Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ile 5 Soru 10 Cevap (17): Siyasi ve vicdani sorumluluk

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

Merhaba, iyi haftalar. Tekrar bir ‘5 Soru 10 Cevap’ta beraberiz. Yılın ilk programı olacak bu. Geçen seneyi bir siyasi ahval resmi ile tamamlamıştık. Ne durum? Seçime gidiyoruz, seçime doğru giderken siyasi ve vicdani sorumluluk meselesini bir kavram olarak ele alıp farklı veçheleriyle güncel gelişmelerle ilişkilendirerek konuşalım diye düşündüm.

Türkiye’de siyasi sorumluluk meselesi nasıl algılanıyor, anlatılıyor?

Geçtiğimiz hafta Ulaştırma Bakanı, defalarca yaşanan tren kazaları ile ilgili sorumsuzluğunun bir örneğini göstererek; ‘Bizim yaptığımız soruşturmaların hiçbirinde tren kazalarının hiçbirinde devlet demiryollarının hiçbir sorumluluğu yok’  dedi. Böyle bir cümle kurulunca hemen şu soru akla  geliyor; sorumluluktan bahsederken neden bahsediyorsunuz? Sizin personelinizin yaptığı bir hata sizin sorumluluğunuz olmuyor mu ya da sizin ihale verdiğiniz müteahhidin işini yapılmaması, eksik yapması. Yapılması gerekenleri zamanında yapmadığınız, tıpkı 2004’te yaşanan hızlandırılmış tren kazasında olduğu gibi gerekli testleri yapılmadan bazı şeyleri hızlı devreye soktuğunuz için olduğunda  sorumluluk doğmuyor mu? Sorumluluktan kasıt doğrudan açık bir hatanın birinci dereceden sorumlusu olmak mı? Yani Ulaştırma Bakanı o treni o gün kullanmadığı sürece bundan sorunlu değil mi? Bu çok temel bir mesele. Bu bakanın açıklamasıyla gündeme geldi ama bu her vesilede her meselede gündeme gelen bir şey. 

Aslında siyasi sorumluluk denilen şey sadece siyasi parti yöneticileriyle sınırlı bir şey değil. Siyasi sorumluluk dediğimiz şey, uygulanan herhangi bir yönetsel faaliyetin, o faaliyeti yaratan tercihlerin oluşturduğu bütün sorunlarla ilgili bir sorumluluk. Bir akademisyenin çalışma odasında öldürülmesiyle ilgili üniversitenin taziye merciinden daha farklı  sorumluluğu olmadığına inanması; daha önce çeşitli meselelerde ister bu büyük ekonomik kriz olsun, ister bir maden faciası olsun, ister bir iş cinayeti olsun, isterse devletin koruması altındaki çocukların kadınların saldırıya uğraması olsun.  Bunların hiçbirinde doğrudan yapan olarak bir hukuki merci tarafından işaret edilmedikçe asla siyasilerin, yöneticilerin bu meselelerin siyasi sorumluluğunu üstlendiklerini görmüyoruz. Bunun örneği yok. Çünkü, böyle bir algı yok. Onların ahlaken bunu üstlenmesi, bu sorumluluğu hukuki bir soruşturmanın olup olmamasına bakılmaksızın üstüne alınmaması önemli. Ama bunun kadar önemli bir başka mesele, bu sorumluluğu onlara hatırlatacak, aslında onlara bunun hesabını soracak bir gücün ve dinamiğin ve algının olması. Evet, yönetici ve siyasilerde sorumluluk alma alışkanlığı, adabı, edebi yok ama bunun sorumluluğunu hatırlatma, bunun hesabını sorma -slogan sözler dışında- bunun da çok fazla olmadığını görüyoruz. Ne muhalefet aktörleri, ne kamuoyu açısından, ne de artık var olmayan ana akım medya açısından. Dolayısıyla, iki taraflı çalışan böyle sorumsuzluk hali cereyan ediyor. Zaten yapılması gerekenler bir başarı hikayesi olarak anlatılırken bunun dışına çıkan sorun üstlenilmeyen, kendileriyle ilgili olmayan bir mesele olarak işliyor. Bu çift taraflı bir siyasi alışkanlık. Bunu üstlenen de yok, bunu zorlayan da yok. 

