Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Macar yazar György Konrád: “Sansür insanların yüzünden bile okunur”

Fransız gazeteci Antoine Perraud’nun Mediapart sitesinde 14 Eylül’de yayınlanan “György Konrád: «La censure peut même se lire sur les visages »” başlıklı söyleşisini Barış Can Kaştaş’ın çevirisiyle sunuyoruz:

1933 doğumlu yazar György Konrád ve 1967 doğumlu oğlu Miklós Konrád’la Budapeşte’de sohbet ettik. Konumuz sosyalist geçmişi ve Viktor Orbán’ın çizdiği milliyetçi-popülist geleceği arasına sıkışmış ve değişmekte olan Macaristan’dı.

Macar Václav Havel olabilirdi

1933 doğumlu György Konrád, yaşça genç Çek denginin aksine ülkesinin başına getirilmedi. Başkanlıkları, Uluslarası PEN Kulübü ve Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’yle sınırlı kaldı. Ah, keşke Orta Avrupa, Brüksel’de taçlandırılan üçkağıtçı demagoglar yerine onun mizacındakilerin peşinden gitseydi!

György Konrád, entelektüel ve haliyle marjinal ve muhalif biri. 1956’da Sovyet tanklarının altında ezilen Budapeşte isyanına katılmış. Büyük bir yazar. Burjuva kökeni ve “aristokrat tutumu” nedeniyle sözde demokratik ve halkçı Macaristan’da üniversitelerden yasaklanmış, bir süre irili ufaklı işlere girip çıktıktan sonra başkentte bir mahallede çocuk esirgeme kurumunda sosyal hizmet görevlisi olarak çalışmış.

Bu deneyimleri 1969’da olağanüstü bir roman ortaya çıkardı: Sosyal Görevli (Le Visiteur, Fransa’da Le Seuil tarafından yayınlandı). Bu kitap çıktığı gibi de rejim tarafından örtbas edildi: Komünizmin cennetine doğru yol alan bir ülkede sefaleti göstermek kabul edilemezdi ya!

György Konrád, entelektüel ve haliyle marjinal ve muhalif biri. 1956’da Sovyet tanklarının altında ezilen Budapeşte isyanına katılmış.

1980’li yılların başında, General Jaruzelski Polonya’da hükûmete el koyduğunda, Antipolitika (L’Antipolitique, 1987 yılında La Découverte’den [Mayıs 68 olaylarının önde gelen isimlerinden] Daniel Cohn-Bendit’ten bir önsözle yayınlanmış) adında dikkat çekici bir deneme yazdı. [Macar Marksist düşünür György] Lukács’ın Marksist özünü yadsımasa da, hem Vaşington hem de Moskova tarafından yürütülen politikaları eleştirerek vicdanların özgürleştirilmesini, böylece nihayet öngörülü ve muhalif bir sivil toplumun hareketlerinden doğacak sahici ve meşru bir siyaset alanının ortaya çıkmasını savundu.

György Konrád’ın hayatı ve eserlerini anlamanın kilit noktası, Fransa için de önemli bir tarihte gizli: 6 Haziran 1944 (Normandiya Çıkarması). O gün, köyü Berettyóújfalu’daki (ülkenin doğusunda, Debrecen yakınlarında) bütün Yahudiler toplama kamplarına gönderildi. Fransa’nın kurtuluşuyla aynı zamanda, Macaristan hızla soykırım sürecine girmişti. Müstakbel yazar o gün toplama kamplarına gönderilmekten kılpayı kurtulmuştu. 1945’te köyüne geri döndüğünde, 199 okul arkadaşından 193’ünün öldürüldüğünü öğrendi. Daha on iki yaşındayken ona “Onların yerine yaşamalısın” diyorlardı.

György Konrád’ın hayatı ve eserlerini anlamanın kilit noktası, Fransa için de önemli bir tarihte gizli: 6 Haziran 1944 (Normandiya Çıkarması).

