Mediapart’tan Joseph Confavreux ve Jade Lindgaard’ın David Graeber ile yaptığı ve 14 Aralık 2018’de yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.
David Graeber London School of Economics’te antropolog. Occupy Wall Street hareketinin bu çehresi, yüz binlerce satılan Borç, İlk 5 Bin Yıl (çev.: Muammer Pehlivan, Everest, 2015) kitabıyla tanındı. O kitabından sonra ekonomist Thomas Piketty ile tartıştığı ve Mediapart’da yayınlanan bir söyleşiyi Medyascope.tv için Haldun Bayrı çevirmişti.
Bürokrasi üzerine ve bullshit jobs üzerine (bkz.: Bullshit Jobs: The Rise of Pointless Work, and What We Can Do About It, Simon and Schuster, 2018) söyleşi ve metinlerinin uzantısında, caring class diye adlandırdığı sınıf üzerine öncü bir analiz de geliştiriyor. Yarının isyan ve özgürleşmelerini düşünmek isteniyorsa, işçi sınıfının ana hatlarını ve hayalini tekrar, daha az üretken ve daha feminist temeller üzerinde tanımlamaya gerçekten lüzum olduğunu düşünüyor.
İncelediği konular ve militan faaliyetleri, onu özel olarak “Sarı Yelekliler” hareketini gözlemlemek için geçen hafta Paris’e getirmişti. Yeni bir seferberlik günü arifesinde yapılmış bir söyleşi.
Size göre, geçen hafta işbaşında gördüğünüz Sarı Yelekliler ile, sizin aktif katılmış olduğunuz New York’taki 2011 Occupy Wall Street hareketi arasında ortak ve farklı noktalar neler?
David Graeber: Asıl ortak nokta, geleneksel politikanın ve siyasî sorumluların otoritesinin tümüyle reddidir. Occupy’ı esas belli eden şey, özel talepleri olması değildi; doğru dürüst yürümeyen işlerin düzetilmesini siyasî sorumlulardan istemenin söz konusu olmamasıydı. Occupy’ın esas mesajı, demokratikliği göstermelik olan kokuşmuş bir kurumsal sistemde yaşadığımızı söylemekti. Değiştirme iddiasıyla böyle bir sisteme katılmanın anlamı olmazdı.
Muhatap alarak ya da onun kendi kendine reform yapacağını umarak sistemi meşrulaştırmanın bu reddedilişini Sarı Yelekliler hareketinde de görüyoruz. Tarihsel olarak, sistemin meşruluğunu sorgulayan hareketler, belli talepler üzerine kurulu hareketlerden daha etkili.
Arjantin’de 2001’deki toplumsal hareket, küresel adalet hareketinin [alternatif küreselleşmeci hareketler – Fr. Ed. N.] yöntemlerini ve taleplerini benimsediği zaman kazanımlar elde etmeye başladı; düzenlenen toplantılar şeklinde işliyordu, kendi medyalarını yarattılar, köklü taleplerini tekrar ele aldılar. Arjantinliler siyasî yetkililerinin hiçbirinin IMF’ye hakikaten ve doğrudan karşı çıkmasını bekleyemezlerdi. Hükümete ve bütün politikacılara “Ne haliniz varsa görün!” deyip kendileri örgütlenerek, kendi alışveriş paralarını yaratarak halk meclisleri biçimi altında iş gören Arjantinliler, bütün ülkeyi IMF’den gerçek bir kopuşa mecbur ettiler; bu da IMF’nin bütün yeryüzünde meşruluğunun azalmasına katkıda bulundu!
Sosyolog Immanuel Wallerstein şu önemli noktanın altını çiziyor: Hakiki devrimler dünya çapında devrimlerdir, çünkü bir dünya sistemi oluşturuyoruz. Fransız Devrimi’ni düşünelim. Bir bakıma, 18. yüzyılın ortasıyla 19. yüzyılın ortası arasında Danimarka’nın Fransa’dan çok değiştiği söylenebilir. Ama Fransız Devrimi olmasaydı Danimarka bu kadar değişmezdi.
