Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türk solunun Kürt sorunuyla bitmeyen (biteceğe de benzemeyen) imtihanı

Diyarbakır, Van ve Mardin’de HDP’li belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine valilerin kayyum olarak atanması, Türk solunun Kürt sorunu konusunda bağımsız, özgün ve yaratıcı politikalar üretmekte ne kadar zorlandığını bir kez daha gösterdi. Aslında bu son 35 yılın bitmeyen bir öyküsü.

Bu yayından sözünü ettiğim eski yazılarım:

31 Ekim 2013: Kürt hareketinin sahiden sosyalist sola ihtiyacı var mı?

1 Aralık 2013: Sosyalist solun Kürt hareketine daha fazla ihtiyacı var

8 Şubat 2014: Yoktan var olan Kürt hareketi ile vardan yok olan Türk solu

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Hafta sonu CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi Selvi Kılıçdaroğlu, Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş’ın doğum günü münasebetiyle bir davet vermişti. Yanında aynı zamanda Ekrem İmamoğlu’nun eşi Dilek İmamoğlu vardı. Başak Demirtaş ise Selahattin Demirtaş’ın kardeşi ve aynı zamanda avukatı olan Aygül Demirtaş’la beraber gelmişti. Ve o görüntü Türkiye’de uzun süredir CHP ile –ki CHP deyince akla sol, en azından merkez sol geliyor– HDP arasında hep muğlak olan, belirsiz olan ilişkinin yeni dönemde, “Yepyeni Türkiye”de, yani 31 Mart ve 23 Haziran sonrası Türkiye’sinde yeni bir hal alacağının işaretiydi. Bu anlamda ilginçti ve bir anlamda da ümit vericiydi. Ama hemen ardından, malûm kayyum atamaları –Diyarbakır, Van ve Mardin’e kayyum atamaları– gelince işin rengi bir değişir gibi oldu. Kılıçdaroğlu nihayet Sözcü‘den Deniz Zeyrek’e bu olayı, kayyum olayını kınayan bir şeyler söyledi; ama yine de kelimelerini dikkatli seçtiğini gördük. Ekrem İmamoğlu’nun ve bazı CHP’lilerin ilk andan itibaren yaptığı açıklamalar netti. Ama devamı tam gelmedi. Ve HDP’liler bir anlamda çok da büyük bir desteğe –aktif desteğe diyelim, kınamada bir mutabakat var sanki, ama–, aktif bir desteğe sahip değiller. Bu bozulur mu? Değişir mi? Ne olur? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama bu olay bana tekrardan –benim favori konularımdan birisi– Türkiye’de solun, Türk solunun diyelim, Kürt hareketiyle ilişkisi konusunu tekrardan ele almaya teşvik etti. Bu özellikle, diyelim ki –bunun milâdı olarak neyi alabiliriz?– 35 yıl önceyi, 84 Ağustos’unu alabiliriz — PKK’nın Şemdinli ve Eruh baskınlarını. O andan itibaren Türkiye’de Kürt sorunu bambaşka bir hal aldı. Ve buna bağlı olarak da solun, ülkenin tüm siyasî kesimlerinin ama konumuz olan solun da bakışı o tarihten itibaren çok sürekli inişli çıkışlı bir grafik izledi. 

Sol derken neyi kastediyorum? Öncelikle sosyalist sol var tabii ki. Onun değişik fraksiyonları, partileri, grupları ya da birtakım şahsiyetleri var. Ama aynı zamanda da daha etkili olan merkez sol var — onun da şu anki partisi CHP. Aralarda birtakım SHP gibi partiler de oldu, bir ara DSP de oldu; ama şu anda CHP var önümüzde. Bu partilerin ve bu hareketlerin ilişkisi çok inişli çıkışlı oldu ve aynen öyle devam ediyor. Başlığa da verdiğim gibi, “bitmeyen bir imtihan” var. Kürt sorunu denince Türkiye’de solun önemli bir bölümünün sigortaları atıyor — bu olayda da olduğu gibi. Devlet de bunu çok iyi biliyor zaten. Sıkıştığı zaman hemen Kürt sorunuyla ilgili birtakım sert uygulamalara gidiyor. Ve onun ardından var olan yakınlaşmaların, karşılıklı anlayışın vs. bir anlamda etkisini yitirir gibi olduğunu, hatta etkisini yitirdiğini görüyoruz. Çok ilginç örnekler yaşadık değişik zamanlarda. Burada tabii tek mesele sol grupların, Türk solunun, sosyalist ya da merkez sol grupların hataları, yanlışları değil; aynı zamanda Kürt hareketinin de hataları, yanlışları var ve karşılıklı giden hatalarla, karşılıklı giden yanlışlarla bir türlü birbiriyle gerçek anlamda sahici ve verimli ilişki kuramayan iki ayrı yapı ile karşı karşıyayız. 