Fransa’da halen Fransızca bulunabilen tek kitabı olan (ki eskiden zorla susturulan muhalif yazarın şimdi pazar tarafından sessizliğe itilmesi utanılacak bir durum değil mi?!) Hayaletlerin Buluşması’nda (Le Rendez-vous des spectres, Gallimard, 1990) Konrád şöyle söylüyor: “Auschwitz benim düşüncemin merkez üssüdür. ‘Auschwitz sendromu’ diyebileceğimiz bir ahlaki hastalığın nüksetme riskine karşı hazır olmalıyız. Bu sendromun temeli, insan hayatının devlet bekasına tahkim edilmesi, bu devlet bekasının ise iktidarı elinde tutanlar tarafından istedikleri gibi tanımlanmasıdır. Ulus-devlet, blok-devlet, gerekirse soykırıma başvurma hakkını saklı tutar. Ben ise ucu soykırıma çıkan bir fikir silsilesinin geçiş noktalarını kabul eden bütün düşüncelere karşı çıkmayı ruhanî görevim olarak görüyorum.”

1989’da rejim yıkıldığında, György Konrád “demokratik muhalefetten” çıkma bir gruba, Özgür Demokratlar İttifakı’na (SzDSz) katıldı. İttifak, Budapeşte dışında önemini kaybedip, 2013’te de dağıldı. Konrád bugün, kinayeli ve üzgün bir şekilde otokrat Viktor Orbán’a teslim olmuş Macaristan’ın milliyetçilik ve popülizme kayışını izliyor. Orbán, Macar demokrasisini zayıflatmakta ve bir korkuluk olarak kullandığı Avrupa’yı baltalamakta (sadece saf ve her şeyden kuşku duyanlar bunda neo-De Gaulle’cü bir bağımsızlık arayışının izini görüyor).

György Konrád’dan, bizi 1967 doğumlu oğlu Miklós Konrád’la (Sorbonne çıkışlı tarihçi, günümüzde Budapeşte Sanat Akademisi Tarih Kurumu’nda çalışıyor) beraber evinde misafir etmesini rica ettik. Baba oğuldan Macaristan’ın dünü ve bugününü dinledik.

Orbán’ın rejimini nasıl tanımlarsınız?

György Konrád: Kullanabileceğimiz çokça tanım var. Kimileri refleks olarak geliyor (“diktatörlük”, “faşizm”…), diğerleri hakiki bir analizden. Benim tercih ettiğim ciddi tanım Bálint Magyar’ın kullandığı: İktidar ve yolsuzluğun bir olduğu, ikisinin de amacının ülkenin zenginliklerini rasyonel bir şekilde talan etmek için zümrelere göre organize olmak olduğu bir “Post-komünist mafya devleti”. Bu tür toplumlar Vladimir Putin’in Rusya’sında ve bazı eski Sovyet ülkelerinde de bulunuyor.

Miklós Konrád: [babasına dönerek] “Demokratörlük” tanımı hakkında ne düşünüyorsun?

G. K.: Bu terimi Yugoslav denemeci Predrag Metvejevic’e borçluyuz. Kendisi bu terimi neredeyse yirmi yıl önce, 20. yüzyıl totaliter rejimlerinin koşullandırmalarından kurtulamayan (özellikle Balkanlar’daki) devletler için kullanmıştı. İsabetli ve iyi düşünülmüş bir kelime.

M. K.: Muhtemelen Rusya’ya daha çok uyuyor. Orada resmiyette bir demokrasi görüntüsü olsa da, iktidar siyasi değişim imkansız kılacak bir düzen kurmayı başarmış.

G.K.: Bu tür durumlar, tasviri ve teoriyi aşan ara formlar olarak bizi biraz afallatıyorlar. Öyle ki analistler dilde paradokslara sığınmak zorunda kalıyorlar. Parlamenter faşizm diyeni bile duydum!

