Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: John Bolton olayı, Ali Babacan söyleşisi, Kremlin’deki CIA ajanı & Kuzey Suriye’de Güvenli Bölge’de son durum

Ruşen Çakır ile Ömer Taşpınar, Trump’ın üçüncü ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’ın da görevi bırakmasını, Ali Babacan’ın parti çalışmalarının Batı’da nasıl karşılandığını ve dünyadaki diğer gelişmeleri konuştular.

Yayına hazırlayan: Hazar Dost

Merhaba, iyi günler. Washington’da bugün yalnız Ömer Taşpınar var. Ömer, merhaba. Trump’a ulusal güvenlik danışmanı dayanmıyor. Herkes bunu söylüyordur. Üçüncü de gitti: John Bolton. Netleşti mi? O mu istifa etti, Trump mı onu yolladı? John Bolton, “Ben istifa ettim” diyor, Trump, “Ben yolladım diyor. Önce bir onu netleştirelim.

ÖMER TAŞPINAR: Henüz netleşmedi. İki taraf da kendi söylediğinin arkasında duruyor. Fakat bu tür durumlarda Trump’a inanmamak en iyisi. Muhtemelen bir gün öncesinden Bolton istifa dilekçesini verdi. Sonrasında Trump “Ben onu kovuyorum” dedi. İkisinin de söylediğinde bir doğruluk payı var diyebiliriz. Ama şurası kesin: Bu istifa uzun süredir bekleniyordu — veya görevden ayrılma diyelim. Zamanlaması biraz şaşırtıcı oldu. En azından bu hafta yaşanan kriz nedeniyle olacağı tahmin edilmiyordu. Hafta sonu yaşanan kriz de Afganistan’la ilgili bir kriz.

Peki bu Afganistan meselesinde, Trump Taliban’la anlaşmayı önce lağvetti, geçersiz kıldı. Şunu anlamıyorum: Anlaşmayı Trump istiyor da Bolton istemiyor muydu? Yoksa daha farklı bir olay mı var?  

