Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan sözünü neden ve nasıl tüketti?

Cumhurbaşkanı Erdoğan neden seçmen tercihlerini belirleme konusunda eskisi kadar becerikli olamıyor? Bu durum sadece ekonomideki kötü gidişle açıklanabilir mi?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en son “Doyuruyoruz, her ihtiyaçlarını karşılıyoruz, ama yine bize oy vermiyorlar” sözü dikkati çekti. Bu aslında hiç şaşırtıcı bir şey değil. Erdoğan’ın bir süredir artık topluma yönelik, halka yönelik bir hareketlilik sağlayamadığını gösteriyor. Bir savunma hali ve bir anlamda da çaresizlik hali. Ben buna Erdoğan’ın sözünün tükenmekte olması, tükenmiş olması diyorum. Normal şartlarda Erdoğan, daha siyasete atıldığı gençlik yıllarından itibaren hep konuşarak insanları etkileyen bir siyasetçiydi. Bu uzun süre böyle gitti. Ama belli bir tarihten itibaren Erdoğan’ın aslında çok fazla bir şey söyleyemediğini görüyoruz.

Ne oluyor mesela? Seçimler öncesinde başkanlık sistemini savunurken, “Başkanlık sistemi geldikten sonra ülke büyük bir uçuşa geçecek” diyor. Özellikle ekonomide tam tersi oluyor. Ondan sonra 24 Haziran’dan sonra, 31 Mart’tan sonra ve şimdi de en son 23 Haziran’dan sonraya indirgenmiş, seçimden seçime, seçim sonrasında güzel günlerin geleceği vaadinin ötesine gidemeyen bir Erdoğan var. Bu böyle değildi. Erdoğan özellikle Refah Partisi içerisinde siyaset yaptığı tarihlerden itibaren, daha sonra da AKP’nin kuruluşu ile beraber ve başbakanlık yaptığı dönemlerde –ki bence milat büyük ölçüde Gezi’dir, Gezi’den sonra Fethullahçılar ile olan savaşlardır; ama öncelikle Gezi’dir– o tarihten itibaren ileriye doğru konuşan bir Erdoğan’ın yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu görüyoruz.

İleriye doğru konuşmaktan kastım, değişimi, yeniliği, ilerlemeyi şu ya da bu şekilde, ekonomik olarak, siyasî olarak, demokraside, özgürlüklerde ilerlemeyi vaat eden bir siyasetçi yerine, statükoyu savunucu ve statükoyu savunma uğruna da demokrasi konusunda, hukuk devleti konusunda, temel hak ve özgürlükler konusunda, basın özgürlüğü konusunda ülkeyi adım adım geriye doğru götürücü bir siyasetçi ile karşı karşıyayız. Ve artık bunun en bâriz bir şekilde yaşandığı bir dönemle karşı karşıyayız. Bu neden böyle oluyor? Öncelikle kendi bekasını, kendi iktidarını korumayı ülkenin bekasının önüne koymuş bir siyasetçi ile karşı karşıyayız. Kendisine gelen toplumsal ve diğer meydan okuyuşlara karşı değişimi savunarak, ileriye işaret ederek değil, statükoyu savunarak korumaya çalışan, varlığını ve iktidarını korumaya çalışan bir siyasetçi var. Ve bu da tabii diline ve icraatına yansıyor.

Eskiden özgürlükleri öne çıkartma gibi bir iddiası vardı Erdoğan’ın. Şimdi yasaklarını öne çıkartıyor. Eskiden devleti topluma şikâyet eden, toplumu arkasına alıp sistemi değiştirme iddiasında olan bir Erdoğan’ın yerine, şimdi sistemi korumak için gerektiğinde –ki sık sık oluyor– toplumu karşısına alan, halkı karşısına alan bir Erdoğan’la karşı karşıyayız. Böyle bir durum var.

