Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Yeni Zelanda terör saldırısı, Kuzey Suriye’deki ABD askerleri & Cezayir’de yeni “Arap Baharı” mı?

Transatlantik’te bu hafta Ruşen Çakır ile Gönül Tol, tüm yönleriyle Yeni Zelanda’daki terör saldırısını, ABD askerlerinin Suriye’deki varlığının geleceğini ve Cezayir’deki kitlesel gösterileri yorumladı.

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Transatlantik ile karşınızdayız ve bu hafta Ömer Taşpınar yok. Gönül Tol ile birlikte konuşacağız. Gönül, merhaba.

Gönül Tol: Merhaba Ruşen.

Özledik seni. İzleyiciler de özledi. Hemen girelim, Yeni Zelanda ile başlayalım. Çok vahşi bir terör saldırısında 50 kişi hayatını kaybetti. Camilere yönelik bir saldırı. Ne diyorsun? Beklenen bir olay mıydı ya da ne derece beklenen bir olaydı?

Meseleye Yeni Zelanda siyaseti ve toplumsal yapısı açısından bakıldığında aslında çok beklendik bir şey değil. Çünkü Avrupa’da bu tür şeyleri bekleyebilirsiniz, Amerika’da da aynı şekilde; fakat Yeni Zelanda toplumsal kırılmalarına baktığınızda, bu tür şeyler daha önce olmamış bir ülke. Hatta Yeni Zelanda siyasetini yakından takip eden pek çok insanın Yeni Zelanda’yı tanımlamak için kullandığı bir şey var; diyorlar ki: Yeni Zelanda Avustralya’nın Kanada’sı. Kanada Amerika’dan çok ilerici, toplumsal barışa çok daha yatkın, toplumsal sorunları barışçıl çözme mekanizmasının güçlü olduğu bir ülke olarak  gösterilir Amerika’ya nazaran. Aynı şekilde Yeni Zelanda’nın da Avustralya’ya nazaran çok daha ilerici bir toplum olduğu söylenir. O nedenle şaşırtıcı idi. Fakat global ölçekte bakıldığında, terör saldırısını gerçekleştiren kişinin kimliğine ve vermek istediği mesaja da baktığımızda, aslında bu şaşırtıcı değil. Çünkü terör saldırısını işleyen insan, “Beyaz ırkın üstünlüğüne inanan ve beyazların göçmenler tarafından tehdit altında olduğuna inanan” ideolojinin savunucularından bir tanesi ve bu: Beyaz milliyetçilik. Beyaz milliyetçilik uzunca bir zamandır yükselişte, global olarak yükselişte. Amerika’da da öyle. O nedenle global ölçekte bakıldığında çok çok şaşırtıcı değil. Hatta ilginç bir istatistik vermek istiyorum. Programa başlamadan önce FBI’ın derlediği istatistiklere baktım. Özellikle Amerika’da 2017’de bu tür terör saldırılarının yüzde 59’u bu beyaz gençler tarafından gerçekleştirilmiş. Bu Amerika’da çok güçlü; fakat bunu global bakımdan da bir trend olarak gösteriyor istatistikler. O nedenle bence çok şaşırtıcı değil global ölçekte.

Peki olayı beyaz ırkçılığı ve mülteci-göçmen karşıtlığı diye tanımladın; ama bir de camilere saldırılmış olması ve doğrudan öldürülenlerin Müslüman olması var Bu beyaz ırkçılığında İslam düşmanlığı belirleyici bir rol oynamıyor mu?

İslam düşmanlığı onların gözünde sorunun bir parçası, fakat tek sorun değil. Trump’ın tabanına baktığımızda bu beyaz ırkçılar Trump’ın tabanının önemli bir kısmını oluşturuyorlar. Onların gözünde tabii Müslüman düşmanlığı önemli bir tutkal –onları bir araya getiren–; ama aynı şekilde o öfkelerin, nefretlerin, şiddetlerin hedefi aynı zamanda Meksikalılar. Yani beyaz olmayan göçmen toplumu çok büyük bir tehdit olarak algılıyorlar. Global olarak kullandıkları ortak bir jargon var. O da “Beyaz olmayanlar ırkımızı tehdit ediyor, ülkelerimizi işgal ediyor” diyor. Bu çok önemli; yani işgal sözcüğü çok önemli. Buna değinmek istiyorum, çünkü bu Yeni Zelanda saldırısından birkaç gün sonra Trump aynı sözcüğü, “işgal” sözcüğünü kullandı — Meksikalılara atfen kullandı. Müslüman karşıtlığı bu beyaz ırkçılığın bileşenlerinden bir tanesi, fakat tek bileşeni değil.