Aslında tam tersi. Bolton’un görevden ayrılmasının önemli bir nedeni, Trump’a göre, birçok konuda şahin olması. Afganistan bunlardan biri. Yani Taliban’la konuşmak, Afganistan’dan asker çekmek konusunda Bolton isteksizdi. Zira Bolton’un stratejisine göre Taliban’la konuşmak yerine daha çok Afganistan hükümeti ve Eşref Gani’yle konuşmak, Taliban’la Eşref Gani’nin konuşmasını sağlamak gerekiyordu. Asker çekmek konusunda ise hızlı hareket etmemek gerekiyordu. Bolton bu konuda daha şahindi. Fakat Trump bir an evvel çıkma niyetindeydi Afganistan’dan. Bu anlaşma meselesi çok ilginç tabii. Anlaşmayı Trump istiyor. İstediği gibi seneye yapılacak seçimlerden önce bu anlaşmanın mimarı olarak ön plana çıkmak istiyordu. Yani ileri seviyedeki Amerikan diplomatların, Taliban’la Katar’da yaptıkları görüşmeleri bir bakıma Camp David’e, Washington’a taşıyıp, kendisinin Taliban’la ve Eşref Gani’yle el sıkıştığı bir fotoğraf vermek istiyordu. “Bu anlaşmayı ben kurtardım, Amerika’yı ben çekiyorum, benim sayemde oluyor” imajını vermek istiyordu. Bunu yaparken de tabii Bolton’la çakıştı. Bolton, Camp David’e Taliban yetkililerinin getirilmesinin, hele bunun 11 Eylül’le aynı döneme denk geliyor olmasının son derece kötü bir fikir olduğunu söyledi. Dışişleri Bakanı Pompeo, “Neden olmasın?” diyerek Trump’ın arkasında durdu. Orada bir çatlak oluşmuş, geçen hafta oluşmuş bu çatlak. Fakat Trump, kendi bildiğini okumaya devam ederek, “Ben Taliban’la Eşref Gani’yi davet ediyorum” diyor. Cuma gününe kadar böyle. Fakat Cuma günü Afganistan’da NATO karargâhına yakın bir bölgede önemli bir terör saldırısı sonucu 14 asker ölüyor, bunlardan bir tanesi Amerikalı. Dolayısıyla tam bunun üzerine Trump, zaten kendi kabinesi içinde Bolton ve Pompeo arasında bir tartışma varken Cumartesi günü attığı tweet’le, “Ben buraya çağırıyordum Taliban’ı. Gizli bir görüşme olacaktı bu. Fakat sonrasında açıklayacaktık basına. Bu anlaşmayı yapmayı hedefliyordum. Fakat öldürdükleri Amerikalı asker nedeniyle ve terörizme ara vermedikleri, ateşkes ilan etmedikleri için vazgeçtim onları davet etmekten. Benim inisiyatifimdi bu ve yine ben vazgeçiyorum,” diyor. Bunun üzerine Amerika karışıyor. Çünkü kimsenin Taliban’ın geleceğinden haberi bile yok. Yani niye geliyor? Niye Camp David’de ağırlanıyor? Trump bunu son anda neden halka duyuruyor? Ve birden bir tartışma başlıyor. Cumhuriyetçiler bile Trump’ın bir hata yaptığını söylemeye başlıyorlar. Bu sırada Bolton’un Taliban’ın gelmesini istemediği ve bunun önüne geçtiğine dair haberler sızmaya başlıyor. Yani bu hikâyede Bolton, mantıklı ve sorumlu olan lider olarak ortaya çıkıyor. Trump da her zamanki gibi fevrî davranan, bir bakıma abuk sabuk dış politika yürüten bir lidermiş gibi gözüküyor. Bunun üzerine Trump, Bolton’un imajının parlamasından rahatsız oluyor — ki Trump için en önemli mesele, basında başkasının imajının parlayıp kendi imajının kötü duruma düşmesi. Bunun üzerine Bolton’la muhtemelen iki gün önce ciddi bir kavga ediyorlar ve Bolton istifasını veriyor. Trump da, istifasını kabul etmek yerine,“Ben seni kovuyorum”diyerek ertesi gün o tweet’i atıyor.

Tipik Trump olayı. Peki yerini kim alacağı konusunda spekülasyonlar var mı? Herhalde kimse istemiyordur ulusal güvenlik danışmanlığını.