Mafyalaşmış Macar hükûmeti günümüzde hangi kılıkta? İdeolojik açıdan kendini nasıl sunuyor?

G.K.: İdeolojik bir kamuflaja ihtiyacı yok. Bizi yönetenler için fikirlerin hiçbir önemi yok. Okumuyorlar. İktidarda kalmak ve iyi bir futbol maçı gibi dikkatlerini dağıtacak eğlencelerden mahrum kalmamak dışında pek bir istekleri yok.

Tam da bu yüzden Orbán’ın Budapeşte’den kırk küsür kilometre ötede, Felcsút’ta büyüdüğü evin bahçesinin kenarına inşa ettirdiği stadyum bir semptom olarak çok önemli. 1750 nüfuslu köyde 3500 izleyici kapasiteli bir stadyum!

M.K.: Bu inşaatın her yönü ayrı bir şeyi ele veriyor. Dev stadyumla mütevazı köy arasındaki orantısızlık, futbol aşığı Orbán’ın kafasında neler döndüğünü anlamamızı sağlıyor: 1950’li yıllarda Puskás’ların oynadığı Macar milli takımına geri dönme hayalleri. Başka neden bir insan ufak köyünde kütlesiyle abartısız dibinde olduğu evi ezen bir stadyum olsun ister ki? Grotesk bir vaziyete ulaşıyoruz.

Macaristan Başbakanı Orban’ın büyüdüğü köye yaptırdığı futbol stadyumu.

G.K.: Gerçekten etkileyici bir durum ve bu açıdan Macar Viktor’la Makedonyalı Nikola arasında benzerlikler görüyorum. Orbán futbolcu olamamış birisi, Makedonya’da, Üsküp’te [2006-2016 yılları arasında] iktidarda olan Nikola Gruevski ise başarısız bir boksör. Diktatörlük eğilimleri olan bu iki siyasetçi aynı zamanda sıkı dostlar ve çoğu konuda (sporculara yakışır bir şekilde) el ele vermiş durumdalar…

M.K.: Lakin günümüz Macaristan’ında bir ideoloji görüntüsü aslen var. Bu ideoloji, kaynağını halkın içine işlemiş bir korkudan beslenen milliyetçilikte buluyor: Büyük bir kuvvet kapılarımızda ve hiçbir zaman ona boyun eğdirmek isteyen hegemon kuvvetlerin avı olmaktan kurtulamamış, küçük ama yiğit bin yıllık milletimizi işgal etmekle tehdit ediyor.

Bugün bu tehdit artık Doğu’dan değil de Batı’dan geliyor. Orbán rejimi, bu tehdidi son derece basit, sade ama bir o kadar da etkili eski fikirleri birleştirerek kullanıyor. Şüphesiz rejim şu anda hız kaybetmekte, ancak geçen seneki [2014] milletvekili seçimlerinde elde ettiği zafer, rejimi 2018’e kadar bir seçim tehdidinden koruyor. İnsanlar yavaş yavaş Orbán’ın sadece kendini zenginleştirmeyi amaçlayan bir düzen kurduğunun farkına varmaya başladı [Çevirmenin notu: Orbán’ın partisi Fidesz 2018 seçimlerinde oyların yüzde 45’ini aldı].

G.K.: 2010 yılında sosyalistlerin iktidarı kaybedip Viktor Orbán’ın başa gelmesi, komünist düzenden kalma bürokratların yolsuzluğu nedeniyleydi. Bugün, kendisini aşırı sağcı Jobbik’e göre “ılımlı sağ” olarak sunan hükûmet partisi Fidesz’in de bir o kadar yolsuzluğa karıştığını keşfediyoruz. Öte yandan Jobbik, hiç yolsuzluk işlerine karışmadığı ölçüde kendisini rüşvet yemez bir parti olarak tanıtabiliyor, bu da epey yükselişe geçmelerine neden oldu.