Vicdani ve ahlaki sorumluluk meselesi nasıl algılanıyor, anlatılıyor?

Ağırlıklı olarak vatandaşlara bindirilmiş yasal yükümlülükler var. Bununla da yetinilmiyor; Türkiye’de giderek etkinleşmeyen yeni tür siyasetin bir de vicdani-ahlaki cenderesi var. Yasal mevzuatın onlara yüklediği sorumluluklar dışında, bir de devleti -aslında devleti derken iktidarda olan yöneticileri- kollamak, onlara söz getirmemek, itaatkar olmak, hatta onlara bu kurallar içerisinde davranmayanlara haddini bildirmek yükümlülüğü bindiriliyor. Vicdanen ve ahlaken de herkesin sorumluluk algısını yönetmeye çalışan bir siyaset tarzı ile karşı karşıyayız. Bunu siyasiler sürekli açık biçimde dile getiriyorlar, görevleri hatırlatıyorlar, aksi davrananları ciddi suçlarla itham ediyorlar.  Bu yetmiyor, bir de bazı uzmanlar çıkıp sosyal medya paylaşımlarından sadece dünyevi olarak değil ruhani olarak da hesap verileceğini anlatıyor. Türkiye’nin en çok para kazanan din ve ahlak konuşmacısı, televizyondaki en popüler uzman diyor ki; sosyal medya davranışlarınız da ahirette hesap olarak önünüze gelecek. Bu dinen doğru olup olmaması başka bir tartışma konusu. Bunun siyasi sonuçlarını söylemek istiyorum. İnsanlara yaratılan ahlaki-vicdani cenderenin ne kadar kuşatıcı olduğunu. Bir üniversitenin rektörü olan başka bir uzman kişi de, yöneticilere biat etmenin dinin gereği olduğunu anlattığında, bunları birleştirdiğimizde bambaşka bir tablo çıkıyor. 

Vicdani ve ahlaki sorumluluk kısmına tarihi bir veçhe de ekleniyor. Ayasofya’da çekilen bir fotoğraf gerekçesiyle bir grup, Ayasofya önünde namaz kıldı, gösteri yapmaya çalıştı. Orada kalabalığı yönettiği anlaşılan kişinin yaptığı konuşmada söylediği bir şey var; ‘Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı bize emanet etti biz emaneti savunacağız.’ Dolayısıyla, böyle bir tarihi sorumluluk da geliyor. Bu sorumlulukla da bütün herkes yükümlü. Bu sorumluluğun tarifinin kim tarafından, ne yapmak üzere yapıldığı boşlukta. İstenildiği gibi tarif edilerek, tarihi, ahlaki dini ve sosyal bir takım sorumluluk alanları çiziliyor. Siyasi alan tamamen bütün sorumluluklardan temizlenirken, insanların sadece siyasi, hukuki, idari sorumlulukları değil ahlaki ve vicdani sorumluluklarının çerçevesi çizilmeye çalışılıyor. Bu büyük bir kuşatma ve cendere faaliyeti. Bu zaten bozuk işleyen yönetici vatandaş ilişkisini tek taraflı yeni bir bozulmayla, daha büyük bir cendereyle baş başa bırakıyor. 

Siyasi sorumluluk ile vicdani-ahlaki sorumluluk ilişkisi nasıl kuruluyor?