Evet evet. Dün bizim Brookings Enstitüsü’nde Susan Rice’la bir konuşma yaptım. Dalga geçtim,“Belki seni alırlar”diye — o da Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı’ydı. “Aklı yerinde olan herhangi birisi bu görevi istemez,” dedi. Fakat şurası kesin: Trump kendi reflekslerine, kendi dünya bakışına yakın birini isteyecek. Bolton böyle değildi. Bolton daha şahindi. Mesela Kuzey Kore konusunda “Elimizde henüz bir gelişme yokken niye bu adamla konuşuyoruz” diyordu hep. Dolayısıyla Kuzey Kore konusunda hep rahatsızdı. Hatta çok komik bir durum yaşandı. Trump Kuzey Kore’ye dair görüşme yaparken Bolton’u sürekli başka yere yolluyormuş, odaya almıyormuş. Bölgeye gittiğinde onu Moğolistan’a yolladı. Moğolistan’da Bolton tek başına görüşmeler yaparken, Trump kendisi Kuzey Kore diplomasisini yönetiyordu. Daha önemlisi İran konusunda. Trump’ın refleksleri İran konusunda konuşma taraftarı. Aslında sürekli dinî lider Hamaney’e ve Hasan Ruhani’ye mesaj yolluyor, “Ben konuşmaya varım, şart getirmeyin, gelin Washington’da konuşalım, Avrupa’da konuşalım, Birleşmiş Milletler’de konuşalım” diyor. Bolton’un refleksi “Konuşacak ne var?” diyor. Yani, “Henüz askerî olarak, ekonomik olarak kurduğumuz baskının meyvelerini almadık. Erken bir konuşmaya girmenin bir anlamı yok” diyordu Bolton. Dolayısıyla İran konusunda anlaşamıyorlardı. Kuzey Kore konusunda anlaşamıyorlardı. Venezuela konusunda Bolton son derece sertti. Hatta askerî bir yöntem bile denemek istiyordu. Yani Amerika bir şekilde oraya asker çıkarabilir mi diye yorumlar yapılıyordu ve Bolton’ın bu konuya sıcak baktığı, en azından“Bütün yöntemler masada”söylemine sahip olduğu belli iken, Trump, Venezuela’yla ilgili topa çok ciddi girmek istemiyordu. Dolayısıyla ortada İran, Kuzey Kore, Afganistan, Venezuela gibi temel konularda ciddi bir görüş ayrılığı vardı. Şimdi bu konularda kendine daha yakın birini bulmaya çalışacak. Bazı söylentilere göre belki de şu an silik biriyle çalışacak. Çünkü Trump şu an aslında bir bakıma engellenmek, dengelenmek, frenlenmek istemiyor. Kendi bildiğini okumak istiyor. Seçimlere hazırlanırken tüm kararları kendisinin aldığı ve Beyaz Saray’da kendisinden güçlü bir figürün olmadığını halka kanıtlamak istiyor.