Fransız Devrimi ortak siyasî anlamı dönüştürerek her şeyi alt üst etti. Fransız Devrimi’nden yirmi yıl evvel Fransa’da olup bitenlere bir göz attığınızda, bazı toplumsal değişimler belirleyebilirdiniz; mesela kafelerde Voltaire okuyan kimselerle. 1848’de, 1917’de, 1968’de de yine ortak siyasî anlamın geçirdiği değişimleri yaşadık. O devrim anları aynı zamanda bizatihi bir devrimin ne olduğu hakkındaki fikirde de devrimdir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bunun anlamı, hükümet ya da iktidar değişikliği olmadan bile devrimci bir şey olabilmesi mi?
1848’den sonra, iktidar alınmadı. Ama bütün Avrupa ülkeleri, daha sonra, halk için sosyal yardım ya da eğitim önlemleri almak zorunda kaldılar.
Fakat Fransa’da, sokaklarda tanık olduğumuz toplumsal öfke patlamasının siyasî bir felaketi başlatabilmesinden, aşırı sağın bir seçim zaferi kazanmasından da endişelenebiliyoruz…
Evet, neo-liberalizm de otoritesini böyle oturtuyor; ya liberalizmi ya barbarlığı seçmek zorunda olunduğuna inandırmak isteyerek. Ama gerçekte, tam olarak tersidir. Aşırı sağın tasarlanabilir bir seçenek olarak kendini takdim etme imkânını bulması, toplumsal öfkenin gerekçelerine karşılık vermenin reddedilmesindendir.
Sarı Yelekliler’le vuku bulanı belirtmek için “toplumsal hareket” terimi isabetli geliyor mu size?
Benim için, bu bir ayaklanmadır. Ayaklanma aşağıdan yukarı giden bir şeydir; oysa hareket biri tarafından örgütlenir ve belli bir istikamette gider. Bir toplumsal harekette talepler daha belirgindir, muhatapları da bellidir.
Önceki çalışmalarınızda analiz etmiş olduğunuz “caring class”ın ayaklanması mı bu?
İnanmak isterdim, ama Sarı Yelekliler’in sosyolojik bileşimi hakkında daha uzun boylu bilgi sahibi olmamız gerek. İçlerinde çok sayıda bağımsız çalışan var. Ama geçen hafta Paris’te ambülansçıların polise meydan okuduğunu görmek, Yeni Zelanda’ya varıncaya kadar dünyanın her yerinde geçerli umumî bir hareketin göstergesi gibi geliyor; protesto edip greve koyulanlar, geleneksel anlamıyla işçilerden ziyade, hastabakıcılar, hemşireler, öğretmenler, sağlıkla ilgili işlerde çalışanlar, temizlikçiler…
Bunun anlamı var. Eğitimdeki ve sağlıktaki üretkenlik inişte; oysa geleneksel imalat sektöründe, robotlaşma ve dijitalleşmeyle artmaya devam ediyor. Bir yandan kâr ederken, çalışanlara da düzgün ödeme yapılmasını sağlıyor bu.
Care/Bakım emeğinde ise tersi. Git gide daha fazla yönetici, git gide daha çok kişinin çalışmalarını ve üretkenliklerini düzenlemek için ücretlendirilmelerini haklı göstermek zorunda; çalışanlar ise, başkalarıyla ilgilenmek yerine üretkenliklerini ölçme iddialı değerlendirme kâğıtları doldurmakla ve kendilerini denetleyenlerin işini haklı göstermekle uğraşarak geçirdikleri zamanın git gide artmasından yakınıyorlar.
Bu değerlendirme bürokrasisi yüzünden, üretkenlik azalıyor ve aynı hizmet düzeyini tutturmak için git gide daha fazla kişiyi işe koşmak gerekiyor; dolayısıyla da onlara git gide daha az ücret veriliyor. Bu gerçeklik, ekonomik sistemin şu hâliyle, genel olarak sosyal yararlılığı olan bir işiniz olduğunda daha az kazandığınız ve daha kötü muamele gördüğünüz bir durumla da bir arada gidiyor. Toplumsal bir patlamaya götürüyor bu.
Occupy Wall Street hareketi sırasında, dipteki bu hâdise çok hissediliyordu. Öğretim, sağlık sektörlerinde çalışan, ya da “En azından hiç kimseye kötülüğü olmayan, mümkünse de ötekilerin iyiliğine olan bir iş yapmak istiyorum” diyen çok kimse vardı.Ama bunu yaptığınızda, o kadar kötü muamele görüyor ve o kadar az kazanıyorsunuz ki, kendi ailenizin bakımını bile karşılayamıyorsunuz! Saçma bir durum bu.