Bu arada şunu söyleyeyim: Vatan gazetesinde yazarken bu konuda çok yazı yazdım. Bunların en çarpıcı olanları benim için –çünkü çok büyük tepki almıştı– Kasım 2013’ün başı ve Ekim 2013’ün son günü 31 Ekim ve 1 Kasım 2013’te peş peşe yazdığım iki yazı var. “Kürt hareketinin sahiden sosyalist sola ihtiyacı var mı?”, bir diğeri de “Sosyalist solun Kürt hareketine daha fazla ihtiyacı var” şeklinde. Bir de 2014’te, bir yıl sonra “Yoktan var olan Kürt hareketi ile vardan yok olan Türk solu” diye bir yazı yazmıştım. En çok da bu yazıya tepki gelmişti. O yazının başlığı aslında sorunu büyük ölçüde özetliyor. Çünkü 1980’lere gelinirken Türkiye’de güçlü bir Kürt hareketi yoktu. Kendini Kürt hareketi olarak adlandıran Kürt solu diye bir şey vardı; Güneydoğu’da örgütlü olan ya da Kürtler arasında örgütlü olan birtakım sol gruplar vardı. Ama bunlar da kendilerini Kürt sorunundan ziyade, solculuk üzerinden tanımlıyorlardı. Yani solcu olmak, sosyalist olmak bir zorunluluktu. Onun ardından da Kürt sorununu değişik şekillerde sahiplenen hareketler vardı. PKK da böyle bir hareketti. Solun içerisinden çıktı, Türk solunun içerisinden. Ama daha sonra kendisini bağımsızlaştırdı. Ve hatta ilginç bir şekilde PKK’nın ilk yıllarından itibaren onunla beraber hareket eden, Öcalan’la beraber hareket eden, kendileri Kürt olmayan bazı isimlerin de bu hareketin içerisinde önemli yerlere geldiklerini biliyoruz — örneğin Duran Kalkan. Ve birisi artarken, Kürt hareketi kitleselleşirken; Türkiye’de solun, sosyalist solun, hatta bir ölçüde de merkez solun zayıfladığını görüyoruz, yok oluşa doğru. Sosyalist sol bayağı bir etkisini kaybetti. Ve burada tabii, bu süreçte birisi çıkışta diğeri inişte olduğu zaman, yükselişte olanın daha belirleyici olduğunu görüyoruz. Zaten Öcalan, hapse girmeden önceki dönemde sola, sol gruplara bir enstrüman olarak baktı. Kendi davasına ne derece yararlı olacaklarına göre onlarla birtakım ilişkiler kurdu ya da bozdu. Bu arada PKK’nın çizgisine giren bazı gruplar ya da grupçuklar oldu, kişiler olarak girenler oldu. Onunla bir şekilde kayıtsız şartsız ittifak yapanlar oldu. Bir de tamamen onun dışına çıkanlar oldu. Onun dışına çıkmanın ötesinde onu karşısına alanlar oldu. 

