Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Devlet başka, hükümet başka” mı sahiden?

Erdoğan yönetimine muhalif olan bazı kişiler, bununla birlikte “devlet”e toz kondurmamaya çalışıyor ve “devlet başka, hükümet başka” diyorlar. Sahiden böyle mi? Devletin içinde Erdoğan’dan bağımsız, ona rağmen ve tabii ki ona karşı odak ve kişliler var mı?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün daha önce söz verdiğim bir yayını yapmak istiyorum. O da şu: Ülke siyasetiyle ilgili değişik konularda siyasî iktidarın yaptığı bazı yanlışlara –bana göre yanlışlara– dikkat çekerken, eleştirirken, izleyicilerden bir kısmı iktidarı yani AKP hükümetini, Recep Tayyip Erdoğan iktidarını devlet olarak tanımlamamdan rahatsız oluyor. İlginç olan şu: Onlar da eleştirilere genel olarak katıldıklarını söylüyorlar. Ancak bunun devlet olmadığını, bunun Erdoğan hükümeti olduğunu, Erdoğan yönetimi olduğunu, devletin başka olduğunu söylüyorlar. Yani devlete toz kondurmamaya çalışıyorlar. Böyle ilginç bir anlayış var. Aslında bu anlayışın başlangıçta, özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında belli bir anlamı vardı. Çünkü o tarihlerde herkes hatırlayacaktır, “Hükümet oldular ama iktidar olamayacaklar”, ya da “İktidar oldular ama devlet olamayacaklar” gibi bir yaklaşım çok egemendi. Ya da olamayacaklar değilse bile soru halinde, “Hükümet oldular ama bakalım devlet olabilecekler mi?” şeklinde bir soru sorulur ve genellikle de bu sorunun cevabının hayır çıkacağını tahmin ederlerdi insanlar. Bunların bir kısmı AKP karşıtlarıydı; ama bir kısmı da AKP’ye çok karşıt olmamakla beraber kötümser insanlardı, AKP yanlısı olmakla beraber Türkiye’de devletin –ya da daha da net anlaşılsın diye “derin devlet” denirdi–, “derin devlet”in AKP’ye izin verip vermeyeceği konuşulurdu. Her an bir darbe beklentisi vardı. Ordunun müdahale edeceği beklentisi vardı. Özellikle ülkeyi yönetenlerin, yani AKP liderlerinin, Abdullah Gül’ün, Tayyip Erdoğan’ın eşlerinin başörtüleri üzerinden krizler çıkardı. Subaylar, generaller değişik durumlarda değişik yerlerde, olur olmaz yerlerde siyasî açıklamalar yaparlardı ve hep bir beklenti vardı. “Asker belli bir yere kadar buna izin vermeyecek, derin devlet belli bir yerde frenleyecek, AKP istese de, Erdoğan istese de her istediğini yapamayacak, uymak zorunda kalacak, uymak zorunda kalmasa da zaten tasfiye edilecek” şeklinde — ki bunun bir örneği Erdoğan’ın belediye başkanlığında olmuştu. Bir şiir vesile edilerek, bahane edilerek Erdoğan’ın belediye başkanlığı devlet tarafından elinden alınmıştı. Ve hep böyle bir hükümet-devlet ayrımı konuldu. Gerçekten de bu belli bir süre gitti. Ancak Ergenekon süreciyle beraber, Erdoğan Fethullah Gülen’le bir ittifak yaparak o derin devlet kendisini tasfiye etmeden önce, derin devleti o tasfiye etmeye kalktı ve büyük ölçüde başarılı oldu. O süreçleri hepimiz hatırlıyoruz. Çok sert geçti — davalar, tutuklamalar, dalgalar vsç. Ve Fethullahçılık-AKP ittifakı Türkiye’deki sistemin yeniden şekillenmesini büyük ölçüde gerçekleştirdi. Ama daha sonra kendi aralarında ihtilaf çıkınca, kendi aralarında bir çatışma çıkınca –bu çatışmanın özü tabii ki iktidarın ne kadarını kim nasıl kontrol edecek çatışmasıydı, çekişmesiydi– bu bir savaşa dönüştü. Daha sonra da Erdoğan kendisini tasfiye etmek isteyen Fethullahçılar’ı bir şekilde tasfiye etti. Bunu yaparken de bir önceki dönemde Fethullahçılar ile beraber tasfiye etmiş olduğu ya da marjinalleştirmiş olduğu bazı grupları da, bazı odakları da yanına aldı. İlginç bir durum oldu. Sonuçta kazanan hep Erdoğan olarak gözüküyor; ama kaybedenler zaman zaman değişiyor. Erdoğan’ın müttefikleri de kaybedenler de değişiyor.