Erdoğan’ın başarısının en önemli nedeni Türkiye’de yıllardır dışlanmış olan bir kesimi, muhafazakâr kesimleri sistemin merkezine taşıyabilmesiydi. Hâlâ bunun karşılığını bir ölçüde alıyor. Ama bunları taşımanın ötesinde, bunun getirdiği bir toplumsal destek var. Ancak bu merkeze taşıdığı kitlelerin merkezde kalabileceğini artık garanti edemez durumda. Daha önceki bir yayında şöyle bir saptama yapmıştım, onu tekrarlamak istiyorum: Erdoğan ile beraber kazananlar, Erdoğan’la beraber kaybetmek istemiyorlar. Artık şu anda yaşanan büyük ölçüde bu. Yani başta söylediğim, Erdoğan’dan başta aktardığım, “Her ihtiyaçlarını karşıladık, ama bize oy vermiyorlar” saptamasının bence büyük ölçüde doğru nedeni bu. Erdoğan’a bir minnet borcu olabilir belli kesimlerin, toplumsal kesimlerin, özellikle dindar kesimlerin.

Ancak Erdoğan’ın bu gidişatının, ülkeyi yönetiş şeklinin, özellikle ekonomide ve demokraside yaşananların, hukuk devletinde yaşananların onların bu kazanımlarını tehlikeye attığını düşünüyorlar. Ve bu nedenle de Erdoğan’la aralarına bir mesafe koyuyorlar.

Ve Erdoğan bunun dilini bulabilmiş değil. Yani bu yaşanan değişimin, kendisiyle toplum kesimleri arasındaki mesafenin tekrar açılmaya başlamasının dilini bulabilmiş değil. Dilini bulamamasının en önemli nedeni de, tam olarak bu gerçekle yüzleşmiyor, yüzleşmek istemiyor belki de. İşte buradan nasıla geliyoruz.

Bir kere, sürekli konuşan bir Erdoğan var. Her vesile ile konuşan, açılışlarda konuşan, mitinglerde konuşan, havaalanlarında bir seyahate gidecekken konuşan, her vesileyle konuşan ve bu konuşmaları anında canlı olarak yığınla kanal tarafından verilen, gazetelerin manşetlerine çıkartılan bir Erdoğan var. Sürekli konuşuyor. Konuştukça sözlerinin değerini azaltıyor. Bunu fark edemiyor olması yadırgatıcı, şaşırtıcı. Ama uzun zamandır böyle. Konuştukça sözlerinin değerini azaltıyor ve başkalarının konuşmasına fırsat vermiyor, alan açmıyor.

Halbuki AKP’nin ilk yıllarında ve belli bir tarihe kadar, Erdoğan yine konuşurdu; ama başkaları da konuşurdu. Kimi zaman Erdoğan’ın söylediklerinden farklı sesler de çıkardı. Ve bu farklılıklardan hareketle AKP kendi içerisinde bir tartışmayı iyi kötü yapıp daha rahat hareket edebilirdi. Şu anda iktidarı eline, tekeline almış olan ve sözü de tekeline almış olan bir Erdoğan söz konusu. Sözü tekeline almış olduğu zaman da kendi sözünün eskidiğini görüyoruz. Yakın çevresi ve danışmanlarıyla Erdoğan’ın İstanbul’da Refah Partisi İl Başkanı olduğundan beri sürekli bir ekip çalışması yaptığını gözlemiş bir gazeteciyim. Bu uzun süre böyle gitti, hâlâ böyle. Çok sayıda danışmanı var. Ama danışmanlarının kalitesinde ve etkisinde çok ciddi bir düşüş var.

Bir zamanlar başbakanlığı döneminde bazı danışmanları gerçekten bir şeyleri etkileyebiliyorlardı. Şu anda herhangi bir şekilde böyle bir danışmanın olduğunu açıkçası bilmiyorum. Genellikle Erdoğan’dan fırsat kalırsa onun duymak istediği şeyleri söyleyen kişiler söz konusu. Bazıları zaten trolleşmiş durumda. Onların sözlerinin pek bir anlamı yok. Arada sırada attıkları tweet’lerde ya da gazetelere yazdıkları yazılarda karşımıza çıkan bazı danışmanlar var. Onların hakikaten hangi fikri Erdoğan’a verdiği konusunda insanların şüphesi oluşuyor.