Sol derken şu anki Vatan Partisi’nden bahsetmek gerekmez herhalde. Benim açımdan en azından gerekmez. Ama şu notu düşmekte çok yarar var. Bir yayında daha söylemiştim, tekrar söyleyeyim: Benim sol hareketle ilk tanışmam, Galatasaray Lisesi’nde ortaokulda okurken, 1976 yılı, 14 yaşındaydım. Beyoğlu’nda, Beyoğlu’nun girişinde kitapçılar vardı. Sol kitaplar satarlardı. Bir de Beyoğlu’nun girişinde değişik sol fraksiyonlar dergiler satardı, dergi ya da haftalık gazeteler, neyse. O dönemde Aydınlıkçılar’ın diyelim, Doğu Perinçek ekolünün gazetesi, haftalık gazetesi Halkın Sesi‘ydi. Ve ben ilk Kürt meselesini o gazeteyi bağıra bağıra satan militanlardan duymuştum. Kendisi Kürt olmayan birisi olarak, ama Kürt diye birilerinin olduğunu bilen, ama bunun bir sorun olduğunu bilmeyen birisi olarak, o çocuk halimle ilk bana onlar öğretmişti. Daha sonra aynı hareketin bir dönem 80’li yıllarda PKK ile çok iyi ilişkileri olduğunu, Doğu Perinçek’in bizzat Bekaa Vadisi’ne gittiğini ve Öcalan’la görüştüğü falan da biliyoruz. Şu anda da Türkiye’de HDP’nin kapatılmasını alenen söyleyen az sayıda gruptan birisi kendileri. Kayyum atanmasını da hararetle destekliyorlar. Ama bu olay bundan ibaret değil. Kendini şu anda Türkiye’de solda gören, AKP karşıtı gören –AKP karşıtı olmak için illaki solcu olmak gerekmiyor ama kendini hem AKP karşıtı hem de aynı zamanda solcu olarak gören–, ama mesela bu kayyum atamalarının pekâlâ normal olduğunu, doğru olduğunu, devletin kendini savunma refleksi olduğunu düşünen insanlar var. Sayıları hiç de az değil. Bunlar sadece öyle ulusalcı sol diye geçiştirilecek bir şey de değil. Hâlâ Türkiye’de kendini şu ya da bu şekilde solla tanımlayan değişik yaşlarda, değişik kuşaklardan insanların Kürt meselesine ve Kürtlere bakışında bir istikrar yok. Bu istikrarın olmamasının bir nedeni, Türkiye’de solun kendini ciddi bir şekilde yeniden üretememesi. En önemli sorun bence bu. Dünyada değişen Soğuk Savaş dönemlerinin solculuğuyla şimdinin solculuğu arasında olması gereken farkları tam olarak idrak edememiş sol hareketler ve sol partiler var. Kimlik meseleleri ile ilgili ne yapacağını tam olarak bilemeyen sol partiler var. Öte yandan Kürt hareketi de aynı şekilde solla ilişkisini kurarken daha bir –nasıl söyleyeyim?– “üstten bakış”la bunu kurmaya çalışıyor. Çok örneğini gördük. Bir de hareketin içerisinde, mesela HDP’nin içerisinde solcular var. Ama bu solcuların ne kadar bir temsil kabiliyeti olduğu çok ciddi bir şekilde sorunlu. Hepsi için olmasa bile bazı isimlerin toplumsal karşılığı ne kadar var? Bu çok ciddi bir sorun olabiliyor. Ve bunların hepsinin bu harekete ne kattıkları, bu hareketten ne aldıkları ve bu harekete ne verdikleri, dolayısıyla Kürtler’e ne verdikleri meselesinde de öteden beri çok ciddi tartışmalar yapılıyor. Burada tek bir tarafı eleştirmek hakkaniyetli olmaz. Ama öncelikle evrensellik iddiasında olan, olması gereken solun Kürt meselesine bakışında baskın olan, solun bazı kesiminde ama bence büyük çoğunluğunda baskın olan milliyetçi perspektifin çok ciddi bir sorun olduğu kanısındayım. Çok insan tanıyorum; bu konuda, solcu olduğunu bildiğim ya da kendisini öyle tanımlayan, ama Kürt meselesinde çok tutuklar. Bu anlamda bir örnek vermek istiyorum; Cüneyt Cebenoyan –burada bir yayın yaptım kendisiyle ilgili, geçen trafik kazasında kaybettiğimiz arkadaşım– örneği de öte tarafta bu yaşanan kötü ilişkinin, –çarpık ilişkinin diyeyim, çarpık gerçekten Türkiye’de Türk soluyla Kürt hareketinin arasındaki ilişki, çok sorunlu bir ilişki– bunun en önemli tanıklıklarından birisi de Cüneyt’in yaşadığıdır. O da malûm, ablası Yasemin, yazar Onat Kutlar ile aynı pastanede, ayrı masalarda otururken PKK’nın yerleştirdiği bomba sonucu hayatlarını kaybettiler ve PKK hiçbir zaman bununla yüzleşmedi. Cüneyt benim bildiğim, tanıdığımdan beri ve ölene kadar solcu birisiydi ve hayatı boyunca da PKK’dan bunun hesabını sordu, sormaya çalıştı ve hayatı boyunca da yakın çevresi tarafından da büyük ölçüde dışlandı, tam anlamıyla olmasa bile dışlandı, bu da işin başka bir yönü. Yani bir tarafta Kürt hareketini, PKK’yı, partileri vs. sonuna kadar hiddetle eleştirenler, bir diğer tarafta da onun yaptığı her şeyi bir şekilde makûl, meşru, mazur görme eğilimi — bunun ortasını bir türlü tutturamadı Türkiye’de sol. 