Şu anda baktığımız zaman Türkiye’de devlet Erdoğan. Artık hiç kimse Erdoğan’ın sadece hükümet olduğunu iddia edemez. Uzun bir süredir artık bu işler böyle. Özellikle Fethullahçılıkla beraber yapılan ittifakın son anlarında bu iyice berraklaştı. Ondan sonra Fethullahçılığı tasfiye etme sürecinde de iyice netleşti. Devlet artık Erdoğan. Dolayısıyla kimse kalkıp da yapılan bazı şeyleri, iktidarın uygulamalarını “Hükümet bunu yapıyor, ama devletin burada kabahati yok” diyemez. Çünkü şu anda var olan yapılanma içerisinde, özellikle başkanlık sistemine de geçildikten sonra, Erdoğan’dan bağımsız, Erdoğan’ın denetleyemediği, Erdoğan’a rağmen var olan, hele hele Erdoğan’ın önünü kapatabilecek, ona engel olabilecek herhangi bir yapı, odak, şahıs vs. yok. Değişik komplo teorileri, değişik spekülasyonlarla birtakım kurumlara bazı güçler atfediliyor olabilir. Bu, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin öteden beri bir alışkanlığıdır. Bunlar olmazsa olmaz komplo teorileri. Ama dönüp baktığımız zaman, devletin aslında Erdoğan olduğunu görüyoruz. Erdoğan’dan bağımsız bir devlet, Erdoğan’a rağmen bir devlet yok. Tabii ki burada Türkler’in eskiden beri gelen o devlet baba anlayışı, devlete saygı anlayışı –ki bu sadece Türkler’de değil, aynı zamanda Sünni İslam’da da var olan ulü’l-emre itaat–, ikisinin birleşiminden gelen, bir toplumun ve bireyin otoriteye karşı itaati, saygısı olayı. Şimdi bir tarafta devlete saygı geleneğiyle yetişmiş insanlar var. Ama diğer tarafta devletin öne çıkan isimlerinden hazzetmiyorlar, hoşlanmıyorlar. Onlardan rahatsız oluyorlar. Dolayısıyla bu işin kolayı ne oluyor? “Devletimiz iyidir, ama şu anda devletin başında olan kişiler kötüdür”. Böyle kişilerden bağımsız bir devlet bence artık Türkiye’de hiçbir şekilde söz konusu olabilecek bir şey değil.