Burada başka bir husus var tabii, sembolik olarak anlamı çok yüklü. Bolton, Bush kabinesinden bugün görevde olan tek adamdı hatta, değil mi? 11 Eylül’ün yıldönümünde, Bush döneminden, neo-conlardan geride kalan tek isim de gitti. Böyle de bir olay var. Bunun semboliğin ötesinde bir anlamı var mı? Yani Trump çizgisiyle 11 Eylül döneminde Bush’un başlattığı teröre karşı savaş çizgisiyle süreklilik artık kopmuş diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Bu süreklilik aslında bir süredir kopmuş durumda. Zira 11 Eylül sonrasında Amerika, yaklaşık 20 yıldan beri Ortadoğu’da, Irak’ta, Afganistan’da bir sürü yerde gereksiz yere para harcıyor, asker kaybediyor, stratejik angajmanlarda bulunuyor gibi bir stratejik hesaba girdi. Nitekim yaklaşık on yıldan beri, Obama iktidara geldiğinden beri Amerikan dış politikasındaki öncelik Çin’e kaymaya başladı. Obama kendisi Çin’e kaymak istiyordu. Çin’le ilgili daha ciddi tehdit algılamalarına sahipti. Ama aynı zamanda Çin’le ekonomik ilişkileri de güçlendirmek, Asya-Pasifik bölgesinde serbest ticaret anlaşmaları yapmak istiyordu. Ona göre Bush döneminin bu özgürlük ajandası, rejim değiştirmeye çalışması, İran saplantısı gereksizdi. Mesela İran konusunda zaten Obama kendisi çok ciddi bir paradigma değişikliğiyle masaya oturup anlaşma imzalamıştı. Trump aslında Ortadoğu’dan çıkmak istiyor. Dolayısıyla zaten Bolton’la arasındaki önemli farklılıklarından bir tanesi, Bolton’un hâlâ Afganistan’a, Irak’a, IŞİD meselesine önem vermesiydi. Trump ise, “Yavaş yavaş artık Irak, Afganistan meselesini kapatalım, Çin’le ilgili daha ciddi düşünelim” diyen birisi. İran konusunda da her ne kadar Obama’ya kızıyor olsa da, aslında Trump’ın yapmak istediği İran’la yeni bir anlaşma yapmak ve o başarıyı kendi hanesine koymak. Obama’dan çok çok farklı düşünmüyor, o da masaya oturmak istiyor. Ama Bush çizgisi, 11 Eylül sonrası Amerika’nın girmiş olduğu çizgi, terörizmi ön plana alan, cihadcı İslamî terörizmi ön plana alan, bu konuda çok ciddi tehdit algılamaları gören –ve hakkını verelim, o dönem öyle bir tehdit algılaması vardı– o mantığın ürünü. Fakat Amerika kendi toprakları üzerinde Avrupa’dakine benzer bir IŞİD saldırısı görmedi. Baktığımız zaman son on yılda Amerika’da tek tük cihadcı terör saldırısı oluyor. Bunların hiçbiri de çok ciddi, Avrupa’daki gibi, yüzlerce insanın öldüğü büyük ölçekteki saldırılar gibi değil. IŞİD’le organik bağ kurabildiğimiz saldırılar değil; daha çok “Yalnız kurt” dediğimiz, tek başına hareket eden, IŞİD’den esinlenen teröristlerin yaptığı saldırılar. Dolayısıyla Amerika’nın tehdit algılaması cihadcı İslam’dan, radikal İslam’dan, siyasal İslam’dan Çin’e ve Rusya’ya doğru kaydı. Şu anda Amerika’nın derdi İslam coğrafyası değil, Çin’i ve Rusya’yı dengelemek. Rusya hâlâ ciddiye alınması gereken bir ülke — Ukrayna, Baltık, NATO nedeniyle. Trump bile Putin’le istediği yere gelemiyor; çünkü Rusya’dan kaynaklanan tehdit algılaması var. Rusya da Amerikan seçimlerine çok ciddi müdahalede bulundu. Dolayısıyla Rusya’dan tehdit algılaması çok sağlam. Çin ise Rusya’dan daha da önemli. Çünkü Rusya aslında gücü azalmakta olan; demografik, ekonomik olarak nihayetinde İtalya kadar ekonomisi olan bir ülke. Evet, nükleer silahları var; ama Rus ekonomisi petrol ve gaz üzerinden gidiyor, devamlı büyüyen bir ekonomi değil. Rusya demografisi çöken bir demografi. 150-160 milyon nüfusu olan bir ülke. Çin ise 1 buçuk milyarlık nüfusu, Amerika’yı geçebilecek ekonomisiyle Güney Çin Denizi’nde, Pasifik’te hegemonik bir güç. Dolayısıyla, Amerikan askerlerine ben burada ders veriyorum, onların bütünüyle stratejik olarak hedeflendikleri mesele Çin meselesi.

Ömer, Rusya’dan bahsettin, şu olayı bir sormak istiyorum: CNN ve New York Times’ın yapmış olduğu çok acayip bir haber vardı. Anladığım kadarıyla Kremlin’de Putin’in yakın çevresinde bir CIA casusu vardı ve CIA’in Trump’a güvenmediği için onu geri çektiği haberi çıktı. Bu haber doğrulandı mı? Ne durumda? 

