Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (194): 23 Haziran İstanbul seçimine doğru – Kemal Can, Ertuğrul Günay ve Mesut Yeğen

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope’un 194. açık oturumunda karşınızdayız. Bu akşam stüdyoda iki, Skype bağlantısıyla bir konuğumuzla, 23 Haziran’da yeniden yapılacak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini ve bu çerçevede siyaseti konuşup değerlendireceğiz. Skype bağlantısıyla Ertuğrul Günay bizimle birlikte. İyi akşamlar, hoş geldiniz Ertuğrul Bey.

Ertuğrul Günay: İyi akşamlar, iyi yayınlar.

Pişirici: Ertuğrul beyi tanıyorsunuz. Eski parlamenter ve AK Parti’nin Kültür ve Turizm Bakanı idi. Hemen sağ tarafımda, gazeteci Kemal Can. Kemal hoş geldin.  

Kemal Can: Hoş bulduk. 

Pişirici: İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi ve sosyolog, Prof. Mesut Yeğen. Hocam hoş geldiniz. 

Prof. Mesut Yeğen: Hoş bulduk.

Pişirici: 16 Haziran Pazar günü, İstanbul Lütfü Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda, CHP’nin, Millet İttifakı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu ile AK Parti ve Cumhur İttifakı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Binali Yıldırım, canlı yayında FOX TV’den İsmail Küçükkaya’nın yöneteceği bir tür açık oturumda kozlarını paylaşacaklar. Önce buradan başlayalım istiyorum. Konuklarımdan, 23 Haziran belediye başkanlığı yenileme seçimi çerçevesinde, şu ana kadar Türkiye’deki siyasi iklimde nasıl bir değişiklik, bizim fark edemediğimiz, onların fark ettiği nasıl bir gelişme  gördüklerini öğrenmek istiyorum. Stüdyodaki konuklarım izin verirse, Ertuğrul Günay’la başlamak istiyorum. Buyurun Ertuğrul bey.

Günay: İyi yayınlar diliyorum herkese. 23 Haziran’a giderken, Türkiye bundan önceki birkaç seçimegöre ilk kez farklı bir umut taşımaya başladı. Ben 31 Mart seçim sonuçları ile 16 Nisan 2017 Referandum sonuçlarının, birbirinin tekrarı olduğunu düşünüyorum. Seçim sonuçları iyi takip edilebilseydi, 16 Nisan Referandumu’nda da aşağı yukarı bu sonuçlar çıkmıştı. Benim gözlemlerime göre, oradaki anayasa değişikliği önerisi geçmemişti. Fakat o zaman, seçim sonuçları ‘’Türkiye genelinde ‘Evet’ oyları kazandı’’ denilerek geçiştirildi. Gece yarısı da ‘’Atı alan Üsküdar’ı geçti” denildi, sonuçlar takip edilemedi. Ama 31 Mart seçimlerinde, yerelden yukarıya sandık sandık ciddi bir takip olduğu için ve muhalefet adayı sonuçların takibi konusunda ciddi bir kararlılık gösterdiği için, 16 Nisan sonuçları bu kez hak ettiği biçimde yansıdı gündeme. O andan itibaren bir umut doğdu; ‘’İktidar seçimle değiştirilebilir. Sandıktan bir başarı elde edilebilir. Her şey sandıkta iktidar lehine çözülebilir’’ teslimiyetinden kurtulma konusunda bir umut doğdu. Şimdi 23 Haziran seçimine de bu moralle gidiliyor. Bunu gün gün elle tutmak mümkün. Bundan önceki seçimlerde, kamuoyu araştırmacıları iktidarın bir seçimi kaybedebileceği konusunda çok temkinli davranırken, genellikle hep iktidar lehine birkaç puanla sonucu açıklama gayretkeşliğine girerken, bu kez farklı şeyler görmeye başladık; bu kez, muhalefet adayının iktidarı geçeceği konusunda bir oylaşma var. Sokaktaki nabız da böyle. Medya büyük ölçüde iktidar tekelinde ama medyayı aşan bir sosyal medya ve sokak söylemi ortaya çıktı. Ve ilk kez, İstanbul seçiminden yola çıkarak, bundan sonraki bir vadede Türkiye’de iktidarın değişebileceği konusunda bir umut doğdu. İstanbul seçimi kazanılırsa, bu, hemen ardından iktidarın değişeceği sonucunu doğurmaz tabii. ‘’Her şey çok güzel olacak’’ sloganı çok güzel bir slogan ama elbette birdenbire her şey çok güzel olmaya yetmez. Yine de ilk defa bir umut doğdu. Ben bu moralle seçime gidiliyor diye düşünüyorum. 

‘’16 Haziran günü yapılacak açık oturum bu denkliği ne kadar değiştirecek’’ diye sorarsanız, belki bazı manipülasyonlar olabilirama çok değiştireceğini tahmin etmiyorum. Uzun bir süredir halkın arasında gözlem yapmaya çalışıyorum. Siyasetin tepe noktasındaki insanlar yerine, sokağın nabzını tutmaya özen gösteriyorum. Benim gördüğüm, 31 Mart’tan bu yana, İstanbul’da ve Türkiye’de, Millet İttifakı kesiminde oydaşma, anlaşma, gayret, ortak emek sürüyor. Ama Cumhur İttifakı kesiminde ciddi bir kafa karışıklığı var. Örneğin, Cumhur İttifakı’nın adayı, Cumhur İttifakı’nın küçük kanadının söylemlerine aykırı şeyler söylemeye başladı. Orada bir kafa karışıklığı ve bir moral bozukluğu olduğu görülüyor. Ben, bu moralle ve bu gayretle gidildiğinde ve sandıklarda da daha da büyük bir gayretle oylara sahip çıkıldığında, 23 Haziran İstanbul seçiminin muhalefet adayı lehine sonuçlanacağı umudunu taşıyorum. 

Pişirici: Mesut Hocamla devam edelim. Son bir haftaya giriyoruz. Sizce nasıl bir siyasi iklimde gidiyoruz, bu birinci sorum. İkinci sorum, pazar günü yapılacak olan bu ‘’televizyon kapışması,’’ adaylardan biri ya da öteki lehine veya aleyhine, bir fark yaratır mı? Siz nasıl değerlendirirsiniz?

Yeğen: 31 Mart’ta oluşan iklim büyük ölçüde devam ediyor. O iklim de, Ertuğrul Beyin söylediği gibi, AK Parti’nin, geçici, gidici olabileceğine dair bir havayı işaret ediyordu. Bu hava hâlâ bizimle birlikte. Hatta biraz daha kuvvetlenmiş gibi görünüyor. Aslında 31 Mart’ta bir sonuç alındı. O sonu da demin söylediğimiz çerçevedeydi zaten. Dolayısıyla, bugün yapılacak şey, orada olmuş olanın bir teyidi olacak. Esas hava bu yönde. Ama benim anladığım kadarıyla bu televizyon tartışması çok bel bağlanan bir şey. Cumhur İttifakı tarafından son anda sarılınan bir ip gibi görünüyor. Çok bir şeyleri değiştirecek gibi görünmüyor. Biraz önce Kemal’e de aktarıyordum; buraya gelmeden önce sahada araştırma yürüten bir grup arkadaşla konuştum. İstanbul seçimleri üzerine bir araştırma yapan Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi (TEAM) diye bir çevre. Onların söylediği; herkes çok kararlaşmış durumda. Hatta Ekrem İmamoğlu’na oy verme kararlılığı çok daha yüksek görünüyor. Kararsız oylar %3 civarında anladığım kadarıyla. Bu saatten sonra bir televizyon programının çok büyük bir dönüşüm yaratacağını söylemek zor. 

