Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Neden iyimserim?

Ruşen Çakır 31 Mart yerel seçimleri öncesi yaptığı “iyimser” yorumları beğenen ve beğenmeyenlere, neden iyimser olduğunu, YSK kararından sonra iyimserliğini koruyup korumadığını anlattı.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugün biraz iyimserliğimi anlatmak istiyorum. Aslında hep anlattığım bir şey, ama bunu biraz daha analiz etmek istiyorum. Neden iyimserim? İyimserliğim bazılarının çok hoşuna gidiyor, büyük bir çoğunluk aslında beni bu anlamda takdir ettiğini söylüyor; ama epey sayıda kişiden de çok eleştiri alıyorum. Hatta iyimserliğimi bir nevi Erdoğan destekçiliği olarak yorumlayanlar bile var. Yani insanlara sahte bir umut verip ondan sonra da iktidarın ömrünün uzatılmasına katkıda bulunduğumu söyleyecek kadar işi ileri götürenler var. Olay böyle değil, bugün biraz bunu anlatmaya çalışacağım. Önce Birikim’in internet blogunda çıkan Kenan Erçel imzalı bir yazı var, 16 Mayıs’ta çıkmış. “23 Haziran seçimi ve iyimserlik siyaseti” diye. Burada benden ve Ümit Kıvanç’tan bahsediyor. İyimserliğim belli ki artık blok yazılarına konu olacak kadar popülerleşmiş. Bu önemli bir yazı, iyi bir yazı; ama ikinci bölümüne katıldığını söyleyemem, çünkü yazar Kenan Erçel, YSK kararından sonra muhalefetin ikinci seçimi boykot etmesini anladığım kadarıyla daha fazla savunuyor; o ayrı bir tartışma, ama iyimserlik-kötümserlik konusunda söylediklerinin önemli olduğu kanısındayım. Çünkü iyimserlik, iyimser olana bir irade yüklüyor; iyi bir şey olacağını, olabileceğini söyleyen kişi, bir şeyler yapmaya da niyetlenen kişi oluyor. Ama kötümser olan, “Zaten Türkiye’de hiçbir şey değişmez, böyle gelip böyle gidiyor maalesef” şeklindeki yaklaşım, bir anlamda bir edilgenlik, hatta biraz daha abartırsak teslimiyetçilik oluyor.

Bunu biraz ayrıntılandırmam lâzım; ama ilk olarak aklıma gençlerin bilmediği bir olay geliyor: Yıllar önce Türkiye’de 1980’de bir askerî darbe yaşandı, bizzat o günleri çok yakından yaşadım; daha sonra da birçok arkadaşımla beraber askerî cezaevlerine atılmış birisi olarak yaşadım. Kenan Evren ve arkadaşlarının yaptığı darbe çok geniş bir halk desteğine sahip oldu. Kenan Evren’in daha sonra dayattığı anayasa büyük bir çoğunluk tarafından kabul edildi ve sonra Turgut Sunalp adlı eski arkadaşına –daha doğrusu, ordudan arkadaşı emekli Orgeneral Turgut Sunalp’e– Milliyetçi Demokrasi Partisi adı altında bir parti kuruldu. Hatta Kenan Evren, ilk seçimler öncesinde bizzat televizyon konuşması yaparak MDP’ye oy istedi ve o tarihte dışarıdan ürküntüyle izleyen biz de –ki o tarihte ben cezaevinden yeni çıkmıştım– MDP’nin herhalde tek başına iktidara geleceğini düşündük, öyle bir kanı vardı. Ama sonra bir baktık ki MDP üçüncü parti oldu. Yani Turgut Özal’ın ANAP’ı tek başına iktidara geldi; Necdet Calp’ın Halkçı Partisi ikinci parti oldu; MDP en sonuncu oldu. Bu, Türkiye’de benim seçmen rasyonalitesi konusunda ve seçmenin bir anlamda demokrasiye bağlılığı konusunda çok sık başvurduğum bir örnek. Bir taraftan askerî darbeye sonsuz destek verebiliyor, ama belli bir aşamadan sonra onun belli bir sınırı olduğu düşüncesiyle ülkenin çokpartili demokratik sisteme dönmesi için olabildiğince askere uzak gibi görünen yerleri tercih ediyor ve o seçim yenilgisi aslında Sunalp’in değil Kenan Evren’in yenilgisiydi. Kenan Evren bir süre daha cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra tarihin gerçek anlamıyla çöplüğüne atıldı gitti. Onun hakkında konuşan kimse bulmak çok mümkün değil; ama seveniyle sevmeyeniyle Turgut Özal hâlâ Türkiye’de çok ciddi bir fenomen. Turgut Sunalp’in adını hatırlayan herhalde kimse yoktur — Türkiye böyle bir olayı yaşadı. Değişik dönemlerde, belli bir aşamadan sonra ANAP iktidarı da Türkiye’de devre dışı kaldı; daha sonra 2002’de de daha yeni kurulmuş olan AKP tek başına iktidar olabildi. Türkiye’de seçmenin belli bir doyumu var ve o doyumun ardından da başka yerlere doğru tercih yapabiliyor. Tabii ki en önemli husus ekonomi, ama bence tek başına ekonomi belirleyici değil, başka hususlar da var. Özellikle demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusunda Türkiye’de bir geleneğin oluştuğunu artık kabul etmemiz lâzım. Yani Türkiye sağcı bir ülke, Türkiye’de milliyetçilik ve muhafazakârlık çok güçlü; ama milliyetçilik ve muhafazakârlığın içerisinde çok ciddi bir şekilde yükselen, özellikle yeni kuşaklarla, küreselleşmeyle beraber yeni teknolojilerle beraber yükselen bir özgürlükçü akım da var. 

