplantılar gidiyor, gidiyor, gidiyor. Belli bir tarihten itibaren o tüm aktörlerin Ankara’ya yönelik negatif mesajları peş peşe geliyor. Oradaki kırılma noktası yani bu oyun kurucu Türkiye’ye herkesin itibar ettiği, Türkiye’den herkesin diyelim ya da büyük bir çoğunluğun şikâyet ettiği Türkiye’ye dönüşün nedeni Ankara’nın kendisi mi?

Murat Özçelik: Ankara’nın kendisi, hiç tereddütsüz.

Ne yaptı da böyle oldu?

Murat Özçelik: Şimdi burada bir hususun altını çizmek lâzım. Siz yani mesela zamanında Başbakan olarak Sayın Tayyip Erdoğan aşağıya indiğinde Irak’a, başka Arap ülkelerine filan, bir tane söylediği şey vardı. Diyordu ki: “Kardeşim bakın. Allah aşkınıza Müslümanlar olarak birbirimize girmeyelim. Bunun Sünnisi Şiisi yok, hepimiz Müslümanız ya”. Bu müthiş bir olaydı. Bu çok iyi bir mesajdı ve size çok samimi söylüyorum, isim vermeden söyleyeceğim, çok önemli bir Iraklı siyaset adamı –ki İhvan üyesiydi aynı zamanda–, bana “Murat” dedi ya, “inşallah Sayın Büyükelçi, biz Irak’ta bir gün seküler bir yönetim kurarız ki Sünniler Şiilerin gırtlağını gitmekten vazgeçer, Şiilerde Sünnilerin kafalarına matkap sokmaktan vazgeçer”. Tamam mı? Bunu dedi, yani dinin barıştıran bir şey olması çok büyük önem taşıyor dedi. Şimdi bunu biz böyle götürürken, yani aman Sünni Şii bir şey olmasın. Biz laikiz, bakın demokratız şu bu diye götürürken, şöyle kırılmalar yaşadık diyeyim. Bir, Irak’ta artık mollalardan, din adamlarından, onların siyasete karışmasından bıkmış olarak halk Irakiye diye bir partiye oy verdi. Bu Irakiye’nin içerisinde seküler Şiiler vardı, seküler Sünniler vardı, şu vardı bu vardı. Ama dindar ya da dinci adamlar yoktu içinde. Ve bunlar o seçimden birinci çıktılar. Parlamentoda 91 sandalye aldılar ve kanun devletinin başındaki Maliki 89 tane sandalye aldı. Tamam mı? Şimdi insanlar dolayısıyla neyi bekledi? Yahu madem demokrasi, madem ki sonuç 91 sandalye ile bu, e hadi o zaman bir kursunlar da bir bakalım değil mi? Yok, izin verilmedi onların kurmasına. Ve dolayısıyla Maliki… yani o dönemde iki tane husus önem arz ediyordu. Bir tanesi Amerika’nın burnunu kanatmadan, hiçbir Amerikan askerinin burnunu kanatmadan dışarıya çıkartmak için uyguladığı exit stratejisi; ve ikincisi de İran’ın onun burnunu kanatmaması. Şimdi Amerikalılar dedi ki: “Ya Maliki olursa? Maliki zaten İran’ın adamı; dinliyor İran’ı ama bizi de dinliyor. Dolayısıyla biz bunu orada tutalım ki askerleri rahat çekeriz” dediler. İran da dedi ki: “Yahu kardeşim Maliki orada olduğu sürece ben bundan sonra yani SOFA anlaşmasıyla, Status of Forces Agreement’la orada Amerikan askerinin kalmasını engellerim. Maliki de karşı çıkar, parlamento da karşı çıkar”. Şimdi Amerika ile İran’ın hedefleri ayrı saiklerle birleşince netice itibariyle Maliki başta kaldı. Ve onun neticesinde Sünnilerin yani hiçbir tereddütü yok, canına okudu. Bu okunurken de İran inanın o dönemde AKP’nin sinirleri ile oynayacak kadar mezhep çatışmasının içine çekti. Yani şöyle söyleyeyim ben size, herkes bilirdi, Murat Özçelik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Büyükelçisi, bu adamlar laiktir, nokta. Tamam mı? Ve de o gözle her zaman görülür ve iş yapardık. Ama ne yaptı biliyor musunuz, ne yapardı İran? Ben ne zaman gidip Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı şu bu görüşmeler yapıp, hele ekonomik ilişkilerin ileri götürülmesi için bir şeyler yaptığımda döner, “Sakın ha!” der, “Bunlar Sünni Osmanlı’nın ahvadı ya, bunlara sakın ha”. Yani bizim yapmamız gereken, onu da burada şey yaptım, Şiiler nereye girerse İran, Molla rejiminden bahsediyorum, nereye girerse girsin hemen iktidarı kotalara bölerler. Kotalara bölerler, Şiilere pozitif ayrımcılık yaptırmak için. Ve daha sonra da yapmak istedikleri çoğunluğu alıp ardından bir Şii dikta rejiminin kurulması için. Şimdi böyle bir yaklaşımla sizi kendi kulvarına çektiğinde, AKP olarak siz de eğer Sünnilerin hâmisi pozisyonuna düşerseniz, Irak’ta Maliki ile başlayıp daha sonra Esad’a karşı yaptıklarınızla, şununla bununla ve İran’ın propagandasıyla şununla bununla, onun neticesinde işte kaybedersiniz.