Az önce söylediğim gibi, genel iklim 31 Mart’tan bugüne devam ediyor olmakla birlikte, değişen girdiler var. Onlar da daha çok iktidar cenahından gelmiş durumda. Değişen girdilerin önemli bir semptomu, Binali Yıldırım’ın, seçim gezilerini Diyarbakır’da, Urfa’da yapmayı tercih etmesi oldu. Bu da bize şunu gösteriyor: Cumhur İttifakı cenahı, daha önce AK Parti’ye oy vermiş ama 31 Mart’ta oy vermeyen Kürtlere ve muhafazakârlara umudunu bağlamış durumda. Bütün operasyonlar esas olarak bu iki gruba yönelik olarak yapılıyor. Bir üçüncü grup da, esas olarak bu iki kesimden oluşan bir havuz; onlar da sandığa gitmeyenler. Az önce bahsettiğim araştırma grubundan gelen bilgiye göre, burada sandığa gitmeyenler, sadece demin sözünü ettiğim gruplardan ibaret değil; daha önce HDP’ye oy vermiş ama 31 Mart’ta sandığa gitmeyen Kürtler ve CHP’li küskünler var. Görünen o ki, bunların toplamı da Cumhur İttifakı’nın lehine değil. CHP ve HDP’ye oy vermiş ama sandığa gitmeyenler 350bin, diğer taraf 300 bin gibi bir oran. Eğer bunlar daha motive olmuş bir şekilde sandığa gidecek olurlarsa, sandığa gitmeyenlerin önümüzdeki seçimlere yapacağı etki, yine İmamoğlu lehine olacak gibi görünüyor. Orada da şu anlaşılabilir: CHP’lilerin bir kısmı ‘’Nasıl olsa işler değişmeyecek’’ saikiyle,  HDP’lilerin bir kısmı da, herhalde kafası yatmadığı için sandığa gitmemiş olabilir. Ama bu iki kesimi de sandığa götürecek bir iklim oluşmuş durumda. Dolayısıyla, büyük bir skandal, beklenmedik bir şey olmazsa, televizyon programının aman aman bir değişiklik yaratacağını düşünmüyorum. Onu yapmaya meyilli bir AK Parti cenahı, bir medya kadrosu var tabii. Şapkadan nasıl bir tavşan çıkarabilirler bilmiyorum ama galiba biraz geç gibi görünüyor.

Pişirici: Kemal Can?

Can: Ben bu tartışma programından başlayayım. Bu tartışma 31 Mart öncesinde yapılsaydı belki daha fazla şey biçilebilirdi. Ama gene de, kamuoyunda yeterince bilinmediği için İmamoğlu lehine olurdu bence. Şimdiyse, bu bir tür tekrara seçim olarak yaşandığı için adayların farklı yönlerini ne söylediklerini, ne vaat ettiklerini seçmenin öğreneceği bir tartışma olmayacak. Hatta anladığımız kadarıyla, tartışmanın profili de biraz düşük olacak.

Yeğen: Formattan dolayı. 

Can: Evet. 

Pişirici: Formatı da söyleyelim. Öğrendiğimiz kadarıyla 15 soru var. Her iki adaya da aynı soru sorulacak. Üçer dakika da cevap süresi verilecek. Bir buçuk saatte bitecek bir program düşünüyorlar.

Can: Dolayısıyla, buradan olağanüstü bir şey çıkmaz. Ki bu tartışma sırasında adayların birbirine saldırması gibi çok acayip şeyler olmadıkça -ki bu beklenmez- olağanüstü ne olabilir? 31 Mart ile 23 Haziran arasındaki çok önemli fark da aslında iktidar bloku içinde oldu. Hem Mesut hocam, hem Ertuğrul bey de aktardılar; önceki tablolara göre özellikle muhalefet tarafındaki hissiyat meselesi çok belirleyici oldu. İktidar bloku diyorum çünkü orada hem kampanya stratejisi, hem de o ittifakı oluşturan bileşenlerin her birinin, bir tür ayrı çektiği, eklektik ama son derece karmaşık, bütünlükten yoksun, dağınıklık havasını gördük. Belirleyici olan bu. Bence muhalefetteki motivasyonun düşmemesi ve ‘’seçim alınabilir’’ hissinin düşmemesine karşılık, diğer tarafta, hem muhalefetin hissettiği, hem de kendi seçmeninde o eksik kalan motivasyonu tamamlama niyetiyle çıkılan yolda akıl çelmeye kalkarken daha fazla kafa karışıklığına neden olan bir kampanya yürütüldü. Çünkü ‘’Bizim problemimiz nedir ve bunlar konusunda bir takım alanlarda kayıplarımız var. Ama güçlü olduğumuz bir alan var. Buna göre bir strateji kuralım ve bir tercih yapalım’’ demeden, neredeyse bütün alanlardan ama tamamen palyatif hamlelerle sonuç almaya yönelen karmakarışık bir kampanyayla yola çıktılar. Tabii başka bir komplikasyon da şuydu: Binali Yıldırım muhtemelen pazar günkü tartışmada da aynı şeyi yapacak; Bir sürü yeni vaatle ortaya çıkacak. Hatta şimdi ‘’Gençlere kredi, evlenene şu kadar para’’ diye billboardlara da çıktı. Arada üç ay olan iki seçim var. Bunlar planlanmış vaatlerse, niye 31 Mart’tan önce söylemiyordun? Bir tür açık arttırmaya çıkar gibi. Seçmen açısından hava pek cezbedici değil, güven verici de değil. Ama çok daha belirleyici ve kritik olan bir şey de şu: Ertuğrul beye katılıyorum, rakamlar da gösteriyor zaten. 23 Haziran’da nasıl bir sonuç çıkacak bilmiyorum ama muhalefetin, referandumdaki İstanbul tablosuna çok yakın rakamları tutturduğunu görüyoruz. Bu da, üstüne fazla fazla bir şey koyduğunu değil, asıl, öbür tarafta bir problem doğduğunu ve sonucu orada değiştirdiğini görüyoruz. Kendi içindeki bu karmaşıklık yüzünden çözemediği gibi, 31 Mart’ın sembol meselesi olan ‘’Ders verme işinin hâlâ yürürlükte olduğunu düşünüyorum. Çünkü iktidarın değişip başka bir iktidarın ya da başka bir cumhurbaşkanının göreve gelmeyeceğini gayet net bilen ve daha önce iktidar partisini desteklemiş ama şimdi şu ya da bu nedenle rahatsız olan seçmenin, hâlâ bu dersin sadece İstanbul seçimi özelinde verilmesinde bir mahsur görmesi için bir risk, bir neden yok. İktidar 24 Haziran seçimlerinde da aynı temayı kullanmıştı, hatta bunu bizzat Erdoğan söylemişti: ‘’Ders verme zamanı değil, varsa böyle birileri varsa niyetlenmesin. Çünkü iktidar değişir ve neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz.’’ Şimdi yine öyle bir risk yok. İktidar seçmenini iktidar etrafında konsolide edecek bir risk yaratamadılar. Daha önce, 31 Mart’ta beka meselesiyle yaratamadılar. Şimdi de, İstanbul’u kaybederlerse, her şeyi kaybedecekleri bir durum yok. Belki sadece, İstanbul Belediyesi’nden nemalananların durumunda bir şey olabilir hatta çalışanlar da toplanıp bir miting yapmış. Ama İstanbul’daki AK Partili seçmen açısından ‘’Çok tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız, iktidar elden gidiyor’’ gibi bir konsolidasyon yaratabilecek bir risk görünmüyor.