Peki Yeni Zelanda’nın özellikle başbakanının bir duruşu var ve genel olarak da takdir ediliyor. Bugün Washington Post’taki yazısının son cümlelerinde de Erdoğan öyle yazmış. Abdullah Gül mesela tweet attı ve övdü.  Medyascope’ta yaptığımız yayınların ve yazıların ne kadar geniş ilgi gördüğünü, sosyal medyada aldığı olumlu tepkileri de gördük. Ama sanki şöyle bir şey var: Çok takdire şâyan bir duruş sergiliyor, ama sanki dünya liderleri arasında çok yalnız bir durumda. Ne dersin?

Kesinlikle doğru.  Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Türk medyası Batı dünyasını suçladı, “Bakın, terörist diyemiyorlar” dedi. Ben ona kesinlikle katılmıyorum. Baktığınızda gerçekten önemli Batılı gazeteler lanetlediler. Fakat liderlerin söylemlerine baktığımızda, aynı şekilde –yani Yeni Zelanda başbakanı kadar– kuvvetli bir tepki vermediklerini görüyoruz. Bunun başında da Trump geliyor. Trump mesela buna terörizm diyemedi. Gazeteci şöyle bir soru yöneltti: “Siz beyaz ırkçılığın yükselen bir trend olduğunu ve dünya barışını tehdit ettiğini düşünüyor musunuz?” dedi ve “Hayır” diye cevap verdi Trump. “Çok marjinal bir fenomen” dedi. Öyle değil. Dolayısıyla Yeni Zelanda başbakanının aldığı tutum gerçekten çok biricikti, takdire şâyandı. Fakat diğer liderler tarafından çok paylaşılmadı. Bu boşluğu da bir parça Erdoğan doldurdu.

Yani bu boşluğu doldurmaktan kastın nedir?

Yani mesela Erdoğan’ın Washington Post’a yazdığı yazıdan tutun, işte, Dışişleri Bakanı’nı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nı Yeni Zelanda’ya göndermesi, sonra seçim mitinglerinde –hiç buna katılmıyorum, buna katılmıyorum; hem insanî hem stratejik olarak yanlış bence– o saldırının dev ekranlarda gösterilmesi..  Erdoğan Müslüman dünyanın liderliğine oynuyor. Kendine ahlâkî bir meşruiyet atfettirmeye çalışıyor; yani: “Dünya sessiz kaldı, ben konuşuyorum; işte, ezilenler, Müslümanlar için ben konuşuyorum” mesajını vermeye çalıştı.

Peki, buradan cevaplar gelmesi endişesi vardı. Hemen Hollanda’da bir saldırı oldu, ama Hollanda’daki saldırının tam mahiyeti anlaşılmadı. Biliyoruz ki zaten Batı’yı kendine düşman edinmiş örgütler var ve özellikle Suriye ve Irak’ta yaşananlardan sonra bunların Batı’yı tekrar terör alanına çevirme stratejileri olduğu söyleniyor, sen bekliyor musun?

Aslında benim beklememin ötesinde istatistikler bunu gösteriyor. Yine FBI’ın bulgularına atıfta bulunmak istiyorum. Diyor ki: Bu tür saldırıları yapanlar –sadece beyaz ırkçıların yaptığı saldırılardan bahsetmiyorum, her tür terör eylemi– aslında sosyal medya aracılığıyla ne kadar yankı bulursa o kadar onu taklit eden saldırılar geliyor ardından. Dediğim gibi, bunun istatistiğini vermiş. Amerika’da mesela 2017’de bir saldırı oldu; aşırı sağcı bir insan, “Sağı birleştirelim” protestosuna karşı protestoda bulunan bir insanı öldürdü. Sonra sinagoga bir saldırı oldu geçen yıl. Sosyal medyada bu ne kadar çok yayılırsa, aslında başka saldırıların yapılma ihtimali artıyor. O nedenle Erdoğan’ın bunu miting alanlarında göstermesi.. Mesela Facebook neden bu bir buçuk milyon mesajı kaldırdığını söylüyor — ki saldırgan bir kamera ile çekiyor  ve sosyal medyaya yüklüyor. O vesileyle bunu paylaşıyor. Hemen Twitter, Facebook adım attı ve bunu kaldırdı. Bunu kaldırmasının nedeni de tam olarak bu. Buna benzer saldırıları önleme stratejisinin parçası bu. O nedenle ben çok problemli buldum Erdoğan’ın bunu mitinglerde göstermesini.