Ekrem İmamoğlu da tam bu akıma kendini kaptırarak, onun getirdiği dalganın üzerine çıkarak Türkiye’de bir şeyleri değiştirmeye talip oldu ve AKP’nin 25 yıllık kalesini, İstanbul’u elinden aldı. Ekrem İmamoğlu’nun elinden devlet yoluyla belediye başkanlığı alındı; ama 23 Haziran’da tekrar en güçlü aday olarak o çıkıyor. Tekrar söylüyorum: Ekrem İmamoğlu bu seçimin galibi, 31 Mart’ın açık bir şekilde galibi Ekrem İmamoğlu. 23 Haziran’ın da galibi Ekrem İmamoğlu; sandıktan ne çıkarsa çıksın, Ekrem İmamoğlu Türkiye’de ve dünyada büyük bir çoğunluğun gözünde İstanbul’un belediye başkanıdır. 23 Haziran’da bu tekrar tescillenebilir ya da bir şekilde devletin imkânlarını sonuna kadar kullanarak Cumhurbaşkanı Erdoğan Binali Yıldırım’ı bir şekilde seçtirebilir; böyle bir ihtimali yok sayamayız, ama Binali Yıldırım seçilse bile Ekrem İmamoğlu bu seçimin, dünkü seçimin ve de önümüzdeki seçimin galibidir. Ekrem İmamoğlu’na baktığınız zaman –burada bir İmamoğlu propagandası anlamında değil, kendisinin siyasî geleceği ne olur, bunu kestirmek mümkün değil–, ama Türkiye’de var olan, oluşmuş olan, olgunlaşmış olan bir pozitif arayışın tam ortasına düştü ve bu pozitif arayışı anladı, buna sahip çıktı. Bu anlamda becerikli bir siyasetçi olduğunu kabul etmek lâzım; yanındakiler de –herhalde ona bu konuda yardımcı olan, akıl fikir verenleri de burada dâhil etmek lâzım– bir şeyi yakaladılar. İşte benim iyimserlik dediğim bu — ki Ekrem İmamoğlu Türkiye’de siyaset sahnesine atılmadan önce de benim bu iyimserliğim vardı, ona denk geldi ve o bize bu iyimserliğin bir şekilde Türkiye’de bir şeylerin ileriye doğru değişimin ve özellikle son dört-beş yılda –belki daha geriden itibaren alabilirsiniz– yaşanan gerilemenin özellikle demokraside, temel hak ve özgürlüklerde yaşanan gerilemenin, şeffaflıkta yaşanan gerilemenin telafi edilebileceğini gösteriyor,. 

Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan iftarda bir gemi konuşması yaptı. Konuşma şöyleydi: 

“Hepimizin de yapması gereken iş, ezanımızın, bayrağımızın, vatanımızın, özgürlüğümüzün, geleceğimizin ifadesi olarak Türkiye’ye gözümüz gibi bakmaktır. O meşhur benzetmeyle, hepimiz 82 milyonluk Türkiye gemisinin yolcularıyız. İçeride ne yaşanırsa yaşansın, geminin gövdesinin sağlam kalmasına, motorlarının işlemeye devam etmesine, rotasından sapmamasına katkıda bulunmak hepimizin görevidir.”