En önemlisi etrafında şeytanın avukatları yok. Siyasetçilerin, ülke yönetenlerin ya da iktidar sahiplerinin hep düştüğü bir tuzaktır bu. Genellikle duymak istediklerini söyleyen kişileri tercih ederler. Ama halbuki, başarılı olan siyasetçilerin kendilerini rahatsız edecek kişilere ihtiyacı vardır. Geçmiş dönemlerde, AKP’nin başarılı olduğu dönemlerde bu çok ciddi bir şekilde gündemdeydi. Ama uzun bir süredir aykırı söz söyleyen, eleştiren, birtakım itirazlar dile getiren kişilerin tasfiye edildiğini ya da marjinalize edildiğini, küstürüldüğünü görüyoruz. Şu anda Erdoğan’ın etrafında, onu besleyebilecek, onun sözünün tekrar değerli olmasını sağlayabilecek bir insan topluluğunun olduğunu; etkili, nitelikli bir insan topluluğu olduğunu açıkçası düşünmüyorum.

Öte yandan Türkiye’de İslamî câmianın iyi kötü bir entelijansiyası oluşmuştu. Okuyan, tartışan, dünyayı takip eden ve bu tartışmaları Türkiye’ye aktaran ve uyarlayan kişiler vardı. Ama bunların önemli bir kesimi önce Refah Partisi’nin belediyeleri, ardından AKP ile beraber, bürokratlaştı, teknokratlaştı, iktidarın bir parçası ya da eski tabiriyle “apparatchik” oldu. Ve bütün o özgünlüklerini, eleştirelliklerini kaybettiler. Kaybetmeyenler ise, hâlâ belli bir entelektüel duruş sergilemek isteyenler ise dışlandı, etkisizleştirildi, küstürüldü, kendi kabuklarına çekildiler. Dolayısıyla bir fikrî beslenmesi de yok AKP’nin ve dolayısıyla Erdoğan’ın.

Tartışma diye bir şey kalmadı. Tartışma diye yapılan şeylerin çoğu uyduruk, birtakım sözüm ona fetvalar ve kim oldukları belli olmayan –ya da “nevzuhur” diyelim– birtakım isimlerin dile getirdikleri şeyler, bugün Türkiye’nin, Türkiye’de şu anda İslamî hareket diye ilk kamuoyunun aklına gelen isimlerin büyük bir çoğunluğu gerçekten sadece Türkiye değil uluslararası alanda baktığımız zaman vasatın çok altında, herhangi bir pozitif katkıları olamayacak, düşünsel anlamda olamayacak kişiler. Ama toplumun alt kesimlerinin birtakım ihtiyaçlarına cevap verdikleri varsayılarak bu kişilerin belli bir kesimi el üstünde tutuluyor. Bu da sadece Erdoğan’ın değil, bu hareketin, AKP hareketinin ve genel olarak da Türkiye’deki İslamî hareketin sözünü değersizleştiriyor, anlamsızlaştırıyor.

Partinin fonksiyonu kalmadı. Adalet ve Kalkınma Partisi çok dinamik bir partiydi; artık değil. Daha çok bir şirket gibi çalışıyor, ya da bir bürokratik organ gibi çalışıyor. Ve buradan bir beslenmenin de tam olarak yaşandığını düşünmüyorum.

Meclis devre dışı kaldı. Her zaman, 2002’den itibaren AKP’nin Meclis grubunun belli bir dinamizmi vardı. Orada milletvekilleri komisyonlarda ya da bakanların üzerinde etkiliydi; hatta kimi durumda doğrudan başbakana, o tarihlerde başbakan olan Erdoğan’a bir şekilde ulaşabiliyorlardı. Ve birtakım şeyleri, tartışmaları, itirazları dile getirebiliyorlardı. Ama artık AKP milletvekili olmanın, milletvekili maaşı almak ve ayrıcalıklarına sahip olmak dışında nasıl bir anlamı olduğunu açıkçası bilmiyorum. Çok fazla bir fonksiyonları kalmadı.

