Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Türkiye İttifakı” kuruldu!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 31 Mart gecesi telaffuz ettiği, fakat MHP lideri Bahçeli’nin itirazıyla vazgeçtiği “Türkiye İttifakı”, Barış Pınarı harekatı vesilesiyle gerçekleşmişe benziyor. Fakat bu ittifaka dahil olan HDP dışındaki muhalefet partilerinin herhangi bir yetki ve sorumluluğu bulunmuyor.

Yayına hazırlayan: Edanur Tanış

Merhaba, iyi günler. Suriye’nin kuzeyinde Barış Pınarı Harekâtı sürüyor. Kara harekâtı da başladı ve haberler gelmeye başladı; tabii genellikle resmî kanallardan akan haberlerden daha çok haberdarız. Şu âna kadar olağanüstü bir gelişme yok. İki köyün Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve onlarla beraber hareket eden Milli Suriye Ordusu –Özgür Suriye Ordusu’nun yeni hali anlaşılan– tarafından ele geçirildiği söylendi, ama belli ki bayağı sürecek. Bu arada Trump tweet’lerini atmaya devam ediyor, yine Türkiye’ye yönelik tehdit dilini kullanıyor. Bu en son Cumhurbaşkanı’na sorulduğu zaman, aslında Trump’ın baskılar nedeniyle başvurduğu bir yöntem olduğunu söylemişti ve çok da fazla rahatsızlık beyan etmemişti. Ama harekâta destek veren milliyetçi çevrelerde Trump’a yönelik bir öfke olduğunu da biliyoruz. 

Burada bugün Türkiye İttifakı meselesini ele almak istiyorum. Bu Türkiye İttifakı’nı aslında ilk Cumhurbaşkanı Erdoğan dile getirmişti, 31 Mart seçim gecesinde bunu dile getirmişti. Çünkü ağır bir yenilgi almıştı 31 Mart’ta –ki 23 Haziran’da da tekrarlandı bu– ve Türkiye İttifakı’nın arayışını dile getirmişti. Daha sonra Devlet Bahçeli öfkeli bir tonda onu düzeltti, ortada bir Cumhur İttifakı’nın olduğunu söyledi, yeni ittifaklar arayışına gerek olmadığını söyledi ve Erdoğan da bunun üzerine aslında kastettiğinin Cumhur İttifakı’nın daha da gelişmesi olduğunu söylemişti. Oradaki Türkiye İttifakı vurgusu her ne kadar karambole gitse de, benim anladığım kadarıyla artık Erdoğan, özellikle yaşanan ekonomik krizle beraber sadece MHP’yle birlikte kurduğu bir ittifakın Türkiye’yi daha fazla taşıyamayacağı ve buna muhalefetten diğer bazı unsurların da –tabii ki ilk akla gelen CHP– katılmasını imâ ediyordu bir şekilde. Ama dediğim gibi Bahçeli’nin sert çıkışıyla bu olay durdu. Aslında ittifak sürecine başkanlık sistemiyle beraber girdik, bunun bir başka versiyonu bir millî koalisyon olarak 7 Haziran 2015 seçiminden sonra gündeme gelmişti. Ahmet Davutoğlu’nun, CHP’yle bir koalisyon için bayağı bir uğraştığını şu anda daha iyi öğreniyoruz ve bu Erdoğan tarafından engellendi malûm. 2015’te kurulamayan merkezdeki millî koalisyonun, yani AKP ve CHP’nin birlikte yer alacağı, belki başkalarının da destekleyeceği koalisyonun başkanlık sistemi versiyonu olarak, Türkiye İttifakı bir şekilde gündeme geldi, ama gelir gelmez ortadan kayboldu. Şimdi Barış Pınarı Harekâtı’yla beraber adı konmadan bir Türkiye İttifakı’yla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz, ama arada çok büyük farklar var. 