Bu konularda Amerikalı yetkililer kolay kolay konuşmazlar. Bu çok önemli bir mesele ve CIA ile ilgili meselelerde çok fazla konuşulmaz. Fakat gazetecilik başarısı var burada New York Times’ın. Gerçekten böyle bir mesele var galiba. Nitekim dün Pompeo, bu konu hakkında sıkıştırıldı gazeteciler tarafından. Biliyorsun, Pompeo Dışişleri Bakanı olmadan önce CIA’in başındaydı. Şunu söyledi, “Ben CIA’i çok iyi biliyorum, o haberde ciddi bilgi hataları var” dedi. Ama bütünüyle yalanlamadı. Şimdi benim tahminim şu: Amerika’nın yaklaşık 30-35 yıldan beri orada kullandığı bir ajan bu. Bu ajan son 10-15 yılda hem Kremlin’de hem de KGB seviyesinde çok yüksek yerlere gelmiş. Dolayısıyla Amerika’nın Rusya’da kullandığı en önemli ajanken bunu çekmeye karar vermesinin iki açıklaması olabilir. Ben Trump’a güvenmediği için CIA’in çektiğini çok inanmıyorum. Belki de“Rusya ve KGB yavaş yavaş farkına varıyor olabilirler durumun”diyerek çekmiş olabilirler. Eğer Trump’a güvenmediği için çekiyorsa, burada Amerikan devleti çökmüş demektir — yani CIA ile Trump arasında bu kadar ciddi bir kavga varsa. Ben ona çok ihtimal vermek istemiyorum. Tabii şöyle bir mesele var Amerika’da: Trump’ın ülkeyi iyi yönetmediği, ulusal güvenlik meselelerine yeterince vakit ayırmadığı, bazen CIA’in yaptığı analizlere çok fazla güvenmediğini biliyoruz. Fakat bu, bir ajanı çekecek kadar mesele olmuşsa çok vahim. O nedenle daha geçerli senaryo, o kişinin emniyetinden, o kişinin bir şekilde kimliğinin deşifre edilmesinden korkuyor olunması ve başına bir şey gelmeden çekmek istemeleri.

Türkiye’ye gelelim. Çok merak ediyorum. Ali Babacan nihayet söyleşi verdi. Ama pek heyecan yaratmadı. Dün de ben değerlendirdim. İlk defa konuştu parti faaliyetine girdikten itibaren. Herhalde sen de benim gibi satır satır okumuşsundur. Önce genel bir intibânı sorayım: Nasıl buldun?

Ben de sönük buldum. Yeterince güçlü, cesur değil. Bana öyle geliyor ki hâlâ bir ürkeklik var üzerlerinde; hâlâ korkuyorlar Recep Tayyip Erdoğan’dan ve birazcık yoğurdu üfleyerek yiyorlar. Burada aslında Ali Babacan’ın arkasına Abdullah Gül’ü alarak daha güçlü bir şekilde çıkmak isteyeceğini düşünüyorum. Abdullah Gül’ün yeterince ön plana çıkmıyor olması da nispeten genç ve daha az tecrübeli Ali Babacan’ı zorluyor olabilir. Burada mesele şu: Ali Babacan ismi, heyecan yaratan bir isim; çünkü Türkiye’nin temel meselesi şu an –Erdoğan’ın da zayıflamasının nedeni– ekonomi. Ali Babacan da geçmişteki iyi ekonomik performansla özdeşleşmiş bir isim. Dünya piyasalarında da bu böyle. Şu an Türkiye, medya açısından, düşünce özgürlüğü açısından, hukuk devleti olma açısından o kadar zor bir dönemden geçiyor ki, yüksek sesle konuşmaktan korkuyorlar. Medya imkânlarını kullanamıyorlar ve silik kalıyorlar. Onlar silik kaldıkça, Amerika’daki, Avrupa’daki Türkiye tartışmasında olmuyor. Bugün Financial Times’ta Ali Babacan’la ilgili bir haber vardı. Fakat New York Times’ta, Washington Post’ta gündeme gelmiyor bile. Zaten ortada çok büyük bir başarı hikâyesi yok — parti bile yok. Ahmet Davutoğlu’nun sağda solda konuşmasına benzer bir şey — ki Ahmet Davutoğlu isim olarak Ali Babacan’dan çok daha fazla biliniyor. Bununla ilgili bile hiçbir şey çıkmıyordu haber olarak. Dolayısıyla hâlâ dünyadaki imaj, Erdoğan’ın güçlü olduğu ve Erdoğan’dan korkulduğu yönünde. Ali Babacan’ın tavırları da bu korkunun ciddi olduğunu gösteriyor. Yeterince cesur bulmuyorum ben bu çıkışlarını. Daha da önemlisi koordineli değil. Yani Türkiye bir şekilde Erdoğan sonrası döneme gelecekse, bunu tüm muhalefet partileri koordinasyon içinde yapabilmeli. Şu anda o yüzden CHP muhalefetin en önemli partisi. İstanbul’u kazanmış parti olarak Batı’da daha ciddi bir ilgi görüyor. İmamoğlu ve CHP’nin nereye gittiği bir şekilde daha çok konuşuluyor. CHP’nin Ali Babacan’ınki gibi partilerle, Meral Akşener’in partisiyle, daha da önemlisi HDP-CHP arasında nasıl bir ilişki olacağı konuları bir Ali Babacan meselesinden daha çok tartışılıyor diyebilirim. 