Bakanlar Kurulu da öyle. AKP’nin başkanlık sistemine gelene kadarki Bakanlar Kurulu, özellikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması ânına kadar, hatta Davutoğlu başbakanlığı dönemini de buna bir ölçüde katabiliriz, Bakanlar Kurulu’nun da iyi kötü bir işlevi vardı. Bakanların iyi kötü bir anlamı vardı. Artık o da yok. Ben şahsen birçok bakanın adını bir gazeteci olmama rağmen bilmiyorum, çok merak da etmiyorum. Bakanların ne yaptığını çok fazla bilmiyoruz. Arada sırada birtakım sivri çıkışlar yaptıkları zaman sosyal medyada görüyoruz. Ve bu bakanlara AKP milletvekillerinin ve AKP teşkilatlarının da çok fazla ulaşabildiğini açıkçası sanmıyorum. Dolayısıyla çok büyük bir kopukluk var tabanla tavan arasında. Ve Erdoğan’la taban arasında da bir kopukluk olduğu kanısındayım.

Erdoğan’ın en büyük özelliği, en büyük avantajı o “halk adamı” imajıydı. Belediye başkanı adayı olduğu tarihten itibaren özellikle hep bunu yaptı, hep bunu kullandı. Ama şimdi onun halkla arasında çok ciddi bir mesafenin oluştuğunu görüyorum, kimi zaman güvenlik gerekçesiyle vs.. Ama son günlerde dikkatinizi çekiyordur. Bakanların ya da Binali Yıldırım’ın iftar fotoğrafları paylaşılıyor. Yoksul evlerde, öğrenci evlerinde yaptıkları iftarlar paylaşılıyor. Bunların büyük ölçüde çalışılmış işler olduğu ortada, seçim nedeniyle yapıldığı ortada, ekonomik kriz nedeniyle yapıldığı ortada. Ama uzun bir süredir toplumla, halkla ilişki konusunda AKP’nin, genel olarak AKP’nin ve adaylarının… hatırlayın, 31 Mart seçimleri öncesinde Ekrem İmamoğlu sürekli halkla ve hatta kendisine oy vermeyen, AKP’nin çok güçlü olduğu yerlerde halkın arasına giderek, onlara temas ederek bir kampanya yürüttü. Binali Yıldırım hep bir mesafe ile gitti. Yeni yeni birtakım fotoğraflarla gençlere, halka ulaşma imajı vermeye çalışıyor.

Ama bu zaten AKP’nin özelliği. Çünkü AKP artık sistem. AKP sistemi olduğu gibi benimsedi. Sistemin içerisinde, var olan sistemin içerisinde kendi işine yarayabilecek birtakım rötuşlar yaptı. Ama Türkiye’de var olan sistemi büyük ölçüde muhafaza etti. Ve şu anda da bütün derdi kendisiyle özdeşleştiği o sistemi korumak, ona dokundurmamak, orada değişime yol açmamak. Dolayısıyla AKP statükocu bir parti oldu, Erdoğan da statükocu bir siyasetçi oldu. Ve statükocu olduğu için de sözünün artık kıymeti azalıyor ve sözü azalıyor. Bugün beka meselesini öne çıkartması, son seçimde öne çıkartması bu anlamda hiç şaşırtıcı değil. Yıllarca değişim olarak giden bir hareket, iyi-kötü, doğru-yanlış ama değişimi, ileriyi söyleyen bir hareketin beka gibi var olanı koruma üzerinden bir sloganı büyük bir hararetle benimsiyor olması hiç şaşırtıcı değil.