M.K.: Dahası, Orbán’ın Fidesz’i her ne kadar aşırı sağ tarafından tehdit edilse de, milliyetçi bir retorikle eskisi gibi sosyalist partiye saldırmaya devam ediyor: “Bunlar kötü Macarlar.” Tabii bu argümanı (benim diyen her aşırı sağ parti gibi) bu konuda herkese üstünlük taslayan Jobbik’e karşı kullanamıyorlar…

Dört yıl önce [muhafazakar görüşlü günlük gazete] Magyar Nemzet’te (ki o dönem mütemadiyen Viktor Orbán’ı savunuyorlardı) yayımlanan bir makaleyi hatırlıyorum. Makale sosyalist parti (MSzP) ile Jobbik’i karşılaştırıp sonuç olarak “İki parti de haksız, ama en azından Jobbik’liler iyi Macarlar” yazıyordu.

G.K.: Orbán’ın Fidesz’inin sağındaki parti yerine soluna saldırmasının nedeni sadece bunu engelleyen bir zihniyetin mahkumu olması değil. Bunun yanında iktidarda kalabilmek için bir gün Jobbik’le koalisyona girme ihtimali, Jobbik’e saldırmalarını imkansız kılıyor. Bugün Avrupa (1944’ün sonuna kadar Hitler’in Macaristan’daki müttefiki olan) Oklu Haç Partisi’ni hatırlatan böyle bir partiyle ittifaka müsaade etmeyecektir. Ama merkezi giderek zayıflayan Avrupa, 2018’de en tehlikeli aşırı sağ partilerden biriyle yapılacak koalisyonu engelleyecek tutarlılığa, kuvvete ve meşruiyete sahip olacak mıdır?

M.K.: Zaten eğer Budapeşte Brüksel’den günde 3 milyar forint, neredeyse 10 milyon euro, almasaydı Viktor Orbán ülkeyi çoktan Avrupa Birliği’nden çıkartmıştı!

G.K.: Buradaki yatırımların yüzde 95’i AB’den…

Başta Budapeşte’nin muhteşem konser salonları olmak üzere bütün yüksek kültür binaları da Avrupa’dan gelen fonlarla yenilendi…

M.K.: İktidar bundan sizin kadar heves duymuyor. Bu tür değişiklikler, üstünden sembolik bir çıkar elde etseler bile, pek ilgilerini çekmiyor. Öte yandan araştırmacı gazeteciler, Orbán ve yakınlarının nasıl zenginleştiklerini gözler önüne serdi. Macaristan iktidarının en üst katmanındaki bu zenginliğin yüzde 90’ı, AB’den gelen fonlar sayesinde. Bu fonları kullanarak sadece hükûmete bağlı olan gruplara verilen ihalelerin açılmasını sağlıyorlar. Orbán ve yakınları, SSCB zamanındaki Moskova’ya benzetip durdukları AB sayesinde paraları cebe indiriyorlar!

G.K.: Kaderin cilvesi de odur ki, Orbán Brüksel’e karşı daha sert konuştukça, Avrupa daha dikkatli, neredeyse iyi niyetli bir tavır sergiliyor…

Öte yandan Macaristan’da araştırmacı gazeteciliğin mümkün olduğunu fark etmeden edemedim.

M.K.: Daha doğrusu bu tür gazeteciliğin, azınlıkta olan ancak aktif bir şekilde çalışan bir sivil toplum sayesinde henüz mümkün olduğunu fark etmelisiniz. Bu sivil toplum, devlet bekası ile kendini özdeşleştirmediği müddetçe demokrasinin teminatı olmayı sürdürecek.

Gazeteciler kısıtlanan özgürlükler ya da demokrasiye yapılan saldırılar hakkında yazılar yazdıkları sürece halk bir tepki vermiyordu. Ancak pratik haberler yapmaya başlayıp Orbán ailesinin dudak uçuklatan fiyatlara yaptırdığı evleri ortaya çıkardıklarında, eleştirel düşünce ve demokratik beceri eksikliği nedeniyle kandırıldıklarını hisseden seçmende bir memnuniyetsizlik dalgası peydahlandı.