Suriye’ye geçelim. Wall Street Journal bir atlatma haber yaptı. “Daha bir müddet bin asker kalacak ve YPG ile işbirliği sürecek” dedi; ama Amerikalılar yalanladı. Wall Street Journal da ısrar etti. Sen yokken Ömer ile de bu konuyu konuştuk. Trump o askerleri Suriye’den tamamen çekme ısrarında direnemiyor galiba deniyordu. Sen ne diyorsun? Bu haberin sahici olma ihtimali yüksek mi?

Öncelikle şunu söyleyelim: Amerikan Genel Kurmay Başkanı bu haberi yalanladı. Ben bu tür haberleri şu şekilde yorumluyorum: Trump yönetimi içinde Trump’ın Suriye’den çekilme stratejisini çok problemli gören insanlar var. Hem savunma bürokrasisinde hem Trump’ın danışman çevresinde bu kararı geri çevirmek isteyen çok insan var. Bence bu insanlar medyayı da kullanarak Trump’ı sıkıştırmaya çalışıyorlar. Ben böyle bir strateji olarak görüyorum. Kaldı ki Trump Aralık’ta “Hemen çekiliyoruz” dedikten sonra bu tür şeyleri gördük. Dendi ki: “Hızlı değil yavaş çekiliyoruz”. Sonra dendi ki: “200 asker bırakacağız sahada”. Sonra: “Hayır, 400 asker bırakacağız” dendi. Trump Kongre’nin baskısına dayanamadı ve “Irak’taki Amerikan askerlerini IŞİD ile mücadeleye ve İran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlandırmaya yönelik kullanacağız o askerleri” dedi. Fakat baktığınızda bunların hiçbirisi gerçekçi bir siyasete dönüşmedi — dönüşme ihtimali de yok. Mesela 400 asker bırakma işi deniyor ki 200 tanesi güneyde olacak. Bu çok mümkün değil. Güneye mesela askerleri konuşlandırabilmesi için Ürdün hükümetinin desteğine ihtiyacı var. Ürdün de Esad ile ilişkileri normalleştirme aşamasında. Böyle bir desteği vereceğini sanmıyorum. Trump “Irak’ta askerlerimizi İran’a karşı kullanacağız dediğinde”, Irak siyasetinin bütün aktörleri ayağa kalktılar ve İran Amerikan askerî varlığını Irak’ta sınırlandırmak için Irak Parlamentosu’ndan bir yasa geçirmeye çalışıyor. O yüzden bu tür haberler çıkıyor; fakat bunların hiçbiri çözüm üreten gerçekçi siyasete dönüşmüyor. Eğer Trump böyle bir karar verirse –ki artık duruşu başından beri net: Suriye’den çekilmek istiyor–, daha fazla asker bırakma kararı verdi, ben bunu sadece Avrupalı müttefiklere daha fazla asker bulundurma imkânı yaratmak için yapacağını düşünüyorum. Bugün bulunduğumuz noktada da Avrupalı liderler buna çok yanaşacak gibi görünmüyor. İngiltere, Fransa var ve Almanya zaten hiç ilgilenmiyor, “Amerika’nın Suriye’de nasıl bir stratejisi olduğunu bilmiyoruz” diyor. “Amerika’ya güvenmiyoruz” diyor. Fransa ve İngiltere’de benzer şekilde asker koymak istemiyor. Yani Trump asker artırma stratejisini uygularsa o da problemli, gerçeğe dönüşmeyebilir. Bir de tabii şu var;: Amerika’daki güvenlik bürokrasisi kesinlikle IŞİD tehdidinin sona ermediğini düşünüyor. Bunda da haklılar. Daha Irak’ta birkaç haftadır bombalar patladı. Suriye’de mesela IŞİD’in elinde bulunan son bölge var güneyde. Orası küçücük bir alan ve Kürtlerin liderliğindeki güç orayı almaya çalışıyor, ama alamıyor. Bir sürü, binlerce IŞİD militanı var SDG’nin hapishanelerinde. Kürtlerin bunları hapishanede tutma imkânı yok uzun süre. Bu ay neredeyse yüzlerce IŞİD militanı serbest bırakıldı. Washington’da Pentagon’a yakın ve Trump’a yakın bir grup şunu söylüyor: “IŞİD tehdidi bitmedi ve yakın zamanda da bitmeyecek. Bu nedenle diretip  asker sayımızı artırmamız gerekiyor, çünkü Kürtler IŞİD ile mücadelede zayıflıyorlar, geriliyorlar”. O nedenle medya üzerinden bir kampanya yürüttüklerini düşünüyorum ben. Ama sonunda buna Trump karar verecek. Trump da, 2020 seçimleri yaklaşıyor, bu meseleyi kampanyasının önemli bir ayağı haline getirmişti. Öyle bir ortamda ben buna evet diyeceğini düşünmüyorum.