Evet, bu konuşma benim iyimserliğimi perçinliyor. Burada tabii ki bunu yanlış anlamayın; Erdoğan’ın bu söylediklerinde çok da samimi olduğu kanısında değilim. Çünkü kendisi uzun bir süredir siyaseti kutuplaşma üzerinden yürütüyor ve özellikle 31 Mart seçimlerinde de Millet İttifakı’na “Zillet İttifakı” diyerek, neredeyse hepsini terörizmle eşitleyerek mücadele etmeye çalıştı. Beka üzerine insanları korkutarak negatif bir siyaset ve propagandayla seçimi kazanmak istedi ve büyük bir hüsrana uğradı. Bu yaptığı açıklama aslında kendisinin de Türkiye’nin kutuplaşmayla artık çok daha fazla ileriye gidemeyeceğini bir şekilde kabul etmek zorunda olduğunu gösteriyor. Bunun gereklerini yerine getireceğini açıkçası çok fazla sanmıyorum, artık onun için bir geri dönüş olabileceğini sanmıyorum. Çünkü bir yandan bunu söyleyip diğer yandan bambaşka şeyleri yapabiliyor, yaptı. Mesela daha önce konuştuk: Yenikapı’da herkese bir araya getirmek istedi ve Kılıçdaroğlu geldikten kısa bir süre sonra Kılıçdaroğlu’nu yine şeytanîleştirdi. Muhtemelen 19 Mayıs –ki dünkü iftarda ona da referansta bulundu– 19 Mayıs’ta Samsun’da yanında duran Kılıçdaroğlu hakkında çok geçmeden yakında yine birtakım şeyler söyleyecektir. Ama şunu görmek lâzım: Eğer Erdoğan hepimizin aynı gemide olduğu gerçeğini kabul etmek durumunda kalıyorsa, demek ki Türkiye’de bir şeyler değişiyor, iyiye doğru değişiyor — bunun istemeye istemeye kabul ettiği bir şey olduğu kanısındayım. Yani bunu bir birlik ve beraberlik çağrısı olarak değil; tam tersine yaratmak istediği kutuplaşmış Türkiye’nin çok da fazla ileriye gidemeyeceğinin kabullenişi olarak görüyorum. Benim zaten iyimserliğimin en önemli temeli, devlet eliyle yaratılmak istenen kutuplaşmanın artık toplum tarafından istenmemeye başlanması. Belli bir yere kadar geldi; ama belli bir aşamadan sonra, bu mahallelere bölünmüş Türkiye, kutuplara bölünmüş Türkiye’den artık her iki tarafta da çok ciddi bir şekilde bir rahatsızlık yaşanıyor, bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Dün Ahmet Davutoğlu yaptığı iftar konuşmasında da bu konuyu özellikle vurgulamış, o cenahta da çok ciddi bir şekilde artık kutuplaşmadan uzaklaşmak gerektiği vurgusu yapılıyor. 

Bu kutuplaşmadan rahatsızlığın en ciddi bir şekilde AKP tabanında olduğu kanısındayım ve son seçimde CHP adaylarının büyükşehirlerde –İstanbul dâhil– bu kadar oy almalarının ve AKP’nin az oy almasının da özellikle bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bir kopuş var, artık bir bunalma var, bir rahatsızlık hali var. Ama şunu da özellikle vurgulamak lâzım: AKP tabanının karşısında konumlanmış olan kesimin de tam anlamıyla bu gidişatı anlayabildiği kanısında değilim; hâlâ Türkiye’nin çok kötü yerlere doğru savrulmakta olduğu üzerine peş peşe yapılan değerlendirmeler var. Telaffuz etmek istemediğim, ama mecburen yayında şimdi söylemek durumundayım, “iç savaş” lâfının her önüne gelen tarafından büyük bir analizmiş gibi bir ihtimal olarak sık sık gündeme getirilmesi ve bunu da özellikle kendini AKP’ye muhalif, Erdoğan’a muhalif olarak konumlandırılan insanların yapması var. Bu aslında kötümserliğin en zirve noktası, en kötü noktası ve Türkiye’ye en ciddi şekilde rahatsızlık veren noktası. 