Şimdi sizde burada bir AKP döneminin içerisinden bir eleştirel bakış var. Ve zaten…

Murat Özçelik: Öncesinde de olumlu yönleri ile bir bakış var.

Evet, işte burada olumlu yönler başta, başlangıç, sonra da… Muhalefete de kısaca bir girelim. Muhalefette de bir tecrübeniz oldu. Ve sanki pişmansınız gibi hava mı var?

Murat Özçelik: Şöyle diyeyim, hayır bakın, ve bunu ümit ederim yani bizi dinleyen genç arkadaşlarımız, hepsi alırlar bu mesajı. Benim hakikaten istediğim aklı başındaki gençlerin, bu memleketin kurtulmasını isteyen gençlerin, “Ya, bu siyaset denen Allah kahretsin bu rezil, yalancılık üzerine kurulu iğrenç bir müessese, bu müesseseye gireceğime uzakta durayım” düşüncesinden derhal vazgeçmeleri. Eğer onlar o düşünceden vazgeçip de bu siyasetin içine girmezlerse, girmezsek hiçbir zaman bu siyaset düzelmez. Yani ben şöyle söyleyeyim size: Ulusalcılar değil mi? Ulusalcılar. Yahu kardeşim siz öyle bir yaklaşımla bakmışsınız ki insanlara çok uzun bir süre. Kürt’e bakışınız ırkçılığın, yani bir adım atsanız ırkçılığa düşüyorsunuz zaten orada. Dindar, yok, ne başörtüsü ne, çıkart bakayım bu şeyi falan. Şimdi böyle bir yaklaşımla öyle bir iktidarı başımıza sarıyorsunuz ki, yani bunu yapan resmen ulusalcılar yani, bunda ben beis görmüyorum bunu söylemekte. Bunun neticesinde ne olmuş? Öyle bir duruma düşmüşüz ki bu sefer. Hani başka bir darbe olmamış da, darbeyi yapan İslamcılar, darbeyi durduran İslamcılar haline gelmişiz Türkiye’de. Tamam mı? Bunu da ortaya çıkartan eski parlamenter sistem. Şimdi dolayısıyla söylemek istediğim şu: Biz eğer Türkiye’de gidişatı sevmiyorsak… Diyoruz ki başkanlığı sevmiyoruz kardeşim. Her şeyi tek otorite almış eline A’yı yapıyor, B’yi yapıyor. Kuvvetler ayrımı yok şudur yok budur yok filan falan. Bunu düşünürken eğer hasbelkader birtakım değişiklikler, halk dedi ki yok kardeşim ben, ekonomi çok kötü gidiyor, dışarıda bir şeyler düzelmezse, şurada bir şey olmazsa, siyaseten hakikaten başka yöne doğru gitmezsek bizim durumumuz büsbütün kötü olacak. Hadi buyrun barışçı biçimde başka bir seçimle iktidar değişsin dedi, değil mi? Orada da dikkat edeceğimiz şey vardır. Geriye gelen, yani ben şunu ifade etmek istiyorum: Türkiye’de bizi karpuz gibi yardılar mı? Yüzde ellisi mutlu, yüzde ellisi mutsuz diye. Yüzde elli mutsuz geldiğinde yüzde elliyi mutsuz yapmamalı, öbür mutlu olanları mutsuz yapmamalı. Hiç değilse bu işin bir yüzde yetmiş, yüzde seksen, tamamının mutlu olması lazım. O zaman ümit şu. Tabii teknik detayları ve burada ümit şu: Jakoben ulusalcı arkadaşlarımızın diğer taraftaki dindarları daha iyi anlayacak, ama bu tarafta dinci veya da neyse muhafazakârın ötesinde olanların da şeyi, seküler ne demek, bak bu nasıl, onlarla birlikte nasıl yaşarızı anlamak durumu var. Bu da açıkçası aslında bambaşka şeyler… Yani şu kitabı yazmamdaki amaç neydi biliyor musunuz Ruşen Bey? Şuydu: Artık ormanı görelim bir daha. Yani bakın yok işte şuraya girdik de, buraya çıktık da, şuradan şunları atmamız lazım filan değil de, biz niçin ABD ile ne yapmalıyız? Değil mi? Rusya ile nereye kadar gideriz, nereye kadar gidemeyiz, gitmemeliyiz? Avrupa Birliği’nde şöyle mi yapmalıyız, böyle mi yapmalıyız? Irak’a dönük neyi nasıl yapmalıyız? Kürtlerle şöyleydik, şimdi böyle olduk. Suriye’de niye Kürtlerle şöyle yapmıyoruz da böyle… Bütün bunları irdelemek içindir. Yani eğer biz tekrar oyun kurucu, yani bu öyle kolay olacak bir şey değil. Ama tekrar oyun kuruculuğa doğru adım atacaksak o halükârda kendimize gelmemiz gerekiyor. Ve de bakın şunun başında bir şey söylüyorum. Bu kitapta kendi ülkemiz de dahil olmak üzere dünyada ne kadar çok yalancı siyasetçi olduğunu ve bu yalancıların tasarrufları yüzünden insanların ne kadar çok çektiklerini dış politika perspektifinden anlatmaya çalıştım. Bunun ayrıntılarını burada göreceksiniz.

Evet, hakikaten bayağı bir sözlü bir anlatı gibi bir kitap, böyle okuması çok kolay bir kitap. “Oyun Kuruculuktan Oyun Bozuculuğa”. Murat Özçelik ile ilk kitabını konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de çok teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.