Pişirici: Ertuğrul beyle devam edelim. 31 Mart seçiminden önce, Ekrem İmamoğlu -deyim yerindeyse- İstanbul’da tek tabanca dolaşıyordu. Genel başkan ortada yoktu. Zaten daha sonra da bunun seçim kampanyasının bir taktiği olduğunu söylediler. Ama Ekrem İmamoğlu’nun karşısında Binali Yıldırım değil, Recep Tayyip Erdoğan’la Devlet Bahçeli vardı. Şimdiyse, YSK’nın 6 Mayıs’ta verdiği iptal kararından sonra, sahada Ekrem İmamoğlu’nun karşısında ne Recep Tayyip Erdoğan’ı ne Devlet Bahçeli’yi görüyoruz. Buna mukabil, biraz Binali Yıldırım ve düne kadar da çokça İçişleri Bakan’ı Süleyman Soylu vardı. Bunu neye yormalıyız? Bunun anlamı nedir?

Günay: Mesut bey ve Kemal bey bu konuda biraz ipuçları verdiler, oradan devam edeyim. Geçen seçimde bir strateji uygulandı ve AK Parti’nin 17 yıllık iktidarının ilk iki-iki buçuk yıllık dönemine tamamen aykırı bir söylem ve görüntü ortaya çıktı; Milliyetçiliği aşan, neredeyse şovenizme kayan bir yeni ittifak, onun hırçın dili, adı ‘’cumhur’’ olmasına rağmen cumhurun bir kesimine çok ağır şeyler söylemekte sakınca görmeyen bir iktidar ortağı ve o iktidar ortağının söylemine teslim olmuş gözüken iktidarın asıl büyük parçası… Bütün bunlar olumlu bir sonuç getirmedi. Aslında, 31 Mart’ın ne olacağı, Mart’ın 20’sinden sonra belli olmuştu. Hatırlarsanız, seçime doğru giderken Sayın Yıldırım ‘’Adaylar öne çıkabilseydi, sonuç farklı olurdu’’ diyerek sonucun kendisi için iyi olmayacağını ima eden şeyler söyledi. 

Pişirici: ‘’Ben yarışmadım” bile dedi. 

Günay: Doğru. Zaten söylem de AK Parti’nin bundan önceki seçimlerde alıştığımız, bildiğimiz, hizmet anlatan, milletin geneline hitap eden bir dil değildi. Çok ayrımcı, çok ötekileştirici bir dildi. Bence Sayın Erdoğan da seçimin sonucunu seçimden en az bir hafta önce tam olarak gördü ki seçim gecesi neredeyse bütün adayları karşısına dizip, TRT’den ve bütün kanallardan son bir hamle yapma ihtiyacını duydu. Seçim yasakları başlamadan hemen bir önceki gece, can havliyle, belki kenarından ucundan seçimi kurtarabiliriz gayretiyle, ulaşabildiği kadar çok İstanbul’un mahallelerine ve ilçelerine ulaşmaya çalıştı. Bütün bunların bir sonuç vermediği görüldü; bu keskin ve ötekileştirici dilin, bütün kamu imkânlarıyla seçime asılan adaletsiz görüntünün sonuç vermeyeceği görüldü. 

Ben Kemal Can’a da katılıyorum; AK Parti içinde ciddi bir sorgulama var. Ve bu sorgulama son birkaç yıldır artmaya başladı. Birebir konuştuğunuz zaman birçok insan ‘’Bu tablo bize yakışmıyor, bu söylem bize uymuyor. Biz kimin diline savrulduk? Bu ittifak bizi nereye sürüklüyor’’ sorgulamaları yapıyor. Bunun içinde sıradan sade yurttaşlar var. Partinin yönetim kademelerinde, parlamento kademelerinde yer almış insanlar var. Ciddi bir sorgulama var. Bu, 20 milyonluk bir kitle. Ve bu kitlenin içinde, geçmiş yıllarda ‘’Barış olacak, demokrasi olacak, hizmet olacak, ötekileştirme olmayacak’’ umuduyla oy vermiş çok insan var. Buraya belki çıkarı nedeniyle bağlanan, olumsuzlukları net görmemeye çalışan, giderek marjinalleşen bir kitle var ama bir de, iyi duygularla oy vermiş geniş bir kitle de var. Bu kitlede bir sorgulama vardı. Parti yöneticileri bu sorgulamayı okumuşlardı ki ‘’Bu, hesap sorma, ders verme seçimi değil’’ söylemi gündeme gelmişti. Bence, o ders verme süreci devam ediyor ve artık açığa çıktı. Parti içinde yüksek sesle eleştiriler başladı. Parti içinde ‘’Başka parti kurulur mu veya bir alternatif ortaya çıkar mı?’’ konusunda daha cesaretli söylemler ortaya çıkmaya başladı. İstanbul seçmeni, Türkiye seçmenine göre Sayın Erdoğan’a çok daha fazla aşina. Türkiye seçmeni Sayın Erdoğan’ı belki 17 yıldır tanıyor, onun çizgisindeki değişimi hayretle gözlemliyor ama İstanbul 25 yıldır onunla yaşıyor. Ve 25 yıldır ne istediyse verdi. Ama son 6-7 yıldır, bütün söylemlerin tersine sonuçlar oluyor. ‘’İstanbul’a ihanet ettik, ben de bunun içindeyim’’ sözü Sayın Erdoğan’ın. Bütün bunları AK Partililer yaşadı İstanbul’da. Bütün AK Partililer İstanbul’daki arsa spekülasyonlarının, rant yarışının tarafı değiller ki. İstanbul’daki bu dikey yapılaşmadan, plansız, çarpık yapılaşmadan, İstanbul’un yaşanmaz hale gelmesinden, yeşilin yok edilmesinden, trafik keşmekeşinden şikâyetçi olan öteki partiler olduğu kadar, çok sayıda AK Partili de var. Sanıyorum, bu seçimin sonucunu biraz da onlar belirleyecek. Zaten şunu görmek lazım: Sayın İmamoğlu bu seçimde önemli bir misyon yüklendi. AK Parti ile kendi tabanı dâhil toplumun önemli bir kesimi ‘’Artık yeter’’ deme noktasın, hesaplaşma noktasına geldi. Aslında muhalefet kazanmıyor, iktidar kaybediyor. Cumhur İttifakı’na, sürüklendiği söylenen bu kullandığı dil nedeniyle, ciddi bir ders verme eğilimi var. İktidar bu yüzden kaybediyor. Kaybettiği süreçte de, muhalefet kendi çevresinde gerçekten iyi toparlayacak. Hesaplaşmaya dönüştürmeden, yeni bir kavgaya, yeni bir bölünmeye dönüştürmeden toparlayacak bir de isim buldu. Bundan önceki seçimlerde öne çıkan isimlerden farklı, daha barıştırıcı, daha birleştirici o toparlanmayı, oraya oy vermeyi kolaylaştırıcı bir ismi buldu. Bence asıl bunu görmemiz lazım. İktidar, hem kendi tabanında, hem muhalif çevrelerde ciddi bir ders alma eşiğine geldi. Aslında iktidar kaybediyor. Muhalefet kazanıyor mu? Onu da seçimden sonra, kazanırlarsa ne yapacaklar, orada söyleyeceğiz. 

Pişirici: Şunu tekrar sormak istiyorum: 31 Mart’tan önce, İstanbul’da ayak basmadık yer bırakmayan Tayyip Erdoğan, 6 Mayıs’ta ortalıkta görünmezken, hatta 39 miting yapacağı söylendiği halde ortalıkta görünmezken, onun yerine İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bu kadar ortalılıkta olması bir strateji midir yoksa bir dağınıklık mıdır?