Sarı Yelekliler arasında ufak girişimciler, lokanta sahipleri, sürücü kursu yöneticileri, sigorta komisyoncuları da var…
Küçücük burjuvalar bunlar, ama proleter değiller. Ve klasik olarak, devrimci bir anda taraf değiştirebilen halk kesimini oluşturuyorlar. Bu yüzden onları şu veya bu kutuya yerleştirmek çok zor. Yaşam standartları çoğu zaman proleterlerle karşılaştırılabilir bir düzeyde; ama aynı zamanda burjuva duyarlılıkları ve özlemleri var.
Sarı Yelekliler başkaldırısı, siyasî otorite ile para yaratma ayrıcalığını kaynaştıran bir iktidarla karşı karşıya, diye yazdınız Le Monde’da. Bununla ne demek istiyorsunuz?
Ekonomik sistemin ağırlık merkezinde bir değişiklik oldu. Kapitalizmin klasik biçiminde devletin rolü, sanayicilerin ve ticarî girişimlerin mülkiyetini korumaktır. Marksist tahlile göre bunların kârları, ürettiklerinden azını ödeyerek emekçilerin mahrum bırakılması kaynaklıdır. Ama bugün, kârların yarıdan fazlası finans sektörü kaynaklı: finans, sigortacılık, emlakçılık. Üstelik bu konu hiç yeterince göz önüne alınmıyor; oysa sanayi girişimlerinin finans faaliyetlerini hesaba katmak gerekirdi. Gördüğüm en yakın tarihli istatistiklere göre, General Motors’un neredeyse bütün kârı finans faaliyetlerinden geliyor. Araba üreterek kazanmıyorlar parayı; insanlar arabalarını alsınlar diye onlara borç vererek kazanıyorlar.
Finansa bağlı bir sistemde, kârınızın kaynağı kiralar ise, finans, borç yaratımı, devletle ilişki değişir. Neden? Devlet sizin mülkiyetinizi korumakla ya da emek üzerindeki tartışmalara karışmakla yetinmez. Devlet sizin kâr etme yolunuzdur. Dolayısıyla devlet ile finans arasında bir kaynaşmanın vuku bulması şaşırtıcı değil. Sanayiler hakkında yeni düzenlemeler getirildikçe, bunların kârları artıyor. Çünkü yeni düzenlemeleri/mevzuatı şirketler yazıyor. “Mevzuatsızlaştırma”dan bahsediliyor, ama aslında daha ziyade bir “tekrar-mevzuatlandırma” söz konusu. Yaygın söyleme karşın bankaların kârlarının büyük bir bölümü düzenlemelerden geliyor. Kuralları bankalar koyuyorsa, hükümet kurumları mı yoksa özel ekonomik etkenler mi söz konusu? Bu aşamada, birini diğerinden ayırmanın anlamı kalmıyor.
Bu analizde, para yaratmanın rolü ne oluyor?
Para sanki altın külçeleriymiş gibi davranılıyor. Sanki bundan o kadar da çok yokmuş gibi ve hükümetlerin kendilerine mali kaynak bulmak için bir hazineye el koyma ihtiyaçları varmış gibi. Ama bu doğru değil! Bu bir yanılsama. Amerikan ulusal borcunu alın: Bunun yarısı devletin kendine olan borcudur.
Sarı Yelekliler’in kabaca söyledikleri, vergi sisteminin politikalara mali kaynak bulmaya yaramayıp, sadece iktidarı tekrar paylaştırmanın bir şekli olduğudur. Vergi sistemini iktidar sistemi olarak tanır bu; bu sistemde bazı kimseler kendilerine daha da fazla iktidar vermek için gereken araçları ellerine geçirirler. Occupy Wall Street hareketinde bundan bahsediyorduk; «%1»i «%99»dan ayırt ediyorduk. «%1» 2008 yılından beri ekonomik büyümenin tüm kazançlarını alanlar değil sadece. Aynı zamanda seçim kampanyaları için siyasî partilere bütün bağışları yapanlar da onlar. Seçim kampanyası için bağışların %99’u «%1»den geliyor. Dolayısıyla zenginliklerini siyasî iktidara ve siyasî iktidarı zenginliğe dönüştürenler bunlar. Sarı Yelekliler de aynı şeyi söylüyor.