Şu anda mesela ne oluyor? Ekrem İmamoğlu’nun, sadece Ekrem İmamoğlu’nun değil; Adana’nın, Antalya’nın, Mersin’in, Ankara’nın, İstanbul’un kazanılmasında Kürtlerin çok ciddi bir payı oldu. Eğer HDP bu illerde aday çıkarmış olsaydı ve seçim faaliyeti yapmış olsaydı CHP bence hiçbirinde kazanamazdı. Belki Ankara’yı… ama İstanbul’u kazanması imkânsızdı, Adana’yı, Mersin’i de bence kazanamazdı, Antalya’yı da kazanamazdı. Orada bir ittifak oldu, adı konulmayan bir ittifaktı ama ittifaktı, bunu HDP’nin temsilcileri de açık açık söylediler, CHP de hiçbir zaman buna itiraz etmedi. Ama sonra ne oldu? Belli bir süre geçtikten sonra HDP’nin en önemli kazanımları olan üç büyük şehre kayyum atandı ve o kayyum atamasından sonra CHP’den gelen tepkiler çok yetersiz. Tabii burada tepkilerin nasıl olması gerektiği vs. bunlar ayrı tartışma konuları. Bugün Kılıçdaroğlu’nun Deniz Zeyrek’e sözlerinde “Sokağa çıkmayız, çıkmak yanlıştır” diyor. Belki yanlıştır, belki doğrudur, bilmiyorum, bu onların tartışacağı bir şey; ancak buradaki husus şu: İstanbul seçimlerini yaparken ve yenilerken, Erdoğan’ın yenilettiği seçimde kurulan temasların böyle bir olayda niye aleni bir şekilde kurulmadığı meselesi. Artık Türkiye’de bir ittifaklar dönemine giriliyor ve bu ittifaklar döneminde –girildi çoktan– HDP’nin artık açık bir aktör olarak yer alması gerekiyor. HDP’yi hâlâ kenarda, üstü örtülü, maskeli bir şekilde müttefik olarak görme anlayışıyla hiçbir yere gidilemez ve bunun yolunun bulunması gerekiyor. Bunun yolunun bulunması konusunda şu pazartesinden bugüne kadar yaşananlar bize gerçekten çok heyecan ve umut vermiyor. Bunun bir formülünün bulunması lâzım, iktidar bunu –ilk günü söyledim– çaresizliğinden yapıyor. İktidarın çaresizliğini görüp, bunun üzerinden birtakım politikalar geliştirmek yerine, iktidarın yine her zaman olduğu gibi en kolay olan Kürt meselesini kaşımak ve insanlardaki bölücülük fobisini tekrardan hortlatmak yolunda attığı adıma karşı çaresiz bir durumda durmak aslında Türkiye’nin siyasî realitelerine aykırı. Aslında çaresiz olan iktidar ve çaresiz olduğu için bunu yapıyor; ama öyle bir şey oluyor ki Kürt meselesinin kilit rolü nedeniyle, en azından merkez sol partiler ve diğer muhalefet partileri –ki burada Saadet Partisi’ni ilginç bir şekilde istisna tutmak lâzım, ilk andan genel başkanları çok açık bir tavır aldı– çaresiz bir pozisyonda kalıyorlar. Bu aslında hâlâ Türkiye’nin Kürt meselesini bir tabu olarak gördüğünü ve solun da merkezindeki ve hatta ucundaki de dahil olmak üzere bu tabudan tam olarak aranamadığını gösteriyor. 