Çok sık kullanılan temalar vardır: Örneğin, dürüst siyasetçi. Bir siyasetçinin övünebileceği şeylerden biri dürüstlük olarak ortaya konulur. Bu sadece siyasetçinin değil, insan olan herkesin kendi işini yaparken övünebileceği bir şey olabilir. Bir de hizmet sevdası diye bir şey var. Bu da, millete karşı sorumluluğu anlatan bir şey. ‘Biz hizmete sevdalıyız’ diye bir cümleyi çok sık duyarsınız hatta bu seçimde galiba slogan olarak kullanılıyor. Bu iki tema, dürüstlük ve hizmet sevdası gibi ölçülemez bir takım muğlak kavramlar etrafında, bir özel performansa indirgenen bir sorumluluk anlayışı var. Kendi tarif ettikleri bir dürüstlük ve yine kendi tarif ettikleri bir sevda. Bir de buna ‘dava’ eklenebilir. Siyasi sorumlulukla ahlaki sorumluluğun bağını resmi siyaset dili böyle kuruyor. Ama dürüstlük, hakkaniyet, millete karşı sorumluluk, ülkeye karşı sorumluluk, seçmenlere karşı sorumluluk bir performans meselesi olarak algılanabilir mi? Ya da yöneticilerin siyasetçilerin vicdanına bırakılacak bir alan mıdır?

Burada asıl başka bir dinamik devreye giriyor. Karşı tarafın -bu tablonun pasif tarafında olan seçmen veya yurttaşları kastederek söylüyorum- aynı tür bir performansla karşılık vermesi gereken bir durum var. O da şu; siyaseten sorumluluk, ahlaken vicdanen sorumluluk, sadece yöneticilerin, siyasetçilerin üzerinde bir sorumluluk değil, bu sorumluluğu hem hatırlatmak hem de kendi davranışlarına yansıtmak anlamında herkesin üzerinde. Bu anlamda da seçmenin, vatandaşın, siyasi sorumlulukla ahlaki ve vicdani sorumluluğu birlikte düşünen; ilişkisini kurarken kendisini de içine sokan; buradaki pasif konumunu bahane haline getirmeyen bir tavır içerisinde olması gerekiyor. Bunun da çok işlemediğini görüyoruz. Çünkü genellikle ‘kendine Müslüman’ sözünün tersini çok sık yaşıyoruz; “Başkasına Müslüman”. Yani başkasının dürüst olmasıyla ilgili olan ama kendisinde veya kendi tarafında aynı tür sorumluluğu talep eden, bunun hesabını takip eden bir alışkanlık olmadığını görüyoruz. Bu biraz kimlik veya kutuplaşma siyasetiyle açıklanabilir ama yerleşik siyasi kültürle de yakından ilişkisi var. Çünkü, bu sadece iktidarda olanlarla sınırlı olmuyor. Genellikle daha geniş bir alanda ve hemen herkesin paylaştığı alışkanlık halinde yaşanıyor.

Sorumlu olanlar üstlenmeyince sorumlu tutulanlar nasıl belirleniyor?

Çok yakın bir vadede yaşadık. Yılbaşı gecesi Taksimde bir grup Suriyelinin ÖSO bayrağı açarak bir takım gösteriler yapmaları bir reaksiyon gördü. “Ülkemizde Suriyeli istemiyoruz” diye kampanyalar açıldı. Mesela yine Kayseri’de bir lise öğrencisinin köpekler tarafından saldırıya uğraması üzerine, “önce insan” diye bir kampanya açılıyor. Daha önce yaşadığımız gibi, kadınlara dönük saldırılarda saldırıya uğrayan kadınların hayat tarzını, davranışlarını tartışmaya açmaya kalkan girişimler görüyoruz. Bütün bunlar, toplumsal meselelerde siyasi ahlaki sorumluluktan kaçınanlara karşı, kendisi de mağdur olan sorumlular icat edip, sorumlular yaratıp onları hedef göstererek bir genel rahatlama ya da öfke boşaltma hamlelerinin çok  kolay yapılabildiğini görüyoruz. Ne yazık ki, bu tür girişimlerde sadece sorumluluk mevkiinde olanlar değil, olanlara muhalefet ettiği iddiasında olanların da son derece aktif davrandıklarını görüyoruz. 