Seni daha fazla yormak istemiyorum, ama bir konuyu daha kısa konuşalım. Olay yeni daha henüz. Cezayir’de yaşananlar var. O kadar etkili olmasa bile Sudan’da yaşananlar var. “Yeni bir Arap baharı?” mı diye bir şey var. Geçenlerde, Tunus Başbakanı’nın Birleşik Arap Emirlikleri’ni çok sert bir şekilde eleştirdiğini gördük. “Yeni Arap baharını engellemek istiyorlar” diye; herhalde Cezayir’i kastederek. Ne diyorsun? Geçen Arap baharı fazlasıyla hayal kırıklığı oldu. Cezayir’de yaşananlar farklı bir şey olabilir mi? Cezayir mesela Tunus’a benzeyebilir mi?

Yani tabii bunu kestirmek çok güç. Bence Arap baharının bana öğrettiği bir şey varsa o da Ortadoğu’yla ilgili çok fazla öngörüde bulunmamak. Cezayir örneğinde düşündüğünüzde olanlar bana şeyi hatırlattı; sen de bilirsin 1988’de benzer sebeplerle toplumsal protestolar olmuştu. Ayaklandılar ve bunun sonucunda belki de Cezayir’in en liberal anayasalarından bir tanesi yapıldı ve rejim çokpartili sisteme geçmeye karar verdi. Sonraki seçimlerin ilk raundunu İslamcılar kazandı. Bunun üzerine ordu müdahale etti, İslamcı partiyi yasakladı. Ardından 200 bin kişinin öldüğü sivil savaş başladı. Cezayir’de 88-89 yılları Cezayir’de demokrasi yılları, Batılı analistlerin Hıristiyan Arap dünyasının en demokratik ülkesi Cezayir dedikleri bir dönemdi ve o dönemden korkunç bir sivil savaşa sürüklendi. Arap baharında da benzer şekilde Cezayir’de böyle dağınık gösteriler oldu; fakat genel olarak Cezayir halkı geri durdu. Bugün yapılan protestolarda da –ki binlerce insan katıldı buna ama– bence birkaç husus var, bunun Arap baharına evrilip evrilmeyeceğini öngörebilmek için. Bir tanesi ordunun nasıl bir tavır alacağı. Mısır’daki ayaklanmanın evrileceği yeri ordunun tavrı belirledi. Tıpkı Mısır’daki gibi, Cezayir’deki ordu aslında statükonun devamından besleniyor. O nedenle belki toplumun daha kabul edebileceği bir aday gösterir. Belki de Cezayirlilerin istediği budur. Bunu da söylemek gerekiyor. Çünkü Cezayirlilerin toplumsal hafızasında o 90’lı yılların sivil savaşı çok yeni ve bu unutulmuyor. 2000’li yıllardan itibaren oluşan o stabiliteyi belki tercih edebilirler. Belki de bir rejim değişikliği değildir istedikleri. Kaldı ki Cezayir toplumuna baktığında, Tunus’ta olan Muhammed Musafi’nin kendini yakması aslında Cezayir’de 2000’li yıllardan beri oluyor. Yani Cezayir halkının bir protesto kültürü var. Bence şu çok önemli nokta: Protesto ederken çoğu kez talep ettikleri şey devrimci bir değişim değil. Yani rejimin değişmesi değil. Aksine rötuşlarla bazı taleplerinin giderilmesi ve bu ayaklanmaların de nereye evirileceğini bence askerin tutumu belirleyecek. Yani halkın, tabanın bu taleplerini karşılayabilecek mi? Yeterince pragmatik olursa karşılayabilir. Bu belirleyecek bence. Fakat dediğim gibi bunun neye evrileceğini söylemek için çok erken.

Evet Gönül, çok sağol, sana geçmiş olsun. Çok da yormayalım. O zaman haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. Gönül Tol ile bu hafta Transatlantik’i yaptık. İyi bir yayın oldu. Kendisine teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.