Dolayısıyla özgür basın halen varlığını sürdürüyor, ancak teoride bu varlık hükûmetin çıkardığı özgürlükleri ihlal eden yasa nedeniyle tehdit altında. Bütün yayın kuruluşları artık en ufak bahaneyle aranabiliyor, bilgisayarlarına el konulabiliyor. Yine de hükûmet bu yasayı, benzer yasalarda (özellikle uyuşturucu kullanımına karşı olanlar) olduğu gibi henüz kullanmadı. Bu yasalar oylamadan geçtiler, ancak Orbán’ın endişe uyandırıcı Macaristan’ında şu anda sadece beklemedeler…

Korku bir devlet memuru olarak sizde de yükseliyor mu, Miklós Konrád?

M.K.: Söylemesi zor: Net bir durum ortaya çıkmış değil. İnsanlar, belki de haklı nedenlerle, işlerini kaybetmekten korkuyor. Rejimi eleştiren bir makale ya da röportaj işlerine mal olabilir – bu da Macaristan’da iş piyasasının halini düşünürsek aileleri için bir felaket olur. Bu nedenle insanlar susuyor.

Öte yandan, benim gibi memur olan ve hükûmeti açıkça eleştiren, ancak başına bir şey gelmeyen insanlar da tanıyorum. Bu da demektir ki eleştirmek mümkün, bu nedenle bu korku bende yerleşmedi. Buna karşılık, babamın oğlu olduğum için işimi kaybetme korkusunu hakikaten hissediyorum.

Epey büyük bir sorumluluk!

M.K.: Onun suçu değil tabii!

G.K.: Ne büyük armağan!…

Hayaletlerin Buluşması’nda şöyle yazmıştınız: “Hiçbir zaman yazdıklarımın toplatılıp yok edilmesi korkusunu atlatamadım. Vahşi hayvanlara bile ateş korkusunu aşılamak için bir-iki darbe yeterlidir.” Halen bu korkuyu hissediyor musunuz?

G.K.: Hayır, bu korku artık bende kayboldu.

Sizde bu korku kaybolmuşken oğlunuz babasının oğlu olmaktan korkuyor…

M.K.: Babamın oğlu olmaktan değil, bu nesepten ötürü can sıkıcı bir şekilde işimden edilmekten korkuyorum! Daha açık olmam gerekirse: Kendim de bir aile babası olarak tasalanıyorum. Bunun başıma geleceğini pek sanmıyorum, ancak birçokları gibi 2010’dan beri mümkün olmadığını düşündüğümüz birçok şeyin gerçekleştiğini gördüm. Bu nedenle paranoyaya kendimi kaptırmamakla geleceğine inanmadığımız gittikçe artan sarsıntıların farkında olmak arasında gidip geliyorum.

G.K.: Benim o alıntıda bahsettiğim yazılarımın çalınacağı korkusu, [1956-1988 yılları arasında Macar Sosyalist İşçi Partisi Genel Sekreterliği yapmış János] Kádár döneminin sonunda yoğun bir histen kaynaklı değildi. Bu korku, psikolojik bir korkudan ziyade teknik bir korkuydu: Elimdeki elyazmalarına el konulmaması için belli önlemler almam, ne yazık ki bir miktar ketumluk öğrenmem gerekti.

