Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ile “5 Soru 10 Cevap” (19): Fazıl Say konseri ve başörtüsü meselesi

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

Merhaba, iyi haftalar. Bu hafta da 5 Soru 10 Cevap’ta geçen hafta canlı bir gündem maddesi haline gelen iki konuyu birlikte ele alarak konuşacağız. Bir tanesi Fazıl Say’ın konserine cumhurbaşkanının gitmesi ve onun etrafında gelişen tartışmalar. Diğeri de, sosyal medyada başörtülerini açan kadınların yaptığı paylaşımlar etrafındaki tartışmalar. Bu iki mesele aslında aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde meseleleri açısından zaten yürüyen pek çok tartışmayı tetikledi, derinleştirdi. Ama bu iki mesele Türkiye’nin kimlik ayrışması tablosunda önemli bir yere oturdu. 

Erdoğan’ın Fazıl Say konserine gitmesine nasıl bir anlam yüklenmeli?  

Elbette pek çok olayda olduğu gibi bu olayda da, olayın taraflarının gösterdikleri ya da gizledikleri niyetleri ya da gerekçeleri ne olursa olsun yaşanan gelişme, bu niyetlerden ve gerekçelerden daha farklı sonuçlar doğuruyor. Kabaca hadise şu; iktidarla, zaman zaman Erdoğan ile polemiklere girmiş, inanç alanına ilişkin bazı paylaşımları dolayısıyla soruşturmalara konu olmuş Fazıl Say’ın konserine Erdoğan’ı davet etmesi, Erdoğan’ın da ona icabet etmesi. Bu tartışmanın öncesinde Erdoğan’ın Mozart dinlenmesinin istenmesini faşizm yorumu olarak ortaya koyması, yine Fazıl Say ve benzer başka popüler figürlere doğrudan kamuoyu önünde saldırgan tutum takınması zaten zemin oluşturmuştu. Fazıl Say’ın hem daveti, hem de orada çıkan fotoğraflar, duruşlar üzerine yoğun bir tartışma başladı. Bu tartışmanın zeminini oluşturan şey aslında daha önce iktidara yakın gazetelerde çıkan bir takım popüler isimlerle yapılmış söyleşilerle de gündemime gelmişti. Muhalif bilinen ya da muhalif kesimlerin öyle olduğunu varsaydığı isimlerin pek de o kesimleri memnun etmeyecek sözler etmeleri üzerine hep yenilenen bir tartışma var. Popüler figürlerin performansıyla muhalefetin kurduğu ilişki sorunu var. Bazı meslek gruplarının -bunun içerisinde sanatçılar ve gazeteciler çok daha öne çıkıyor- muhalif olmasını mesleklerinden çok kişisel performanslarına bağlayan bir tartışma yürüyor. Cesur olması gereken gazeteciler, muhalif olması gereken sanatçılar gibi tanımlamalar yapılıyor. Oysa ki, bazı meslek grupları üstlendikleri fonksiyonları itibarıyla toplumsal alanda başka görünümler elde edebilirler ama ona mensup insanların diğerlerine göre daha cesur, daha muhalif olması gibi bir mecburiyet ya da kanıtlanmış bir kesinlik olmadığını biliyoruz. Bu tür durumlarda yaşananlar yeni bir travma oluşturuyor. Bir taraftan yenilgi hissi, moral bozukluğu yayılıyor.  “Biri daha teslim oldu’ deniliyor. Bunun da bir normalleşme yaratabileceğine dair avuntularla idare edilmeye çalışılıyor. Bu olayda da böyle tepkiler cereyan etti. 

Açıkçası bu tepkilerin çoğu bir his üzerine kurulu olduğu için, kimsenin özel olarak haklı ya da haksız olduğunu tartışmanın gereği yok. Fazıl Say’ın sanatçı duruşu ya da politik olarak kendine yakın olduğu kanaati olanların, bunun dışında bir davranış gördüklerinde üzüntü duymalarına kimse niye diyemez elbette. Çok açık iki kanat ortaya çıktı. Bir “ne bekliyordunuz zaten” diyenler ve bir de “ne yapsaydı” diyenler. Fazıl Say aldığı tutumla, Erdoğan’ı konserine davet etmesiyle Türkiye’deki politik meselelerin mesulü haline gelmediği gibi sıkıntılı bir iktidarı durduracak asli aktör de olmadığı çok açık. Ama bu tür olaylarda, asıl etki izleyenlerde oluşuyor. O insanların kendilerinden çok, hem Erdoğan’ı hem Fazıl Say’ı kendine yakın hissedenlerin gördüklerinden nasıl resim çıkardıkları ve diğerlerine nasıl aktardıkları önemli oluyor. 