Günay: Beğenelim, beğenmeyelim, Sayın Erdoğan siyasi zekâsı oldukça yüksek bir insan. Buradan, ‘’7 Haziran seçimini tekrarlattı da 1 Kasım’da bir Pirus Zaferi kazandı’’ düşüncesinin gerçekleşmeyeceğini görebilecek kadar siyaseti ve İstanbul’u biliyor. Ben, ilk gece, ikinci gün, üçüncü gün, Erdoğan’ın, İstanbul seçimini içine sindirmese bile, kabul etme eşiğine geldiğini düşünüyordum. Fakat galiba İstanbul’daki başka bazı hesaplar, onu bu seçimi tekrarlatma noktasına itti. Hem ortağı, hem de kendi partisi içindeki bazı çevreler itti. İstanbul’u kerhen tekrarlatma eşiğine geldi. Fakat kazanamayacağını da görüyor. O nedenle geçen seferki kadar kendisini ortaya atmak istemiyor. Çünkü geçen sefer, herkes derinde bir yerde seçimi Binali Yıldırım’ın değil, Erdoğan’ın kaybettiğini gördü. Bu kez öyle olsun istemiyor anladığım kadarıyla o nedenle kendini geriye çekmedi. Sadece o geriye çekmedi, önceki söylemin çok yanlış olduğu görüldüğü için, parti oradan bir miktar dönmeye çalıştı. Cumhur İttifakı da şu anda çok eklektik bir biçimde duruyor. Öbür kanadın ne yapacağı çok belli değil. Soylu hâlâ orayı tutmaya çalışıyor. Ama onun tutma gayreti, AK Parti’nin büyük kitlesine katkı yapmıyor. Bu dil, AK Parti’nin 17 yıllık iktidarının ilk 10-11-12-13-14 yılına aykırı bir dildi. Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’na kattığı ve Soylu’nun sürdürmeye çalıştığı bu dil, toparlayıcı bir dil değil. AK Parti’nin geleneklerine uygun bir dil de değil. O yüzden, Erdoğan bu kez faturayı tümüyle üzerinde taşımak istemiyor. Başkalarına delege etti. Ama bunun sonucunda 23 Haziran’da hesaplaşma nasıl olur, onu şu anda görmem, söylemem mümkün değil. 

Pişirici: Mesut hocam, ilk söz hakkınızda biraz konuya değindiniz, oradan devam edelim. Dediğim gibi, bir tarafta 39 miting yapacağı söylenen Tayyip Erdoğan. Sonra bakıyoruz, onun yerine Süleyman Soylu, -Ertuğrul beyin de dediği gibi- MHP tabanını tutacak bir şekilde, ona ‘’terörist, buna ‘’vatan haini’’ diyerek ortalıkta dolaşıyor. Öbür yandan da Binali Yıldırım, sarılmış Kürt’ün ipine, Diyarbakır’da Urfa’da miting yapıyor, o iple kendini yukarı çekmeye çalışıyor. Bu ikisi arasında kalan İstanbul’daki Kürt seçmen ya da HDP seçmeni, hangisinden etkilenir? Etkilenir mi? Yoksa o demin sözünü ettiğiniz araştırma merkezinin ifade ettiği gibi, artık kararsız oranı çok azalmış durumda, herkes net kararını vermiş mi? Buna Kürt seçmen de dâhil mi?

Yeğen: Demin aktardığım Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi (TEAM), 31 Mart sabahı bazı sonuçlar açıkladı. O akşam sonuçlar teyit edilince, güvenilir bir araştırma yaptıkları ortaya çıktı. O açıdan bugün aktardıkları bilginin de çok güvenilir olduğunu söyleyebilirim. Söyledikleri, kararsızların toplam %3 civarında olduğudur. İmamoğlu’na oy vereceklerin %96’sı kararlı görünüyor. Diğer taraf da %94. Dolayısıyla orada çok büyük bir değişiklik olacağı görünmüyor. Ama demin açtığınız konuda görmemiz gereken bir kişi daha var, o da Bahçeli. Bahçeli de sahaya çıkmadı. Sadece Erdoğan çekilmiş değil ‘’İstanbul’a mitili atacağım’’ diyen Bahçeli de ortada yok. Onu ikame etmek istiyor olabilir.

Pişirici: Duyduğumuza göre, Bahçeli mitili hafta sonu Sheraton Oteli’ne atacakmış. Bir takım seçmen örgütleri ve sivil toplum örgütleriyle Sheraton Oteli’nde bir dizi program gerçekleştirecekmiş. İstanbul’a pazar günü gelecekmiş. 

Yeğen: Hem Erdoğan hem Bahçeli açısından, başta söyledikleriyle çok uyumlu olmayan bir durum ortaya çıkmış gibi gözüküyor.Bugün de İbrahim Kalın’dan ‘’Biz 39 miting yapacağız gibi bir şey asla söylemedik’’ açıklaması geldi. Ama söylenmiş olanlar ortada. Dolayısıyla bir geri adım atma var. İki lider de risk almak istemiyorlar. Bu boşlukta Süleyman Soylu’nun ortaya çıkması kendi inisiyatifi midir yoksa AK Parti MYK’sının bir tercihi midir onu bilebilecek durumda değilim. Süleyman Soylu da bu kadar sahne aldıktan sonra ve seçim başarısı da neticelendirilirse bunun kendi akıbeti açısından ne anlama geldiğini herhalde biliyordur. Bunu bile bile yaptığına göre değişik bir hesap olduğu ortada. Ya da belki de birileri Erdoğan’ı ‘’Bu son hamlemizi yapmamıza izin ver’’ diye ikna etmiş olabilir. Erdoğan da bunu geri çevirmemiş olabilir.

Ama benim gördüğüm ve aktarılan bilgiler de doğruysa eğer, bütün bu Kürdistan lafları, PKK lafları, Çavuşoğlu’nun yaptığı Irak Kürdistanı ziyareti vs. muhafazakâr Kürt seçmende bir kısım hareketlilik yaratabilir. Ama AK Parti’nin derdine derman olacak hacimde bir hareketlilik olacağa benzemiyor. Aksine, bir kısım araştırma şirketlerinin sızdırdıkları doğruysa, fark öncekine göre daha da açılmış durumda. Dolayısıyla, muhafazakâr Kürtlerin son gayreti de AK Parti’ye pek yetecekmiş gibi görünmüyor. Aksine bir durum söz konusu; demin söylediğim gibi, sandığa gitmeyen çok sayıda HDP’li Kürdün sandığa gidip İmamoğlu’nu desteklemesi daha muhtemel gibi görünüyor. Kürtler söz konusu olduğunda, Kürtlerin toplam etkisi, sanki farkın açılmasına neden olacak gibi. O açıdan da AK Parti farkı kapatabilecekse başka yerlere müracaat etmek zorunda. Ama onun için de çok vakit kalmadı. 

Bana aktarılan ilginç bir bilgi de şu: ‘’31 Mart seçiminde, AK Parti’den kimler yüz çevirdi, sandığa gitmedi ya da İmamoğlu’na oy verdi?’’ sorusunun cevabı, daha çok esnaf, erkek ve krizi ilk etapta hissedenlerdi. Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’nin aktardığı bilgi şu yönde: Bu kez, kadınlar ve gençlerde de bir kayma var. Dolayısıyla, daha önce İmamoğlu’na oy vermemiş bir kısım kadın ve genç de, sanki İmamoğlu’nu tercih edecek gibi görünüyor. Bütün bunlar doğruysa, fark 31 Mart’takinden daha büyük olacağa benziyor. 