Madem ki bugün para esas olarak para kredileri vererek yaratılıyor, öyleyse neden herkes bir borç senedi mektubu yazamıyor? Neden bunu ben yapamıyorum? Belki de bunun, iktidarı elinde tutanlardan almak olacağı içindir. İngiltere’de, 1600’lü yılların başında, her dükkânın kendi parası vardı. Gerçek anlamda bozuk para yoktu. Ekmek alıyordun ve sana bu dükkânda kullanabildiğin bir marka veriliyordu. O markayı o dükkânda kullanabildiğin için, mahalledeki herkes de o markaları kabul ediyordu. Dullar para yaratıyorlardı. Çorap ya da giysi söküğü dikiyorlardı; mesela bir penny’nin bir çorap tamiri ettiğini söylüyorlardı ve bunun karşılığında bir ekmek alabiliyorlardı. Herkes para yaratabiliyordu. Ama vergi sistemi bunu imkânsızlaştırıyor. Para yaratmada tekrar bir tekeli dayatıyor.
Para yaratma tekeli vergi sistemine hangi bakımdan bağlı?
Bağlı, zira sadece hükümetin onayladığı parayla vergi ödeyebiliyorsunuz. Ve neredeyse her şey üzerinde vergi olduğuna göre, kendi paranızı yaratmanız somut olarak yasak.
Toplumsal paylaşım yöntemi olarak vergiyi savunan bir sol anlayışla çelişik değil mi bu ama?
Eninde sonunda, güçlülere iktidarı paylaştıran bir sistem bu. Para iktidardır. Para yaratmayı demokratikleştirme şekline hakikaten kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Taban gelir cevabın bir parçasıdır, fakat her şeye cevap vermez. Bazıları, quantitative easing’in [bir merkez bankasının borç kâğıtlarını kütlesel olarak satın alıp dolaşımdaki para miktarını artırması – Fr. ed. N.] herkesin banka hesaplarına para yatırmaya yarayabileceğini söylüyor. Bankada hesabı olmayan çok az kişi var. Hesabı olmayanlara da hesap açılabilir, herkese eşit oranlar dağıtılabilir.
Anarşist bir bakış açısıyla şunu diyebilirdiniz: Taban gelir devlettir, dolayısıyla bu iş olmaz. Ama aslında bu sistemle bürokrasi kaydadeğer biçimde azaltılabilirdi. Özellikle de bürokrasinin en küstah kısmı. Bütün işi sizin yeterince iş arayıp aramadığınızı denetlemek olanlar. Veya uyuşturucu kullanmadığınızı, ya da yardım almayı sürdürme yeterliliğinde ahlâklı olup olmadığınızı denetleyenler. Bütün o işler ortadan kalkardı ve o insanlar da bir taban gelir alabilir ve bir müzik grubu kurabilirlerdi. Uydurma işler/Bullshit jobs üzerine çalışırken gördüğüm bir şey de, bunlarla iştigal eden kimselerin çoğunun mutsuz olduğudur.
Bu para yaratma sorunu Sarı Yelekliler tarafından hiç ele alınmıyor. “Vergiyi zenginlerden alın!” diyorlar.
Para sisteminin yeniden kurulmasını talep etmenin özellikle devrimci bir talep olduğu kesin. İnsanlar sistemin olduğu hâle tepki gösteriyorlar.
Ama vergi üzerine kurulu daha iyi bir paylaştırma sisteminin mümkün olduğuna inanmıyorsunuz.
Teknik olarak mümkün bu. Ama Thomas Picketty’ye cevabım, onun tasvir ettiğinin muazzam bir aspiratöre benzediğidir. Git gide daha fazla zenginliği bir elit tabakanın yararına çekecek olan kapitalizm karşısında, aksi yönde çeken, ama diğeri kadar kuvvetli olmayan bir başka aspiratör imal etmeyi öneriyor gibi. Ben de diyorum ki: Makinayı söndürsek olmaz mı?