Son olarak güvenli bölge konusunu konuşalım istiyorum. Bir şeyler yapılıyor, ortak devriye deniyor, ama sürekli Ankara’dan, “ABD’nin [kendilerini] oyaladığı, beklentileri karşılamadığı” konularında sert mesajlar geliyor. Bunu hâlâ pazarlıkların sürdüğü olarak mı görmek lâzım? İşler yürümüyor mu demek bu? 

Aslında burada bir strateji var bence. Tayyip Erdoğan şu anda kızıyor durumda; çünkü, “Bizi oyaladılar, biz tam girecektik önümüze bir paket getirdiler. Ona evet dedik, ama görüyoruz ki gün geçtikçe orada amaçları Kürtleri korumak, bizimle beraber çalışmak değil,” diyor. Dolayısıyla bir bakıma milliyetçi havayı ve aldatılmışlık hissini ön plana çıkarıyor. Ama bence aldatılmışlık hissi falan yok. İki tarafın da gayet mantıklı bir şekilde oynadıkları oyun var. Bu oyun şu: İlişkilerin daha da fazla gerilmesini ve çökmesini istemiyorlar. Trump da Erdoğan da istemiyor. Erdoğan istemiyor, çünkü Trump’la ilişkileri bozulursa –mesela Türkiye Kürtler’e karşı Suriye’ye çok ciddi bir askerî çıkarma yaparsa– Türkiye ekonomisi çok ciddi etkilenecek bundan. Çünkü Trump, Erdoğan’ı Washington’da koruyamaz duruma gelecek. Kongre’ye karşı, CAATSA yaptırımlarına karşı koruyamaz duruma gelecek. Kongre’deki hava belli:“Türkiye’ye ekonomik yaptırımlar getirilmeli”deniyor hep. Bunun önünde de Trump var. Dolayısıyla Amerika açısından Türkiye’yi orada (Suriye) frenlemek çok önemli. Çünkü özellikle Trump ve Pentagon Türkiye’yle Kuzey Suriye konusunda ciddi bir gerginlik yaşamak istemiyor. Türkiye’nin daha da fazla Rusya kampına kaymasını istemiyor. Eğer bu CAATSA yaptırımları getirilirse, F-35’ler dışında başka askerî ve ekonomik yaptırımlar getirilirse, Türkiye’nin daha fazla Rusya blokuna kayacağını düşünüyorlar. Dolayısıyla Amerika açısından da bu dansı devam ettirmek, en azından ilişkileri belirli bir platformda tutmak önemliydi. Dolayısıyla iki taraf da şu anda memnun gibi gözükmese de –özellikle Türkiye tarafı– şu anki durum elverişli ve Erdoğan’ın da tercih edebileceği bir durum. Zira bunun alternatifi Amerika’yla çok ciddi bir krize girmesiydi. Bu durum Türkiye ekonomisini çok daha ciddi etkilerdi, Türk dış politikasında da ciddi bir Rusya’ya dönüşe neden olurdu. Bence Erdoğan bunu da istemiyor. Nihayetinde NATO’da kalmak istiyor. NATO ve Rusya arasında bir denge siyaseti izlemek istiyor.

Evet Ömer, burada noktayı koyalım. Bu hafta Transatlantik’i Gönül Tol’suz yaptık, Ömer Taşpınar’la. Ömer’e çok teşekkürler. İzleyicilerimize de bizi izledikleri için çok teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.