Pişirici: Kemal Can, Tayyip Erdoğan ne kadar ortada yoksa Devlet Bahçeli de o kadar ortada yoktu. İsmail Küçükkaya’nın moderatörlüğü netleşince, birden birkaç tweet atarak ortaya çıktı; ‘’İsmail Küçükkaya nereden çıktı’’ diye haykırdı. ‘’O, bize ve ittifaka karşı tavır alana bir gazetecidir. 16 Haziran’da onun yöneteceği bu açık oturumu izlemeyeceğim’’dedi. Bugün Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’la bir araya geldi, 40-45 dakika görüştüler. Görüşmeden sonra açıklama yapılmadı. Fakat MHP’den, görüşmeyi izleyen, orada bulunan gazetecilere şöyle bir bilgi verildi: “Bu görüşmeyi biz talep etmedik. Görüşmeyi Tayyip Erdoğan talep etti. Onun talebiyle Genel Başkan’ımız buraya geldi.’’  Bütün bunların bir anlamı var mı? İkinci sorum da, 23 Haziran için Bahçeli’nin cumartesi-pazar İstanbul’da çalışacak olmasının yaratacağı bir fark olur mu? O cephe için nasıl bir değerlendirmen olur?

Can: Bugünkü görüşme dâhil, 31 Mart’tan bu yana ittifak içerisinde nasıl temaslar oldu, nasıl görüşmeler oldu çok az bilgiye sahibiz ama yüzeyde gördüklerimizden okumaya çalışınca şöyle bir resim görünüyor: Aslında 31 Mart’tan sonra ağırlıklı olarak muhalefet seçmeninden yeni oy kazanmak değil, kendi seçmeninde eksik kalmış motivasyonu tamamlamak üzere motive olmuş bir ittifak var. Burada da herkesin mutabık kaldığı ‘’31 Mart’ta biraz dozu kaçırdık’’ havasıyla bir hafif dil değişikliği intibası, seçim yenilenmesinin hemen sonrasında konuşuluyordu. Bunun devamında ise bence şöyle bir süreç yaşandı. Evet, Erdoğan önemli ölçüde geri çekildi. Aslında çok yakın dönemde daha fazla geri çekildi. Ondan önce, bu seçim yenileme meselesi ve itirazlar sürecinde de bir hafta kadar bir suskunluk dönemi yaşamıştı. O zaman Bahçeli çok ataktı. AK Parti içerisinde bazı isimler ‘’çaldılar’’ meselesi üzerinden giderek itirazı biraz zorladılar. Tayyip Erdoğan ise Türkiye için uzun sayılacak bir süre nötr kaldı. Hatta ‘’Parti içerisinde kabullenmeye yakın bir kanat var’’ söylentileri çıktı. Ama sonra birdenbire  ya kendi tercihiyle ya  zorlamayla, Erdoğan’ın bu seçim yenileme meselesine bir enerji aktardığını gördük. Ama daha sonrasında, biraz önceki turda konuştuğumuz o eklektik politika, ‘’Kürtlere başka bir şey söyleyelim, ekonomik krizden etkilenenlere başka bir şey söyleyelim, dolayısıyla biraz sertliklerimizi azaltalım. Aday öne çıksın, liderler geride kalsın’’ stratejisi yapıldı. Bahçeli de konuşmadı değil, konuştu. Fakat durum şöyle bir etki yarattı: İktidara yakın medya Bahçeli’nin ve MHP sözcülerinin görünürlülüğünü bilinçli bir şekilde kesti. Bahçeli daha önce de tweetler attı, daha önce de açıklamalar yaptı, grup toplantısında konuşmaları oldu. Ama bunların görünürlülüğü bariz bir biçimde geri çekildi. İktidar medyası, ‘’Bahçeli fazla görünmesin’’ tavrını biraz fazla gösterdi. Son olarak da -kulisten aktarılan bilgilere göre- İmamoğlu- Yıldırım tartışmasının istişare edilmeden yürütülmesi bir takım rahatsızlıklara sebep oldu. Sonuçta Binali Yıldırım Cumhur İttifakı’nın adayı ve Cumhur İttifakı’nın bu konuda bir kararı olacaksa, hesaba katılmamasından kaynaklı bir rahatsızlık yarattı. O bahsettiğin çıkış da buna bağlıydı; Bir tür ‘’Tamam, ben sizin bir takım kesimlerin aklını çelmeniz için bir şeyler yapmanıza şimdilik sessiz kalıyorum ama bunu çok da abartmayın. Beni yok sayarak bunu yapamazsınız’’ tavrını gösterdi. Biraz önce Mesut hocanın söylediği gibi, Süleyman Soylu’nun, kendi adına, kendi siyasi kariyerindeki pozisyonu garantilemek için mi yoksa bir ‘’kesin’’ adına mı sözcülük yapması gibi, Bahçeli’nin de, seçim sonrası tabloya dair bir şey gösterme ihtiyacı duyduğunu düşünüyorum. Çünkü artık pek çok anket ve araştırma şirketi, hatta iktidara yakın olduğu gayet iyi bilinen araştırmacılar bile, kolay kolay kapanamayacak bir farkın yavaş yavaş oluşmaya başladığını, muhalefet lehine bir tablonun belirginleştiğini söylüyor. Eğer böyle bir tablo varsa ve biraz önce Ertuğrul beyin söylediği gibi, bir tür, bunun da kabullenilmesine bir mecburiyet olarak bakılmaya başlandıysa, bugün iktidar blokunda seçimin sonrası konuşuluyor, düşünülüyor, hesaplanıyor ve bütün adımlar ona göre atılıyor olmalı. Ben de böyle olduğunu düşünüyorum. 

Pişirici: Üçüncü turda bunları konuşacağız.

Can: Çünkü Bahçeli’nin söylediği lafı da, Erdoğan’ın Bahçeli’yi çağırmasını da, Soylu’nun atağını da, ‘’23 Haziran sonrasına dönük’’ diye okumanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. 

Pişirici: Hemen bu konudan devam edelim ve Ertuğrul beyle başlayalım. ‘’Ortalarda görünmeyen bir Recep Tayyip Erdoğan’’ var dedik. Dün gece birdenbire, AK Parti Genel Merkezi’nde, grup toplantısı dedikleri bir toplantıyla ortaya çıktı. Aslında mevzu, askerlik kanunu ile ilgili AK Parti Grubu’nu bilgilendirmekmiş. Onu konuşmasının sonuna doğru öğrendik. Ama oraya gelinceye kadar pek çok konuda konuştu. Bir cümlesi de şuydu: ‘’Ankara’da da, İstanbul’da da kaybetmedik. Her iki yerde de kazandık. Ama biz buralarda sadece vizyon ve vitrin noktasında kayba uğradık. Yoksa İmamoğlu’nu ve Mansur Yavaş’ı çalıştırmayız.’’ Bir başka önemli şey de şuydu: Kemal, ‘’23 Haziran’dan sonra kaybedilecek bir İstanbul sonrasını konuşuyorlar’’ diye ifade etti ya, tam olarak söyleyemeyeceğim belki ama mealen ‘’Partimizin içinden yeni bir parti çıkarmaya çalışanlar var. Geçmişte de oldu. Grup dahi kurdular. Ama başarılı olamayacaklar”. “Eşref-i mahlûkattır insan”dan lafa girerek, sözü, ‘’şerefi olmayan insanlara’’ doğru götürerek, kendi tabanının anlayacağı bir biçimde, yeni bir parti kurmaya ve o partiyi kurarken AK Parti’den bir şeyler koparmaya çalışanlara kendi üslubunca seslendi Erdoğan. O halde bir sorum şu olacak size Ertuğrul bey: AK Parti 23 Haziran’da İstanbul’u kaybederse, şimdi Ahmet Davutoğlu’nun açıkça, Ali Babacan’a ise atfedilen yeni parti çalışmaları hızlanır mı? Bir sonuç alır mı? Oradan bir şey çıkar mı? İkinci sorum da, Tayyip Erdoğan’ın dün gece ısrarla söylediği ‘’Biz belediyede beş yıl buradayız, hükümette dört buçuk yıl buradayız. 2023’ü hep birlikte kutlayacağız’’ vizyonu, İstanbul yenilgisinin ardından parçalanır mı parçalanmaz mı? Ne dersiniz?