Burada tabii ki sorun Türk solunun Kürt hareketinin peşine katılması meselesi falan değil; ama kendi ayakları üzerinde duran bir solun, kendi Kürt sorunu politikası olması gerekir. İktidarın verdiği, attığı adımların hepsine karşı sessiz ya da dolaylı destek vererek gidilecek hiçbir şey yok. Aynı olayı Suriye meselesinde de görüyoruz, Irak meselesinde de görüyoruz. Muhalefet partilerinin, özellikle de CHP’nin, bu konularda Suriye’de ve Irak’taki Kürtlere karşı iktidarın uyguladığı politikalarda iktidardan çok da farklı çıkışlar yaptıklarını görmüyoruz. En son CHP’nin Suriye meselesiyle ilgili yapacağı toplantı nasıl yansıdı? “Herkesi çağırıyoruz PYD hariç” şeklinde yansıdı. Ne derece doğru, o konuda rivayet muhtelif, ama böyle bir korku var Türkiye’de — merkez sol başta olmak üzere özellikle CHP’de, ama diğerlerinde de. Esas olarak burada belli bir siyasî gücü olan, son seçimlerde belediyeleri kazanmış olan CHP’ye baktığımız zaman, Kürt sorunundaki tavrını alırken esas olarak Kürtlere değil iktidara bakıyor, iktidara göre kendini şekillendirmeye çalışıyor. Halbuki CHP’nin yapması gereken, Kürtlerin beklentilerini, taleplerini, kaygılarını gözeten bir çizgi olması gerekir. Bu konuda hâlâ çok tutuk. 31 Mart ve 23 Haziran’dan sonra bu tutukluğu aşacağı yolunda bir beklenti vardı, pazartesi sabahı yapılan kayyum atamaları aslında bu beklentiye erken doğum yaptırabilirdi ama şu an itibariyle bunun böyle olmadığını görüyoruz. 

Son bir not: Şunu söylemek istiyorum, Türkiye’de solun, Kürt hareketiyle ilişkisinin bu kadar sorunlu olmasının en önemli nedenlerinden birisi, Türkiye’de merkezde yer alan, hani tırnak içine koyacağım çünkü Türkiye’de çok yanlış ve kötü kullanımlara yol açtı, “liberal” bir hareketin, akımın, çevrelerin olmaması ve bunların Kürt hareketiyle bir ilişki içerisinde olmaması. Yani öyle bir şey oldu ki, “Kürt hareketi bir yana, Türkiye’nin geri kalan bütün siyasî hareketleri bir başka yana” gibi bir olay oldu. Halbuki, eğer Türkiye’de merkez sağda ya da merkezde –artık illaki sağ-sol olması gerekmiyor– yer alan birtakım kurumlar, şahıslar, odaklar olup onlar da Kürt sorununun çözümü konusunda Kürtlerin hassasiyetlerini ve beklentilerini kaale alan bir tutum izlemiş olsalardı, belki Türkiye’de CHP başta olmak üzere solun işi kolaylaşmış olurdu. Şimdi sol, Kürt hareketine yakınlaşma konusunda kendini yalnız kalmış hissediyor ve bu yalnızlığın kendisine oy kaybettireceği, destek kaybettireceği gibi bir endişeye sahip ve bunu aşamıyor. Devlet de iktidar da bunu çok iyi bildiği için en sıkıştığı zamanlarda gaza basıyor Kürt meselesinde, şahin politikalar hayata geçiriyor, açık farkla kazanılmış belediyeleri sudan gerekçelerle ellerinden alıyor, halkın seçtiği belediye başkanlarını görevden alıyor, yerlerine valileri atıyor ve kendini solda ya da muhalif vs. gören, gösteren bazı isimlerden, “Tabii, orada da terör finanse ediliyordu” vs. gibi gerekçelerle bu olayı neredeyse meşrulaştırma yoluna gidenler bile çıkabiliyor. CHP bunu yapmıyor, tamam, kayyum olayını kınadı, tamam; ama bunun ötesinde şu âna kadar pek bir şey görmedik. Ne olurdu? “Böyle yayınlarda bu tür eleştiriler dile getirdiğinizde, ne yapmaları gerekir, onu da söyleyin” diyorlar. Bilmiyorum, ben siyasetçi değilim; bunu siyasetçilerin arayıp bulması lâzım, o iddiayla çıkıyorlar, Türkiye’nin sorunlarını çözme iddiasıyla çıkıyorlar, işte bakın çok ciddi bir sorun var, bunu çözmeleri lâzım ve çözme yolunda adım atmakta olduklarını bize göstermeleri lâzım. 

Tekrar toparlayacağım: İktidarın çaresizlikle attığı bir adım karşısında muhalefetin çaresiz kalması gibi garip bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’nin bu çaresiz halinin belki en önemli nedenlerinden birisi de bu. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.