İyimser olunca ne oluyor? İyimser olunca diyorsunuz ki: “Türkiye iyiye gidecek, daha iyi olacak, Türkiye kaybettiklerini tekrar kazanacak. Çünkü Türkiye güçlü bir ülke”. Bu sadece bir temenni değil. Şunu kabul ederim; uzun bir süre arkadaşım Haldun Bayrı’yla bu konuları çok tartışırız –Fransızcadan çevirilerini Medyascope’ta görüyorsunuzdur, Galatasaray’dan arkadaşım–, onunla hep böyle bir değerlendirmemiz vardır: Objektif olarak kötümserim, sübjektif olarak iyimserim — ben kendimi böyle tanımlardım. Yani Türkiye’de yaşananlara bakıp, “İşler hiç iyi gitmiyor, doğru, ama Türkiye’de umut hiçbir zaman kesilmez” diyen birisiyim. Gazeteci olarak yaşananların iyi gitmediğini görmemek herhalde imkânsız. Evet, çok kötü gidiyor Türkiye ve Türkiye’nin iyiye doğru gideceğinin maddi karşılığı, bunu delillendirebileceğimiz somut gerekçeler yoktu. Ama artık bir süredir hem sübjektif olarak hem objektif olarak iyimserim. Çünkü Türkiye’de çok ciddi bir şekilde iyimserliği mümkün kılan bir altyapı, toplumsal bir mobilizasyon bir arayış, bir itiraz, bir kabullenmeme hali var, toplumun tüm kesimlerinde bir arayış var, ileriye doğru bir değişim arayışı var ve Erdoğan’ın iktidarının Türkiye’ye hiçbir değişim vaat etmediği gerçeğinin kendi taraftarları tarafından da kabullenilmesi var… Dolayısıyla burada bu değişimi gerçekleştirebilmek için öncelikle bu potansiyelin varlığını kabul etmek gerekiyor. Ondan sonra bu potansiyel nasıl en verimli şekilde hayata geçirilebilir? Bunun üzerine kafa yormak gerekiyor. 

Son olarak kendimizden bir örnek vermek istiyorum: Yaklaşık dört yıl önce biz burada Medyascope’u başlattığımız zaman, genellikle bize kısa ömürlü olacak bir girişim olarak bakıldı. Çünkü Türkiye’nin birçok koşulu, başta basın özgürlüğü karnesi ama aynı zamanda ekonomik zorluklar vs. bütün bunlar, bu işin sürdürülebilir olmadığı duygusunu dışarıdan bakıldığında öne çıkarıyordu ve biz de onlara çok da fazla bir şey diyemiyorduk; ama Allah’a çok şükür, dört yıl içerisinde iyimserliğimizi hiç bozmadık, kararlılığımızı hiç bozmadık; özgürlüğümüzden, bağımsızlığından hiç taviz vermeden dört yılda iyi-kötü bir yere kadar geldik ve şu anda da daha iyiye, daha ileriye doğru gitmek isteyen bir kurum olarak karşınızdayız ve bu kurum artık Türkiye’de ve Türkiye dışında da kurumsal kimliğiyle kabul edilen bir yere dönüştü. Ama baştan baktığımızda, “Türkiye’nin objektif koşulları, bağımsız gazetecilik yapmaya hiçbir şekilde imkân vermiyor” ya da “çok çok zor, imkânsıza zorlukta” tespitinden sonra köşemize çekilmiş olsaydık, bu dört yıllık deneyim hayata geçmezdi. Demek ki her zaman için her koşul altında yapılacak çok iyi şeyler var –bunu biz kendi deneyimimizden biliyoruz– ve şu anda Türkiye’nin somut koşulları da Türkiye’nin ileriye doğru pozitif anlamda, demokrasiye çoğulcu demokrasiye ve temel hak ve özgürlüklerin yeniden tesis edileceği bir ülkeye evrilmesine çok imkân tanıyor. 

Son bir not: İyimserim ama tabii hayatta hep kötülükler oluyor. Bugün Anayasa Mahkemesi (AYM) Osman Kavala’nın bireysel başvurusunu reddetti, o anlamda da umutluydum. Temennimin ve beklentimin gerçekleşmemiş olmasından dolayı çok üzgünüm; ama şunu da biliyoruz ki Osman Kavala’nın herhangi bir suçu olmadığını onu oraya içeriye koyanlar da biliyor, onun başvurusunu reddedenler de biliyor. Ama bir gün Türkiye, çok geç kalmadan bir gün, bütün bu yanlışların hepsini bir şekilde telafi edecek. Bu konuda iyimser olmamak için hiçbir neden yok. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.