Günay: Bu, bir lider için beklenmedik bir söylem değil. Kendi sorumluluğunu tartışma konusu yaptırmayanların, yapacağı en kolay savunma, “Vizyonumuz eksikti, liderimiz eksikti, adayımız yanlıştı” noktasında işi adaylara fatura etmek. Ama bu İstanbul seçimi, 31 Mart seçimi, bundan önceki birkaç tartışmalı seçim, adaylara fatura edilerek geçiştirilecek sonuçlar değil. Bence, 16 Nisan Türkiye’de çok önemli bir kırılma noktası. 16 Nisan’da bir Anayasa Referandumu yapıldı. Ardından da 23 Haziran’da, 16 Nisan kurallarının uygulanması doğrultusunda, bunun önünü açan bir erken seçim yaptı. O tarihten sonra koalisyona ihtiyaç olmayacaktı, ekonomide sorun olmayacaktı, sosyal barış olacaktı gibi bir takım boş vaatler ileri sürüldü ve hiçbirisi olmadı. Türkiye bugün siyasi, ekonomik ve sosyal olarak çok ciddi bir yıkım yaşıyor. Bu da, 16 Nisan’da Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan o ucube sistemden kaynaklanıyor. Bunu herkes görüyor. Adalet ve Kalkınma Partisi içindeki sağduyulu insanlar da görüyor, öteki partilerdeki insanlar da görüyor. Biz bu yanlışa, ta 2007’de parlamentoda 367’yi zorlayarak, parlamentonun cumhurbaşkanı seçmesini engelleyerek, zorlayarak çıktık. Bunun sonucunda böyle bir sisteme geldik. Bunun değişmesi gerektiğini herkes görüyor. 

İktidar 23 Haziran’ı kazansa da kaybetse de, aslında siyaseten kaybetti. Yani bu kadar zorlamadan sonra, diyelim ki İstanbul seçimini bu kez 15 bin oyla bunlar kazandı. Kimse bunu ‘’kazandılar’’ diye kabul etmeyecek. Ciddi bir karizma yırtılması, karizma kayboluşu var. Bu da özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşundan itibaren, neredeyse 10 yıldır ısrarla ve kararlılıkla sürdürdüğü bütün söylem ve eylemlerinden çok farklı bir yere savrulmasından ortaya çıktı. O günkü yasaklara, yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı söylemden, bugünkü yasakçı, yoksulluğu kitleselleştiren ve yolsuzlukları görmezden gelen bir noktaya savruldu. Bunun karşısında da, muhalefet, bu son seçimdeki biraz konjonktürel ve biraz iktidarın artık tartışılmaz bir hale gelen yorgunluğundan kaynaklanan başarının ve birkaç belediye değişiminin dışında ne yazık ki ciddi bir varlık gösteremedi. Benim gördüğüm, Türkiye’de iktidarıyla muhalefetiyle, siyasette ciddi bir yıpranma var. Bu biraz Adalet ve Kalkınma Partisi’ni gündeme getiren döneme benziyor. Anımsayınız; orada da parlamentoda 3 partili bir koalisyon vardı. Ecevit-Bahçeli-Mesut Yılmaz koalisyonu vardı. Bir erken seçimde, parlamentonun hem iktidarındaki 3 parti, hem muhalefetindeki 2 parti barajın altında kaldı. Ciddi bir siyasi çöküş yaşadık. Benzer bir siyasi çöküş yaşıyoruz. Benzer siyasi bir çöküşten, benzer partilerle çıkılamaz. Yeni bir siyasi harekete ihtiyaç var. Ama bu yeni siyasi hareket, örneğin İYİ Parti’nin olduğu gibi, MHP’nin içinden çıkmış ve bir anlamda MHP ile yarışan bir parti olursa, bir şansı olmaz. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin içinden çıkmış, onunla boy ölçüşmeye çalışan bir siyasi hareket olursa, buradan sonuç alınamaz. Türkiye’yi kucaklayan, Türkiye’nin bu son yıllardaki şikâyet ettiği konulara dair, barıştırıcı, birleştirici yeni çözümler üreten, çoğunlukçu değil, çoğulcu olan, çoğulcu kültür, çoğulcu siyaset, saydam siyaset gibi konuları gündeme getiren yeni bir siyasi hareket olmalı. Elbette Adalet ve Kalkınma Partisi’nin içinden de, öteki partilerin içinden de ve bütün yeni partilerde olduğu gibi dışarıdan da bir dolu insan bulabilir. Tayyip Erdoğan’ın bunları eleştirmeye hakkı yok. Kendisi de bir partinin ortasından ayrılıp, o partinin belediye başkanı iken, iddialı bir üyesi iken, milletvekilleriyle birlikte ayrılarak yeni bir parti kurdular. Yani bunlar siyasetin doğasında vardır. Siyaset tıkandığı zaman, siyasetin aleti, siyasi partilerdir. “Kem âlâtla kemâlât olmaz” diye bir söz vardır. Siyasetin aletleri yıprandığı zaman yeni bir araç, yeni bir mekanizma, yeni bir örgütlenme gerekir. O da, yeni siyasi partilerdir. tabii bu birilerinin işine gelmeyebilir. Yani bütün eski siyasi partilerin işine gelmeyebilir. Ama Türkiye yeni bir siyasi oluşumuna gebe. Bunu tartışılan isimlerden tümüyle bağımsız olarak söylüyorum; belki hiç aklımıza gelmedik yeni isimler ortaya çıkacak. Ama Türkiye’nin barıştırıcı, birleştirici, çoğulcu, ‘eşit yurttaş’ kavramını özümsemiş ve içselleştirmiş, başkasının başına bir şey geldiği zaman susan değil, örneğin; kendi seçimi iptal edildiği zaman kitleleri ayağa kaldıran, ama birilerinin kazandığı seçim elinden alındığı zaman susan değil, her türlü haksızlığa, başkasının başına gelen haksızlıklara da karşı çıkacak olan, çoğulcu, adalet ve eşitlik kavramına dayanan, katılımcı, saydam ve her şeyin hesabını verebilen yeni siyasi hareketlere ihtiyacı var. Buna Erdoğan veya başkaları karşı çıkabilir. Ama Türkiye bu sancıyı yaşıyor ve bence, asıl o yeni siyasi hareketler toplumun beklentileri doğrultusunda ortaya çıkarsa, işte o zaman her şey çok güzel olacak. 

Pişirici: Mesut hocam, 23 Haziran’dan sonra Ekrem İmamoğlu veya Binali Yıldırım, -artık kim kazanır, kim kaybederse- Türkiye siyasetinde yeni aktörler, yeni partiler, yeni eğilimler gerçekten de ortaya çıkar mı? Bu birinci soru. İkincisi de; Bu seçmen bütün bu olup bitenlerden, bu kadar seçim meselesinden ve bir taraftan da dayanılmaz bir şekilde ekonomik krizin bastırmasından, işsizlik  ve enflasyon artışından sıkılmamış mıdır?