Bugün şüphesiz Orbán rejiminin gözde yazarları arasında değilim; ancak bir endişem yok. Varolan sistemin bir yazarın hayatını paramparça edecek bu çizgiyi aşmayacağına eminim. Tek derdim “vatan haini” gibi kibar sözlerle müsemma olmam. O kadarıyla da idare edeceğiz artık…

Komünist dönemin temel sorunlarının çoğuyla baş etmem gerekti. İlk olarak resmi olarak yazamamak – ki bu bir yazar için yazdıklarını kitapçılarda görememenin acısı demek. Sonra yurtdışına özgürce çıkamamak. Bunun için devletten icazet almak gerekiyordu. Bu nedenle Macaristan’da yazdığım samizdatlar sonra gizlice Batı’ya geçirilirdi. Buna rağmen asla bir kaçakçı hayatı sürmedim, çünkü aklımda hep Macaristan’da kalmak vardı. Burada yaşamak istiyordum. En sonunda yurtdışına çıkış izni verildiğinde, bu sefer dönüş izni gelmedi. Kádár rejiminden bana mesajlar ulaşıyordu, beni ülke sınırlarının dışına çıkarıp benden kurtulmaktan memnun olduklarına dair.

M.K.: Bugün ise yazdıkların basıldığı gibi, istediğin zaman ülkeye giriş-çıkış yapabiliyorsun.

G.K.: Evet, elbette.

Macaristan hakkında çullanan eleştiriler karşısında sadakat çatışması hissediyor musunuz?

M.K.: Fransız arkadaşlarım ülkeye gelip “Burada başınıza gelenler korkunç!” dediklerinde bir yanım onlara katılıyor – şüphesiz onların bilmediği ve bilseler öfkelerini artıracak bin şey daha anlatabilirim. Buna rağmen içgüdüsel bir hoşnutsuzluk da hissediyorum: Sanki işin sonunda biri bana benim korkunç olduğumu söylüyormuş gibi. En nihayetinde ben, karım ve çocuklarım burada yaşıyoruz. Günlük hayatım burada. Haliyle bu ikircikli durum bir nebze anlaşılır. Kendime sık sık gazeteleri okumayı bırakacak cesaretim olsa muhtemelen Macaristan’ı harika bir ülke olarak görürdüm diyorum…

György Konrád: “Sansür insanların yüzünden bile okunurdu.”

G.K.: Kendi açımdan konuşacak olursam size itiraf etmeliyim ki Bay Orbán’ı çok ender salonumda bu kanepeye oturmuş halde buluyorum. Buraya sadece dostlar gelir. Bay Orbán’ı görmek için, biraz uğraşıp televizyonu açmam gerekiyor. Orada sık sık konuştuğu doğru. Ama kimse de beni onu izlemeye zorlamıyor. Oğluma göre bazı konularda daha rahat olma hakkım var: Yaşım sağolsun beni işten atmaları mümkün değil…

1989’a kadar, Batı’da ölçülü bir kapitalizm altında yaşadık. Bu düzen Sovyet düzenine karşı durmak adına kendini olabildiğince iyi göstermeye çalışıyordu – Batı’daki bu rahat düzen, demirperdenin öteki yanında sizin esaretinize çok şey borçluydu bir anlamda. Bugün hepimiz freni patlamış bir kapitalizm içinde yaşıyoruz. Bu düzen sizin “reel sosyalizm”in kıvrımlarında bulduğunuz bir şeyin varlığını tehlikeye atıyor: Boş zaman..

G.K.: O dönemde sistemin çatlaklarından faydalanmaya varan bir yaşam tarzımız olduğu doğru. Yol işçisinden en yüksek mevkîli memura kadar herkesin kısıtlayıcı bir düzenin baskılarından kurtulmak için geliştirdiği küçük taktikleri anlat anlat bitmez. Böyle söyleyince kulağa büyük bir şey gibi gelmiyor, ama komünizm hepimize gizlice arakladığımız birçok küçük avantaj veriyordu.

M.K.: Halkın çoğunda eski zamana duyulan özlemi reddedemeyiz. Farklı bir dönemdi. Duvar işçileri en ufak binayı yedi yılda anca yapar, şantiyeye ustabaşı gelmediği sürece iskambil oynarlardı. Gerçi ustabaşı da kendisi daha ilginç işlere gitmeye hevesli olduğundan duruma gözünü kapatırdı… İş garantiydi, alım gücü de aynı şekilde. İnsanı yabancılaştıran pek aktivite yoktu. Güzel bir hayat!