Fazıl Say olayı bir yumuşama işareti mi teslim alma hamlesi mi?

Bu durumdan çok açık bir politik sonuç beklemek gerçekçi değil. Daha önce pek çok konuda,  bu yumuşamanın işareti mi, yumuşama süreci mi başlıyor benzeri tartışmalar da oldu. Bazıları teslim alma, herkesi ele geçirme hamlesi olarak da değerlendirildi. Bu olay da, her şeyi belirleyecek bir sürecin ne başlangıcı ne sonu. Her kanat kendi açısından yorumlamaya tartışmaya, bundan moral bulmaya , bozmaya devam edecek. Fazıl Say’ın Erdoğan tarafından muhalif kimliğinden sıyrılarak otoritesini kabul ettirdiği bir aktöre dönüştürmesinin ne Erdoğan ne Fazıl Say için çok bir anlamı yok. Bunun uğraşılan bir mesele olduğunu düşünmemize de bir neden yok. Ama şu açık, otoriter yönetimler meşruluk arayışında güç alanlarını genişletmek, kendi iktidarlarının normalleşmesini sağlamak için alanı büyütmek yanında buna direnen kesimler için sembol olabilecek her türlü şeyi tahrip etmek, mümkünse yok etmek zorundadırlar. 

Fazıl Say’ın politik aktör olmadığı için artık muhalif ya da Erdoğan’a sert duran biri olmaktan vazgeçirilmesinin Erdoğan’ın iktidar meşruiyeti açsından bir anlamı yok ama iktidarın normalleştirilmesine direnenlerin üzerindeki moral etki çok daha önemli. Bu anlamda, zorlandığında, baskı gördüğünde “yalnız değilsin” desteği bekleyenlerin, tamamen kişisel tercihlerle attıkları adımlarda ın sorumsuz olduklarını söylemenin mümkün olmadığını biliyorum. Fazıl Say bunu söylemedi ama iktidara yakın olmayan isimler de, Fazıl Say’a bu kadar yüklenilmemesi gerektiğini, aslında kendisi açısından bir normalleşme hamlesine katkıda bulunmak isteyebileceğini ortaya koydu. Bu tür değerlendirmeler kamusal alanda yapılan eylemlerin kişiselliği ile açıklanamaz. Dolayısıyla, onun eleştirilmesi de tıpkı normal bulunması kadar doğal bir durum. 

Sosyal medyada paylaşılan başlarını açan kadın fotoğrafları ne anlatıyor?

Türkiye’deki siyasi rollerin hayat tarzlarıyla biçimlenen kimliklerle çerçevelenmesi büyük ölçüde politik tartışmaları biçimsel sembollere sıkıştırıyor. Tıpkı önceki başlıkta, konser olayında konuştuğumuz gibi. Hayat tarzı meselesini, dinlenilen müzikten kıyafete, bıyık bırakmaktan bırakmamaya kadar yayılan semboller üzerinden ve o kimliği biçimleyen kişisel performanslar üzerinden konuşuyoruz. Kutuplaşmanın, kimlik siyasetinin sertliği her türlü toplumsal alandaki tercihlere yansıyor, zemini oluşturuyor, çok kuvvetli linçler gündeme gelebiliyor. Burada da en ağır biçimde mağduriyet yaşayanlar kadınlar. Çünkü kadınların kıyafetleri, tercihleri, hayat tarzları, ahlak ve temel normlarla ilgili sürekli onların gündeme getirilmesi, onları herkesin üzerinde hak iddia ettiği, konuştuğu bir alana sıkıştırılıyor. 

Bu yüzden de, kadınların bu tür çıkışları çok önemli. Zaten bu tür meselelerin kişisel performanstan çıkması politikleşmesi. Başörtüsü bunlardan biri. Önceden yasaklanması dolayısıyla bir özgürlük sembolü olarak politik bayrak haline getirilen başörtüsü şimdi tıpkı İran’da olduğu gibi çıkartılmasıyla yine başka bir özgürlük tartışmasının konusu olması. Kadınların hayatı üzerine onların iradeleri dışında geliştirilen bütün politik baskıları içermesiyle gündeme geldi ve çok önemli bir tartışma doğurdu. Bunun sahiciliği tartışması. Çünkü Türkiye’de ve aslında dünyada kimlik siyaseti üzerine kurulan politik zeminde, insanların kendilerini, isteklerini ifade etmeleri değil, sürekli kendilerini aidiyet çemberlerinin içinde tutmaya zorlayan bir atmosfer var. Bunun dışına çıkan her şey ya şüpheyle ya da ağır suçlamayla karşı karşıya kalıyor. 