Yeğen: Yapılan seçimler Türkiye’nin sorunlarını çözmüş olsaydı tabii ki sıkılmış olurdu ve “artık seçime gerek yok” derdi. Ama yapılan seçimler ve referandumlar Türkiye’nin sorunlarını katmerleştiren sonuçlar üretti. Bu durumdan da çıkmak için, kitlelerin de demokrasilerin de elinde seçimden başka bir alet yok. Dolayısıyla  evet, insanların bir kısmı belki “Yeter” diyecektir. Ama öte yandan da hakikaten daha gelişkin başka bir aletimiz yok. Fakat bence önümüzdeki dönemdeki siyasi gidişatı şekillendirecek tek faktör bu seçim sonuçları olmayacak. Çok önemli bir şey oluşturacak. Benim tahminim, bu saatten sonra hiçbir şeyin değişmeyeceği ve İmamoğlu’nun kazanacağı. Bu da aslında 31 Mart’ta aldığımız sonucu teyit edecek. Yani AK Parti yenilebilir, Erdoğan yenilebilir. AK Parti içerisinde de artık daha kuvvetli sorgulamalar başlayabilir. 23 Haziran bu neticeyi üretecek, ama bu tek bir faktör. 

Türkiye siyasetini epey meşgul edecek iki faktör daha var: Birincisi ABD ile ilişkiler ve genel olarak Batı ile ilişkiler, ikincisi de tabii ki iktisadi gidişat. Bunlar da bu ilk katara eklenecek ve karşımıza üç tane vagon çıkacak. O üç vagon, Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki siyasi gelişmelerini, yeni aktörlerin çıkıp çıkmayacağını vs. etkileyecek. Erdoğan, bütün bunların bir araya gelmesinden oluşacak vakumu yönetecek kapasiteye sahip gibi görünmüyor artık. Hatta şu son bir haftadır verdiği işaretler, o vakumu çok kabullenmemeye dönük bir şeyler yapacağına delalet ediyor. Açıkçası o da kişisel olarak beni endişelendiriyor. Yani şu ana kadar verdiği işaretler, durumu kabullenip, bir geri adım atıp, daha kuşatıcı bir çizgi geliştireceğe çok benzemiyor. Dolayısıyla ben en geç Eylül, Ekim gibi muhakkak yeni aktörlerin, yeni söylemlerin, yeni önerilerin siyaset sahnesine gireceğini düşünüyorum. Ama onlar mevcut dalgayı biraz daha büyütür ve AK Parti biraz daha geriletilir mi, yoksa çatışma durumunu mu daha canlandırır, açıkçası o konularda pek emin değilim. 

Pişirici: Hazır sizi yakalamışken şunu da sormak istiyorum. Burada Prof.  Ersin Kalaycıoğlu’yla yaptığımız bir programda “Türkiye’de henüz Fransa’daki, Hollanda’daki, İngiltere’deki gibi ve kimi diğer Avrupa ülkelerindeki gibi göçmen karşıtı bir siyasi parti yok. Burada da göçmen karşıtı bir parti çıkabilir ve bu parti ciddi oy toplayabilir. Çünkü Türkiye’de bu potansiyel var” demişti. Birden şimdi görüyoruz ki bir iki CHP’li belediye üzerinden, -daha önce Bolu başlamıştı, Mudanya dendi, Gazipaşa dendi- Suriyeliler’e karşı böyle bir hava de esmeye başladı. Yani olabilir mi? Bizim toplumsal yapımız böyle bir şeye müsait mi? 23 Haziran’dan sonraki olası siyasi iklim değişikliğinde, göçmen karşıtı bir parti çıkar mı? 

Yeğen: Suriyeliler Müslümanlar ve burası da Osmanlı Müslümanları’ndan mürekkep bir ülke. Dolayısıyla böyle Müslüman bir gruba karşı ırkçı bir parti, ırkçı bir söylem, çok kuvvetle tutar demek zor görünmekle birlikte ve şu ana kadar da hep çok zor olmuş olmakla birlikte, bahsettiğiniz türden bir ihtimal çok zayıf diyemem. Ama şunu diyebilirim, tek gündemi bu olacak bir parti, çok ihtimal dahilinde görünmüyor. Ama bu meseleyi çok gündemleştiren zaten İYİ Parti var. İYİ Parti’nin içerisinde isimler, kısmen CHP içerisinde isimler, hatta aslında kısmen AK Parti içerisinde de isimler yavaş yavaş belirmeye başladı. Dolayısıyla bu Suriyeli misafirler, -aslında mülteciler de değil, belki sığınmacılar- önemli bir mesele. Öyle çok hafife alınacak bir mesele değil. Eninde sonunda 4 milyon kadar bir insan topluluğu. Oradan bu tür bir şey çıkması çok şaşırtıcı değil. Türkiye’nin sadece 10 yıl öncesine baktığımızda, bugün İYİ Parti’de toplanmış görünen, -Avrupa terimleriyle konuşacak olursak- “yani sağ” türden bir enerji daha önce zaten Uzan vesilesiyle Genç Parti’de temsil olunmuştu. Dolayısıyla öyle bir akım zaten Türkiye’de var. Ona soyunmak isteyen hareketler çıkabilir. Dediğim gibi, şu ana kadar İYİ Parti buna aday gibi görünüyor ama Akşener şu ana kadar öyle bir intiba vermedi. Yani İYİ Parti, esas gündemini bu yapan bir parti haline çok dönüşecek gibi görünmüyor. 

Pişirici: Ama Cem Uzan cumhurbaşkanına “Artık affedin beni Türkiye’ye geleyim” diye mesaj göndermiş. Gelip böyle bir siyasi harekete kendisi soyunabilir. Uzun yıllardır Fransa’da ve Le Pen’den de bayağı bir ders almış olabilir. 

Kemal Can, aynı sorudan devam edelim. 23 Haziran’dan sonra siyasi iklimde yeni aktörler, yeni partiler çıkar mı? Çıkarsa nasıl partiler çıkar? Bir de, şu sıra konuşulan şeylerden bir tanesi, “Bütün bu başımıza gelenler, merkez sağın klasik kadrolarını ve partilerini yitirmemizdir. Yani bir ANAP’ı, bir DYP’yi yitirmemizdir. Onu yitirdiğimiz için, onların yerine İslami figürleri daha ağır basan bu siyasi hareket çıktı ve daha sonra içindeki liberallerle ayrışarak aslına rücû etti” diyorlar. Bu iklimden, 23 Haziran’dan sonra o tarz bir merkez sağ parti çıkar mı?

Can: O zaman yine sondan başlayayım. Bir kere Türkiye’de merkezin çöküşü sadece merkez sağ değil, merkez sağ ve sol. Genel olarak merkez. Yani siyasi klasik çok partili hayat ve özellikle de 60’tan sonra oluşan siyasi tablodaki merkezin çöküşü, öyle birdenbire olmadı ya da “Merkez partilerin kıymetini bilemedik ve bunları kaybettik” gibi bir şeyden olmadı. Bunlar böyle bile isteye eridiler ve çöktüler. Yani kendi yarattıkları bir çöküntünün altında kaldılar. Bu, genel bir krizin uzantısıydı ve bu anlamda, Türkiye’de merkezin çöküşü, -bugün aynı şeyi Kıta Avrupası da tartışıyor- bir öncüydü. Aslında oraya da çok ilham verici bir şey gösteriyordu. Çünkü onun uygulanan iktisadi modelle bağı ve o modele rıza üretme mekanizmaları açısından siyasetin rolüyle çok ilgili bir şey. Yani orada çöken merkez, temsil probleminden doğan bir sürecin ürünüydü. Dolayısıyla şimdi onu geri sarıp, tekrar ‘’Kaybettiğimiz şeyi yerine koyalım, o iyiydi’’ diye bir toplumsal zemin üretmenin ya da böyle bir siyasi temsil alanı tarif etmenin, bugünden yarına bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.Dolayısıyla da İYİ Parti’nin de yaşadığı gibi ki İYİ Parti de hesapta öyle bir şeyle çıktı; “Biz MHP’nin devamı değiliz, biz eski merkez sağın yerine oynuyoruz.” Ama öyle hazır bir taban olmadığı gibi, böyle bir arz ortaya koyduğunuzda da, buna ilişkin bir siyasi talep yaratmış olmuyorsunuz. Başka türlü işliyor. İşin o tarafı biraz böyle. 