Şimdi bunun aslında böyle olmadığını, yani devletle hükümetin aynılaşmış olduğunu bize gösteren çok somut örnekler var. Örneğin “Devlet ayrı hükümet ayrı” diyenler, diyelim ki Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının verilmemesinden iktidarı suçlarken burada devleti ayırmaya çalışıyorlar. Ama bir bakıyorsunuz o devletin en güçlü kurumlarından olan Yüksek Seçim Kurulu da Erdoğan çizgisinde hareket ediyor — ona rağmen. Ya da Anayasa Mahkemesi eskiden, biliyorsunuz, özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında derin devletin en gözde kurumlarından birisiydi. Birçok konuda Erdoğan’ın çizgisinde hareket ediyor — ona rağmen. Son dönemde Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararlarının Erdoğan’ı memnun etmediği hususu ayrı bir konu, o yeni bir gelişme ve bence Türkiye’de 31 Mart sonrası oluşan hava ile çok doğrudan ilişkili bir konu. Onu ayırmak lâzım. Ama tekrar dönecek olursak, Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını verilmemesi ya da Kaz Dağları olayları, Kaz Dağları’nda yaşanan direniş, çevre direnişi söz konusu olduğu zaman iktidar karşıtı olan kişiler devletle hükümeti ayırıyorlar. Ama diyelim ki dün olduğu gibi HDP’li üç belediye başkanının görevden alınıp yerlerine kayyum atanması durumunda, bunu pekâlâ tasvip ediyorlar. Burada ilginç bir durum var. Dolayısıyla devlet aslında hep aynı devlet. Erdoğan’la beraber, AKP iktidarı ile beraber devletin bazı hususları değişmiş olabilir. Ama baktığımız zaman devletin bazı refleksleri, tutumları, yaklaşımı, otoriterlik, toplumun ikincil plana itilmesi, milli iradenin işine gelmediği zaman örtbas edilmesi –ki geçmişte Refah Partisi’ne yönelik olarak, Fazilet Partisi’nin yönelik olarak bunlara başvurulurdu; “Halk bunları seçmiş olabilir, ama şeriata vs.’ye devletimiz izin vermez” yaklaşımının bir başka versiyonunun bugün HDP söz konusu olduğu zaman, Kürt bölgelerindeki belediyeler söz konusu olduğu zaman başka bir şekilde telaffuz edildiğini görüyoruz. Yani irticanın yerini bölücülük alıyor, terörizm alıyor. Ama perspektif aynı kalıyor. Süleyman Soylu’nun bugünkü açıklamaları, kayyumu meşrulaştırmaya yönelik açıklamalarıyla dün Refah Partili milletvekillerine ya da belediye başkanlarına engel çıkartıldığı zaman getirilen açıklamalar arasında bir fark yok. Dolayısıyla kimse kendini kandırmasın. İç içe geçmiş bir olay söz konusu, devletle iktidarın, hükümetin — ki aslında bizim bildiğimiz, eskiden kullandığımız şekilde bir hükümet de yok. Bir Bakanlar Kurulu’nun fonksiyonu bile yok. Ne olduğu belli değil. Değişiklik yapılacağı söyleniyor, ama kimin gidip kimin geleceği çok fazla insanları ilgilendirmiyor bile artık. Hükümet kavramının içinin iyice Türkiye’de başkanlık sistemi ile beraber boşaldığını da görüyoruz. Dolayısıyla artık burada bir yere dokundurmadan, yani otoriterliğin kendisini eleştirmeden, Türkiye’deki devletin vatandaşa itaati dayatan, her ne olursa olsun itaati dayatan yaklaşımlarını eleştirmeden yapılan iktidar eleştirilerinin hiçbir değeri yok. Sonuç olarak Erdoğan artık bir dönem bazıları tarafından onun değiştireceği sanılan sistemi büyük ölçüde kendisi benimsedi. Ve burada tabii ki birtakım değişiklikler yaptı. Ama baktığımız zaman yaptığı değişiklikler kuvvetler ayrılığı konusunda iktidarı elinde tutması, kontrol mekanizmalarını olabildiğini azaltması — ki bu aslında 12 Eylül sonrasında 82 Anayasası ile beraber Türkiye’ye dayatılmak istenen, giydirilmek istenen gömlekti. Bunun en son aşamasını şu anda yaşıyoruz. Ama bu izlediğimiz yöntem, başkanlık sistemi vs. olabilir, ama perspektif olarak 12 Eylül perspektifinden çok da farklı bir perspektifle karşı karşıya değiliz. Dolayısıyla devlet çizgisi Türkiye’de üç aşağı beş yukarı aynı gidiyor. Burada “Devlet mi Erdoğan’a uydu, Erdoğan mı devlete uydu?” tartışmasının artık çok fazla bir anlamı kalmadı. Çünkü ikisi birlikte pekâlâ gidiyorlar.