Erdoğan’ın ilk başta Türkiye İttifakı derken kastettiği, tabii ki HDP dışında herkesti. Bugün de yaşanan, HDP dışında neredeyse herkesin var olduğu bir ittifak var. Bunun önceki versiyonunu hatırlayalım, hafızaları tazeleyelim: 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Yenikapı’da görmüştük. Yenikapı’da o sırada Meral Akşener’in partisi yoktu MHP’deydi hâlâ ve biliyoruz, Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin çağrısına uymuşlardı, HDP çağrılmamıştı. Daha sonra o olay çok fazla sürmedi, orada gösterilen birlik ve beraberlik kısa bir süre sonra tekrar “Kemal Bey” tartışmasına döndü. Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu özellikle bir şekilde FETÖ’yle işbirliği yapmakla suçlamaya başladı, Yenikapı buluşmasından çok da geç olmayan bir süre sonra. Daha sonra 19 Mayıs’ta benzer bir olay gördük; Erdoğan HDP hariç herkesi Samsun’a çağırdı. Orada Meral Akşener bir şekilde katılmadı, ama onun dışında bir erkekler topluluğu olarak görüyorsunuz –Doğu Perinçek’inden Temel Karamollaoğlu’na kadar–, tabii ki Devlet Bahçeli ve Kılıçdaroğlu, hep birlikte orada yine bir Türkiye İttifakı pozu verdiler. Ama bu da çok fazla sürmedi; bir müddet sonra gördük ki Erdoğan, Bahçeli ile kendisinin dışındaki tüm güçleri, özellikle de Millet İttifakı’nı neredeyse terör işbirlikçisi olmakla suçladı. 31 Mart seçimleri de bu tonda gitti, söylemler beka üzerine kuruldu, kendileri dışında herkesin terör işbirlikçisi olduğunu söyledi Erdoğan; onları bir şekilde şeytanîleştirdi, düşmanlaştırdı; buna rağmen seçimi kazanamadı. Zaten seçimi kazanamamasının da verdiği etkiyle bu mesajı aldığını düşünüyorum, Türkiye İttifakı çağrısını yaptı ve Bahçeli’nin itirazıyla bunu geri almak durumunda kaldı. Eğer o tarihte bir Türkiye İttifakı olayı gündeme gelecek olsaydı tabii ki Erdoğan iktidarını paylaşmaya çok fazla yanaşmayacaktı; ancak çağırdıklarına –özellikle CHP’ye ve belki de İYİ Parti’ye ve belki de Saadet Partisi’ne–, iktidarın içerisinde birtakım sorumluluklar, yetkiler vermek durumunda kalacaktı. Yani, “Bana destek verin, gerisini merak etmeyin. Ben de sizi bu konularda bilgilendireyim” şeklinde bir ittifak söz konusu olamayacaktı. Tabii ki olabildiğince az bir iktidar paylaşımıyla bir ittifakın arayışına girecekti, ama olmadı. 23 Haziran İstanbul seçimi tekrarlatılarak bir şans daha denendi ve çok büyük bir fiyaskoyla karşı karşıya kaldılar.

Şimdi ne oluyor? Bir ittifak var; Türkiye İttifakı. 31 Mart gecesi bir şekilde dile getirdiği ittifakı Erdoğan şu anda gerçekleştirmiş durumda. HDP hariç herkes Barış Pınarı Harekâtı’na destek veriyor. Bunların içerisinde bazı belediye başkanları da var biliyorsunuz, peş peşe açıklamalar yapıyorlar. Bu belediye başkanları ve bir önceki cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce gibi figürler, bunların hepsi bir şekilde seçim kampanyalarında bir şekilde HDP seçmenine göz kırpmış, onların oyunu istemiş ve büyük ölçüde de almış kişiler. Ama şimdi, yine HDP’nin dışlandığı ve HDP’nin şeytanîleştirildiği bir süreçte aktif bir şekilde yer alıyorlar. Aslında aktiflikleri sözüm ona bir aktiflik, çünkü olayın hiçbir yerinde yoklar. Destek veriyorlar ve Erdoğan Meral Akşener’i ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu arıyor, bilgilendiriyor. Ama şimdi fotoğrafını göreceksiniz, yayınlandı, esas harekâtı AKP’yle özdeşleşmiş devlet ve AKP’nin temsilcileriyle sürdürüyor. Şu anda gördüğünüz koordinasyon toplantısında MİT Müsteşarı var, önemli bakanlar var, Meclis Başkanı var, AKP’nin genel başkan yardımcıları ve grup başkanvekilleri var. Burada muhalefetten kimse yok; ama muhalefet bu sürece dahil olduğunu düşünüyor, açık bir şekilde kayıtsız şartsız destek veriyor, yani verdiği desteği birtakım şartlara bağlamış değil. Birtakım itirazlar var –özellikle CHP’nin, “Artık Şam’la görüşseniz” şeklinde çıkışları var–, ama bunlar da bir meydan okuyuş şeklinde değil, bir dipnot düşer şekilde, böyle bir olay var. Yani ittifakın içindeler ama hiçbir şekilde içinde değiller, direksiyonun hiçbir şekilde etrafına bile yaklaştırılmayan bir muhalefet var. Kendileri bilgilendiriliyor; ama bunu devlet, devletle özdeşleşmiş olan AKP birlikte yapıyor ve muhalefet partileri bu operasyonda, millî dava perspektifiyle tabii ki, buna destek veriyorlar. 