Liyâkat-sadâkat dengesi… artık bu zaten çoktan kaçtı. Sâdık olanlarla yürüyen bir hareket, içinde eleştiriyi de, tartışmayı da kesinlikle barındırmaz. Hele bir de Türkiye’de tam böyle bir üniformalı –Ragıp’ın kulakları çınlasın– “apoletli bir medya”yla yola devam edilirse, buradan herhangi bir tartışmanın, dinamizmin, yeni fikirlerin, yeni ufukların çıkması mümkün değil. Bugün var olan egemen medyaya baktığınız zaman… Egemenlikleri de aslında hikâye oldu. Çoktan beri ne okunuyorlar, ne izleniyorlar, ne kamuoyunu etkileyebiliyorlar. Buralara baktığınız zaman, hepsi tek kalıptan çıkmış, hatta onu da görüyoruz, bir editörün yazdığı bir “haber” –haberi tırnak içine alalım, kesinlikle haber değil, başka bir şey– birkaç mecrada beraber aynı anda, virgülüne dokunmadan yayınlanabiliyor. Buralara baktığınız zaman devletin her türlü yetkilisinin her açıklaması önemli açıklama diye duyuruluyor ve baktığınız zaman hiçbir kayda değer, önemli bir şey göremiyorsunuz. Böyle bir medya atmosferi de zaten iktidar için sözün tüketildiğini gösteriyor. Esas dinamizmin yaşandığı sosyal medyaya da bir hukukî müdahale ve de troller üzerinden orada etkili olma çabası görülüyor. Onun da etkisinin iyice azaldığını 31 Mart’ta gördük.

Son olarak, aslında söylenecek çok şey var ama, son olarak şu Pelikan olayına da değinmeden edemeyeceğim. Pelikan olayı Ahmet Davutoğlu’nun başını yiyen ve hâlâ etkisini bir şekilde sürdüren, iktidarın içerisindeki bir grubun kendi içerisindeki birtakım tasfiyeleri, medyayı, sosyal medyayı kullanarak bel altı vuruşlarla tasfiye etme yaklaşımının neredeyse bir resmî politika haline gelmiş olmasının yol açtığı çok ciddi bir sıkıntı da var. Bu sıkıntıyı aşma yolunda herhangi bir çaba gözükmüyor.

Ve dolayısıyla sözün tükendiği bir noktadayız. Tükendiği zaman, artık tamamıyla Erdoğan’dan ibaret olan bu iktidarın da sözü tükenmiş oluyor. Ve dolayısıyla bakın şimdi, şu anda, 23 Haziran’da bir seçime gidiyor İstanbul tekrar. İstanbul için söylenen sözlerin önemli bir kısmı Ekrem İmamoğlu’ndan aparma sözler. Ya da işte, “Her şey çok güzel olacak”ın “Daha güzel olacak” şeklinde evrilmesi. 31 Mart seçimi için bulunduğu düşünülen “Gönül belediyeciliği” gibi kavramların artık pek bir işe yaramadığı, karşılık bulamadığını da 31 Mart seçim sonuçları gösterdi. Zaten 31 Mart’ta, özellikle büyükşehirlerde yaşanan yenilgi, toplumun en dinamik, Türkiye’nin en dinamik kesimleri olan bu sahil şeritleri, büyükşehirler, Erdoğan’ın buralardaki değişim arayışını, değişim ihtiyacını, özlemini karşılayamadığını, bunları karşılayabilecek sözleri üretemediğini gösteriyor.

31 Mart öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan sayısız miting yaptı, sayısız televizyon programına çıktı. Sürekli konuştu. Ama insanların aklında kalacak herhangi bir söz, cümle, vaat edemedi. 23 Haziran’da yine yapacak, yine çıkacak. Bakalım bu sefer insanların aklına kazınacak, onları cezbedebilecek –korkutacak demiyorum çünkü korkutmaya yönelik şeyleri söylüyor, ama cezbedecek–, onların aklını çelecek sözler edebilecek mi? Çok edebileceğini açıkçası sanmıyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.