Macaristan Başbakanı Viktor Orban

G.K.: İşyerleri aşk hikayelerinin başladığı yerlerdi. Gelir az, iş az, ama ilişkiler tutkulu ve sürükleyiciydi, herkes kuralları çiğnemenin bir yolunu bulurdu. Siyasette legal olanı aşamıyorsak aşkta aşardık. Paris’i ilk ziyaretimde [Nobel ödüllü varoluşçu yazar Albert] Camus’nün gününün çoğunu Gallimard yayınevinde geçirdiğini söylediklerinde dehşete düşmüştüm: Orası işyeriydi sonuçta. Bense Budapeşte’de günümün yarısını okumakla geçiriyordum. İşimi yapıyordum, ama bir yandan ezici bir ağırlıktan kendimi azat ediyordum. Patronum işe gelmiyorum diye kavga etmeye yer aradığında ona cevabım şuydu: “Kıçımı değil kafamı satın aldın!”

Otuz yıl önce, cevabını vermeden, şöyle sormuştunuz: “Kitabım baskı altında yazılmışsa daha iyi midir?”

G.K.: Doğrusu mümkün.

M.K.: [Arjantinli gerçeküstücü yazar Jorge Luis] Borges’in Arjantin’de General Perón’un diktatörlüğünden kaçmaya davet eden Harvard Üniversitesi’nden temsilcilere dediği gibi: “Ama despotizm bütün metaforların anasıdır…”

G.K.: Hasmane ortam bizi direnişe zorlamıştı. Bu sayede daha kesif ve belki de daha kuvvetli olduk. Amacım daha fazla satmaksa, düşündüklerimi yazmanın kitabımın basılmasına engel olacağından emin olduğum zamanlara göre daha az kışkırtılmış hissediyorum.

Ancak bu röportajın başında basılamamanın ne kadar büyük bir hayal kırıklığı olduğundan bahsediyordunuz?…

G.K.: Bir yazar, yazdıklarını kitapçılarda görmeye ihtiyaç duyar. Ancak eğer yazdıklarım Kádár dönemi Macar kültür devletinin yumaşak lakin hatırı sayılır sansürünün eleğinden geçseydi, bu kitaplarımda hissedilirdi: Kitaplarım ihtiyatlı olurdu, ve bu ihtiyat kitaplarımın kokusuna kadar işlerdi. Öyle bir dönemde sansür insanların yüzünden bile okunurdu: En ufak bir risk bile almış olanları yüzlerinden tanırdınız.

M.K.: Anlattıklarını dinleyince, kendine sosyalist diyen bu rejime sadık olanlarla olmayanları ayırt etme yetisini geliştirdiğimizi hatırladım. 2010’da Orbán’ın iktidara dönmesinden beri bu garip his geri döndü. İşbirlikçileri, şu anda siyasette olanlarla işbirliği yapması muhtemel olanları sezebiliyoruz. Dalga boyu meselesi belki de, ya da bir konuşma sırasında detone olmak gibi: Kulağınızı tırmalıyor, ters giden bir şeyler olduğunu seziyorsunuz, orada konuşmayı derhal kesmek gerekiyor.

G.K.: Muhalif dostlar toplumu zamanından Kádár döneminin sonuna kadar, ortam çok daha eğlenceliydi. Alman denemeci Hans Magnus Enzensberger 1987 yılında Budapeşte’de benim evimde kalıyordu. Onu özel dairelerde bir partiden diğerine götürürdüm. Sadece baskı gören bir ülkede direnişin bahşettiği bir gerilim, bir çırpınış, bir mutluluk vardı. Aynı hissi Polonya’da hissetmiştim: Zor yıllar insanları yeniliklere açık ve zayıf hale getirmişti – bu da zımbırtıları ve şımarıklıkları olmayan toplumların avantajı!…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.