Biraz önce Mesut Yeğen’in söylediği gibi, Türkiye’nin yakın ve orta vadedeki siyasi geleceği, mevcut iktidarın biçimlenişi ve mevcut iktidarın, Türkiye’nin ve dünyanın sorun alanlarıyla ilgili belirli pozisyonlarından oluşacağını düşünüyorum. Dolayısıyla bu iktidarın, bu süreçten etkileneceğine bakmak, sonra olacaklar hakkında fikir verebilir. Burada çok önemli iki tane nokta var: Birincisi, figür olarak Erdoğan. Çok belirleyici ve taşıyıcı bir figür. Şimdilerde çokça “Erdoğan geriye çekilerek aslında muhtemel bir yenilgiden de kendini korumak istiyor” diye konuşuluyor. Ama aslında sadece şu son iki seçim meselesi değil, 4-5 yıldır yaşananlar öyle bir noktaya getirdi ki, 23 Haziran itibariyle kazansa da, kaybetse de, Erdoğan için negatif olan iki nokta var. Bu halde gidilip kazanılmış seçimde, ortaya çıkmadığında, daha iyi olan bir lider pozisyonunu kabul etmek zorunda. Eğer bu tabloyla gidecek ve kazanacaksa, kazanma durumunda, “Sen kenara çek daha iyi sonuç alıyoruz. Binali bile senden iyi’’ gibi bir şeyi sindirmek zorunda. Yok tersiyse, istediği kadar Binali Yıldırım’ın performansına yüklemeye kalksın, bu sefer de çok ağır bir yenilgi. Bunu değil muhalefet seçmeni, değil kamuoyu, değil dış güçler, kendi seçmeni bile almaz. Bu seçimin kaybedilmesinin, iktidarın bu kadar oy kaybetmesinin, Türkiye’nin kaybedilmesi anlamına gelen İstanbul’un kaybının, Erdoğan’ın bizzat devrede olup olmamasından bağımsız olarak, onun basiretinden ayrı bir şey olduğunu hiç kimse düşünmez. Dolayısıyla bütün o meselelerde figür olarak Erdoğan’ın alacağı rol, bu algıyla çok ilişkili. Yani gücünü toparlamış, gücünü ve karizmasını koruyan bir liderin, dış politikada, ekonomide, hatırlayalım; 24 Haziran ve referandum döneminde “Verin bana yetkileri, bakın neler olacak” ifadesinin karşılığı boşa düşmüş olacak. 

Pişirici: Ver yetkiyi, gör etkiyi…

Can: İkinci önemli bir şey var. Bu iki seçim, 31 Mart ve 23 Haziran’ın yarattığı çok önemli bir başka mesele var: Erdoğan her sefer güç kayıplarını seçimle telafi etti. 7 Haziran güç kaybını, 1 Kasım’da telafi ettiğini biliyoruz. Referandumdaki güç kaybını, 24 Haziran’la telafi etti. Seçimle güç kayıplarını karşılayıp, durumu tekrar lehine çevirip, birilerine fatura keserek, referandumdan sonra Davutoğlu’nu görevden alarak vs bir şekilde telafi etti. 

Pişirici: ‘’Metal yorgunluğu diyip belediye başkanlarını görevden alarak…

Can: Şimdi bu enstrüman elinde yok gibi duruyor. 31 Mart-23 Haziran, ‘’7 Haziran-1 Kasım gibi olur mu?’’ diye hep konuşuldu. Öyle olmadığı gibi, bütün tezleri boşa düşüren bir yenilgiden bahsediyoruz. Yani gücünüzü yeniden kazanmak için seçimi yeniletiyorsunuz ve daha vahim bir biçimde yeniliyorsunuz. Seçimle yeniden güç toparlayamayan bir liderin, bunu neyle dengeleyeceği, önümüzdeki dönemin siyasi tablosunu belirleyecek. Burada çok önemli bir kritik nokta var: Sistem değişikliğinin Türkiye’ye maliyetini konuştuk hep; Anayasa değişikliği, tek adamlık, başkanlık vs. ‘’Herşeyi mahvetti, kurumları mahvetti’’ filan. Ama asıl olarak büyük ölçüde iktidarın avantajlarını imha etti. Orada Erdoğan’ın ve AK Parti’nin girdiği büyük bir tuzak var. Çünkü bugün bütün oy kayıplarına rağmen 35-40 aralığındaki bir oy tabanını koruyabilen AK Parti, eski parlamenter düzende koalisyon seçeneklerini kullanarak belki iktidarda çok rahat beş yıl kalabileceğini herkese anlatabilecekken, şimdi %51’e mecbur olan bir denklemin içine sıkışmış durumda. Bu çok belirleyici bir mesele. 

Pişirici: Hızlıca bir son tur atalım. Hem lafı, hem açık oturumu bağlayalım. Ertuğrul beyden başlayalım. Var mıdır eksik kalan bir şey?

Günay: Bence yararlı bir açık oturum oldu, teşekkür ederim.

Pişirici: Mesut hocam? 

Yeğen: Ben sadece şunu söyleyebilirim: Diyelim ki AK Parti bugünlerde 31 Mart’ta aldığı sonuçlardan bir takım dersler çıkarmış ve o derslere uygun adımlar atıp, eksiklerini gidermeye çalışıyor. Ama 31 Mart’ta seçim yenilgisini kabul etmemenin etkisi de başka bir şey. Onu hesaba katmamış durumda. Dolayısıyla “31 Mart öncesinde bizim eksiklerimiz şunlardı, Kürtleri küstürdük, iktisadi krizi ciddiye almadık vs. Şimdi onları yapalım” demenin artık bir manası yok. Onlara dair atacağınız adımlar artık inandırıcı olmayabilir. Ama çok daha vahimi, insanlara, kazanılmış bir seçimi kabul etmediğinizi gösterdiniz. Dolayısıyla 23 Haziran’da fark, 31 Mart’takinden daha büyük olursa -ki öyle olacak gibi görünüyor- bunun birinci sebebi bu olmuş olacak. Yani AK Parti’nin daha önce yapmış olduğu hatalar ve ona dair attığı adımların yetersiz ya da etkisizliği değil, 31 Mart’taki sonucu kabul etmemiş oluşu olacak. Bu da, seçmenin Türkiye’de genel olarak çok kabul ettiği bir şey değil, bunu daha önceki deneyimlerden de biliyoruz. 

Pişirici: Kemal?

Can: Ben spekülatif bir şey söyleyeceğim. Erdoğan’ın uzunca bir süre seçimin yenilenmesi fikrine direndiğini düşünüyorum aslında. Bu sonucu hissettiğini, belki hissetmekten de fazla, bildiğini, gördüğünü ve buna direndiğini, ama bir aşamadan sonra da direnemediğini ve aslında o direnememenin, o gücü tekrar kazanmak için, içeriye dönük yapacağı hamleleri de ertelettiğini ve o yüzden de bir sıkıntı yaşadığını düşünüyorum. Bu iktidar, ekonomik krizde de dış politikada da sorunları hep ileriye iterek ya da kendisi ileriye kaçarak kurtulmayı deniyor. Ama Mesut beyin de söylediği gibi, bu yenileme hamlesiyle, kendi krizini erkene çağırma gibi bir sonuçla karşı karşıya. 

Pişirici: Kemal Can, Prof. Mesut Yeğen, Ertuğrul Günay katıldığınız ve katkılarınız için çok teşekkür ederim. Efendim 194. açık oturumda konuklarımızla birlikte  23 Haziran’a doğru siyasi iklimi değerlendirmeye çalıştık. Umarız izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.