Bu noktada Murat Sevinç’in –ki burada yaptığım yayınlarda en çok referans verdiğim isimlerden birisi kendisi, diğerleri de herhalde Kemal Can ve Kadri Gürsel’dir– Diken’de çıkan yazısından bir alıntı yapmak istiyorum, çok önemli bir yazı: 

“Siyaseti, her şeye rağmen Erdoğan yapıyor. Muhalefetin sınırlarını çizen de o. Erdoğan’ın ‘izin verdiği’ alanda at oynatabiliyorlar yalnızca. Kürtlerle yan yana gelme ve Erdoğan/AKP tarafından ‘itham edilme’ ihtimalinden ölesiye korkuyorlar. Siyaset dediklerinin merkezinde, ‘Aman fırsat vermeyelim’ var. Çapları, güçleri, yetenekleri bu kadar.” Bu gerçekten şu anda yaşadığımız olayın çok ciddi bir özeti. Lâkin, 31 Mart’ta böyle değildi; 31 Mart’ta muhalefet, Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde değildi ve Erdoğan’a karşı çok ciddi bir başarı elde etmişti. Erdoğan sınırları çizememişti ve gündemi belirleyememişti. Birkaç hareketle; Ekrem İmamoğlu gibi bir figür yaratarak, sakin bir kampanya yürüterek, Erdoğan’ın beka tehditlerine karşı bunu geçiştirerek, bunu muhatap almayarak, belediyecilik üzerinden bir kampanya yaparak Erdoğan’ın liderliğindeki en büyük yenilgisini kendisine muhalefet partileri –tabii ki HDP desteğiyle– tattırmışlardı. Murat Sevinç’in bu söyledikleri bugün için doğru; ama bu muhalefetin kaderi değildi, bunun böyle olmadığını 31 Mart’ta ve özellikle 23 Haziran’da görmüştük. Burada tabii ilginç olan Erdoğan’ın bir çaresizlikle belki de elindeki son koz olarak bu harekâta başvurması, onun çaresizliği karşısında hiç de böyle bir durumda olmayan, daha yeni seçim zaferi tatmış olan muhalefetin birdenbire ondan daha çaresiz bir şekilde, kayıtsız şartsız bu harekâtı destekliyor olması, bu da ilginç bir durum olarak önümüzde duruyor. Daha önceki örnekleri söyledik; Yenikapı’da “Yenikapı ruhu” olarak destek verildi, 19 Mayıs’a gidildi; ama bunların hemen ardından Erdoğan’ın yine o ötekileştiren, sert söylemi, polemikleri, çok ciddi suçlamaları hepsi peşine geldi. Daha yeni Devlet Bahçeli, Kemal Kılıçdaroğlu’nun terörle işbirliği yapma iddiasıyla dokunulmazlığının kaldırılması konusunda hasta yatağından yazılı açıklama yaptı, harekâttan bir iki gün önce, bütün bunlar olmamış gibi CHP bunun içerisinde yer aldı. Bu olay geçtikten muhtemelen sonra hiç kimse şaşırmayacaktır kaldığımız yerden CHP’ye “CHPKK” demeye, Kılıçdaroğlu’nu PKK’nın, FETÖ’nün vs. işbirlikçisi olmakla suçlamaya devam edeceklerdir. Acayip bir oyun oynanıyor diyelim siyasette; çaresiz bir iktidar, hiç de çaresiz olmayan ama gücünün farkına varmayan, varmak istemeyen bir muhalefet. 