Hayat tarzını değiştiren kadınlar şüpheli bir operasyonun parçası mı?

Burada çok ilginç bir durum ortaya çıktı: İktidar cephesinden sembol isimler şüphe ile hatta ağır bir suçlamayla bunun bir örgütlü operasyon olduğunu söylediler. Hem de laik-modern kesimden çok örtüşen iddialar geldi. Aslında her ikisinde de kültürel ırkçılık performansı var. Bu tür komplo ve operasyonlar olmuyor mu oluyor, bunun içerisine bu tür bir çaba giremez mi girebilir, pek çok eylemde olayda olabildiği gibi. Ama bu, oradaki insanların samimi olmasını sorgulama hakkını verir mi kimseye?  Bu açıdan meseleye bakabiliriz. O insanlara karşı oluşan şüphenin, katiye olarak kodlamanın büyük ölçüde kültürel ırkçılık içerdiğini görebiliriz. 

Soru sormak, sorgulamak, kendi özgürlükleriyle ilgili cesur kararlar alabilmek, sanki bir toplumsal kesime, bir seçilmiş gruba aitmiş, bunun dışında olanlar bunun sınırına gelemezmiş gibi davranan bir tavır. Diğerinde de, aynı şekilde yerli olmak, buraya ait olmak, bu toprakların birikimi ile yoğrulmuş olmak sadece belirli bir politik kimliğe mahsusmuş, diğerleri de bunun içinde yer alamaz gibi düşünen ve hayat tarzı üzerinden şekillenen bir kültürel ırkçılığın izlerini görüyoruz.  Sürekli insanların kendi tercihleriyle ilgili kanıtlamaya zorlandıkları, -tıpkı hukuki alandaki yaygın olduğu gibi suçsuzluğun kanıtlanması esasmış gibi- taleplerinin ve varlıklarını kanıtlanmaları gereken pozisyonlara itiliyorlar. Ancak kalabalık kimlik gruplarının içerisinde güvenlikli kalmalarına izin veriliyor. Kendi kimlik grupları dışına çıkabilenler hem kendi grupları açısından hem diğer  gruplar açısından şüpheli olarak benzer linçlerle karşı karşıya kalabiliyorlar. 

Aynılar aynı yerde ayrılar ayrı yerde mi duruyor?

Bu iki vakada da net gördüğümüz gibi, sembol insanları ya da sembol talepleri yalnız bırakmamak, onları desteklemekle, baskılara karşı moral olarak kalabalıkların içine sığınmak, popüler figürler ve semboller bularak onların arkasında pozisyon almanın hayal kırıklığı açısından çok ciddi farkları olduğunu görüyoruz. Yani eğer popüler figürlerin arkasına yerleşerek, onları öne çıkartarak, özel performans gösteren insanlar üzerinden politik tavır kurarsak, zaman zaman hayal kırıklığına uğrama ihtimalimiz yüksek. Ama talepler üzerine kurulmuş, çok küçük alanlarda ama inatla bir şeyi yaratmaya çalışanları  cesaretlendiren tutumlar ise, ne kadar zayıf görünseler, ne kadar başarısız algılansalar da daha kalıcı. Dolayısıyla, şu ya da bu insanın bizim de sevmediğimiz bir şeye reaksiyon verdiğine tanık olabiliriz ama bunlar üzerinden kurulacak birlikteliğin sürekliliği tartışmalıdır. Talepler konusundaki aynılık, “aynılar aynı yerde olması, ayrıların  ayrı yerde olması” çok daha somut bir belirlilik yaratır.  Bu iki olayda da, bu meselelerin farklı cephelerini gördüğümüzü düşünüyorum. Çıkan tartışmaların verimsiz tekrarlardan uzaklaşarak politik netliğe doğru işe yaramasının yolunun da,  talep edilenler konusundaki ortaklığı belirginleştirmek olduğunu düşünüyorum. 

İktidarlar sembol kullanmada -hem pozitif hem negatif anlamda; bazen o sembolleri itibarsızlaştırmak ya da bazen de bağlayıcılık açısından kullanmak anlamında- çok daha avantajlı pozisyondalar. Bazı iktidar sözcülerinin şöyle demeçler verdiğini biliyoruz: Eğer iktidardan inerlerse başörtülülerin sokakta yürüyemeyeceğini iddia eden milletvekillerini duyduk. İktidarların bu tür sembolleri kullanma gücü çok daha fazla. Buna karşılık muhalefette olanların gücü, haklı güçlü taleplerinin olmasıyla mümkün. Bu iki tartışma, bu açıdan da ilham verici olabilir kanaatindeyim, eğer böyle tartışabilirsek. 

Tekrar iyi haftalar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.