Bu tür meseleleri kullanmak siyasi olarak büyük sorumsuzluk. Suriyelilerin varlığını, ülkelerinden kendi iradeleri dışında sürülmüş olmalarını bir suç olarak tarif edip, onların şu anda ülkelerinde ölmemelerini de suçlarının devamı olarak gösterip onları düşmanlaştırmak siyaseten suçtur. Buna sessiz kalmak, bunu başka bir yönüyle kullanmaya devam etmek de vicdanen ve ahlaken de sorunludur. Her ikisi de, önce yakın çevreleri sonra da herkes tarafından hesabının sorulması gereken meselelerdir. Bazen sokak hayvanları, bazen saldırıya uğrayan kadınlar, bazen Suriyeliler, suçlandıkları hiçbir şeyle sorumlu tutulamayacak hatta o suçlandıkları şeyin mağduru olan insanların hedef gösterilerek siyasi bir malzemeye dönüştürülmesi kabul edilebilir değil. Buna karşı reaksiyon vermeyen, vicdani ve ahlaki yükümlülüklerini bir kenara bırakabilen herkes bu süreçte sorumludur.  

Siyasi sorumluluk konusunda bir yaklaşım farkı görüyor muyuz? 

Bu daha çok iktidarda olanların meselesi mi? Kamuoyunu ve gündemi belirleme güçleri açısından onlarda daha çok somutlanıyor. Tren kazası gibi pek çok meselede, doğrudan sorumlulukları var. Bu konularda aldıkları tavırlar ve tutumlar daha belirleyici. Fakat bunun bir yaygınlık kazandığını, bunun sadece yönetenlerle sınırlı kalmadığını görüyoruz. Bunun ikinci bir tarafı var. Pek çok meselede, bu sorumsuzluk halini bir hesap sorma ya da sorumluluğa davet etme anlamında zorlayıcı bir fonksiyon yerine getirmeyenlerin sorumluluğu. Suriyeliler meselesi gibi konularda, o insanların ülkelerinden kopmasındaki gerçek sorumlularla ilgili meseleyi ortaya koymadan, sadece neden ülkelerini gidip savaşmıyorlar üzerinden konuşmak çok büyük bir sorun. Daha gündelik meselelerde de, gerçek anlamda kimseyi sorumluluğuyla sıkıştıran ve söylenildiği gibi hesap soran bir dinamik de görmüyoruz. 

Mesela güncel bir tartışma; meclis başkanının anayasaya aykırı olmamasına rağmen istifa edip etmemesi meselesi. CHP’nin İstanbul adayı ‘beni çok ilgilendirmiyor’ diyor. Siyasiyi bıraktım, herhangi bir insanın açık bir anayasal ihlalini kendi meselesi olarak görmemesi nasıl bir şeydir? Hadi görmedi diyelim bunu söylemesi nasıl bir şeydir? Hadi söyledi diyelim buna tepki almaması, bunun normal karşılanması nasıl bir şeydir? Pek çok şeyde yaşıyoruz; nasıl düzenlemeler yapıldığını, ne kadar kolay kabul edilebildiğini, bütün hesap sorarız sözlerinin, peşini bırakmayacağız vaatlerinin nasıl bırakıldığını. Örneğin, yine seçmen yazımları konusunda daha şimdiden bir takım bulgularla, seçim güvenliği tartışmalarının devam edeceği gözüküyor. Bu konuda muhalefet partilerinin geçen seçim performanslarıyla ilgili herhangi bir sorumluluk almadıkları gibi, ne hesabını verdikleri ne de hesap sormadıkları bir süreç yaşadık.

Bütün bunları bir araya koyduğumuzda, siyasi ve ahlaki sorumluluk meselelerinde kimsenin birbirine fazlaca bir şey söyleyebilecek durumda olduğunu düşünmüyorum. Bunun genel  ve yerleşik bir mesele olarak gündem oluşturması; siyaseti derinleştirme, siyaseti yeniden aktive etme girişiminde önemli faktörlerden biri haline getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Şimdilik bu kadar, tekrar iyi haftalar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.