Bunun çok bariz bir örneğini vermek istiyorum. Dün Elmas Eren hayatını kaybetti. Elmas Eren Türkiye’de Cumartesi Anneleri’nin en sembol isimlerinden birisiydi. Oğlu 12 Eylül’ün ilk günlerinde İstanbul’da kaybedildi, gözaltında kaybedilmişti, Hayrettin Eren. Hayrettin Eren benim de şahsen tanıdığım, çok sevdiğim birisiydi. Benden yaşça büyüktü, ama bir ağabey olarak takdir ettiğim birisiydi. Kardeşi Faruk da zaten bizim uzun süre beraber çalıştığımız –şu an da annesinin yanında görüyorsunuz– bir gazeteci. En son Cumhuriyet gazetesinde idi. Atılanlardan oldu. Elmas Eren Türkiye’de devletin mağdur ettiği vatandaşların en çarpıcı örneklerinden birisi. Cumartesi Anneleri ile beraber yıllarca Galatasaray Lisesi’nin önünde çocuklarının akıbetini sordular. Yıllarca bunu sordular. Başlarına bir yığın şey geldi. Bir ara AKP iktidarı, Erdoğan başbakanken onları dinlemeye karar verdi. O sürece yakından tanık olmuş birisiyim. Dinlediler de. Hatta Erdoğan benim de izlediğim o toplantıda Elmas Eren’e özel olarak ilgi göstermişti. Ondan çok etkilenmişti. Çünkü Elmas Eren hem çok etkileyici bir kadındı, hem de Erdoğan’la aynı semtlerin –onlar Hasköy, Erdoğan Kasımpaşa–, birbirine komşu semtlerin insanlarıydı. Ama daha sonra bunların üzerine yatıldı. Orada verilen vaatlerin hiçbirisi yerine getirilmedi. Ve en önemlisi Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi’nin önündeki eylemleri yıllar sonra AKP iktidarı tarafından, Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı’nda sudan gerekçelerle, terör merör vs. gibi yıllardır yapılan o şeyle engellendi. O da bize gösteriyor ki gelenek aynı gelenek. Devlette süreklilik gerçekten esas. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de demokrasi işe geldiği zaman lâfız olarak, söylem olarak itibar edilen, ama çok da sevilmeyen bir kavram. Dolayısıyla Erdoğan’ı eleştirip devlete toz kondurmamak yaklaşımının çok anlamsız, hiçbir karşılığı olmayan yaklaşımlar olduğunu söylemek istiyorum. En son kayyum olayında kimlerin hangi pozisyonu aldığına baktığınız zaman, safların allak bullak olmuş olduğunu göreceksiniz. Saadet Partisi, Hüda-Par kayyum olayını eleştirirken, İşçi Partisi diyeceğim geliyor hep, adı Vatan Partisi oldu, bir zamanlar sol iddialıydı, onlar hükümeti alkışlıyorlar. Yanlarında Büyük Birlik Partisi ve AKP ile beraber. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin insanları uzun bir süre devlet eliyle siyasetin alanının daraltılmasından şikâyet etmiş, bundan mustarip olmuş insanlar olarak, yıllar sonra aynı gerekçelerle, sadece kelimelerin yerlerini –yani Refah Partisi’nin yerini HDP, ya da irticanın yerini bölücülük olarak” değiştirerek aynen devam ediyorlar. Aslında çok ilginç bir şey. İlginç demeyelim, çok garip bir değişim yaşanıyor, işler iyice allak bullak oluyor. Ama değişmeyen tek şey Türkiye’de devlet ve onun geleneği oluyor. Devlet sürekliliğini koruyor. Vatandaş ise devlet sürekliliğini korurken kendi içerisinde birbiriyle kutuplaşarak, kavga ederek, çatışarak bir şekilde varlığını sürdürmeye çalışıyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.