Peki buradan ne çıkacak? Dünkü yayında söylediğim gibi; bu harekât Erdoğan’ın krizini çözebilecek bir harekât değil. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, nasıl gelişirse gelişsin, bunu yapabilecek bir harekât değil. Ama bakıyoruz ki burada muhalefet onunla bir kader birliği ediyor. Peki kim kazanacak? Bana göre tabii ki Erdoğan kaybediyor, artık mutlak bir şekilde kaybediyor, muhalefet de açık söylemek gerekirse kazanmak istemiyor. Peki kim kazanacak? İşte burada belki de şu hal, şu anda yaşanan Türkiye İttifakı, bize yepyeni birtakım hareketlerin, yepyeni birtakım aktörlerin Türkiye’de önünün çok ciddi bir şekilde açık olduğunu düşündürtmeli. Eğer harekât sürecinde öne çıkan ve Erdoğan’a karşı cumhurbaşkanlığında, daha doğrusu başkanlıkta en büyük aday olacağı varsayılan Ekrem İmamoğlu farklı bir duruş sergileseydi, çok farklı şeyler konuşuyor olacaktık. Ancak adının terörle anılmasını istemediği için, malûm, diğerleriyle ya CHP ya da CHP’den birtakım önde gelen isimler aynı çizgide hareket etti, İYİ Parti zaten yapmadı. Böyle bir şekilde, hiç de mecbur olmamalarına rağmen kendi kendilerini bağladılar. Üstelik çok da ilginç, Sırbistan dönüşü uçakta Erdoğan ne dedi, “Millet İttifakı’nın parçalanması gerekiyor. Bunların milletle hiçbir alâkası yok, bunun parçalanması çok çok önemli” dedi ve sonuçta Millet İttifakı’na –hâlâ belki de sürüyordur– şu haliyle baktığımız zaman: Millet İttifakı-Cumhur İttifakı diye bir ayrım pek kalmadı; hepsi Erdoğan’ın tartışmasız liderliğinde, sadece gelişmelerden onun uygun gördüğü şekilde bilgilendirilen müttefiklere dönüşmüş durumdalar. Bunun içerisinde tabii ki doğal olarak herhangi bir siyaset üretemiyorlar, böyle bir ilginç durumla karşı karşıyayız. 

Şöyle toparlamak istiyorum: Genel bir seferberlik hali var, bu harekât başladığından itibaren, bunu özellikle vurguluyorum. Bu seferberlik içerisinde ülkenin çok ezici bir çoğunluğu –coşkuyla olmasa da, ama büyük ölçüde– bu yaşananları destekliyor. Ama farklı farklı gerekçelerle bu yaşananların Türkiye’ye çok da hayırlı olacağı kanısında olmayan insanlar var. Bunların kimisi hümanist gerekçelerle, kimisi siyasî gerekçelerle vs. bu kanıdalar. Her şeye rağmen, her türlü baskıya rağmen, sindirmeye rağmen, sindirme çabasına rağmen insanlar itirazlarını dile getirmeye çalışıyorlar. O anlamda bakıldığı zaman… yani insan kendisini yalnız hissediyor, ama aslında hiç de yalnız olmadığını bir şekilde fark ediyor. Daha önce farklı durumlarda bunu yaşamıştım, dün de belirttiğim gibi; 1 Mart 2003 tezkeresi öncesinde hiç unutmuyorum, Meclis’te NTV canlı yayınında tezkerenin geçmediği haberini canlı yayında verirken, bundan bir vatandaş olarak ne kadar mutlu olduğumu da söyleme ihtiyacı hissetmiştim. Yayının sonrasında bir meslektaşım, aynı zamanda arkadaşım, bana şunu söylemişti, “Böyle seviniyorsun, ama ay başında maaşın yatmadığı zaman ben seni görürüm” demişti, ben de ona, “Merak etme, benim yeterince birikimim var” diye şaka yollu cevap vermiştim. Ama maaşlar da yatmaya devam etti ve Türkiye orada çok büyük bir  beladan, Meclis’in o olağanüstü, ilginç dirayetiyle sıyrılmayı bilmişti. Şu anda Türkiye bu dirayeti, Meclis bu olayda gösteremedi; ama yine de Türkiye’nin bu olayı da en az hasarla atlatacağından ve bundan çok iyi dersler çıkaracağından eminim. Yine her zaman yapmaya çalıştığım gibi iyimser bir yorumla; yaşananlardan memnun olmayarak ama bu yanlışların peşinden doğruları getireceğine dair inancımı tekrar vurgulayarak sözlerime son vermek istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.