Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ile söyleşi: 23 Haziran sonrası ittifaklar, yeni partiler ve Suriye operasyonu

Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır ile Barış Pınarı harekatının siyasi nedenleri ve siyasete muhtemel etkilerini; 23 Haziran sonrası seçmen tercihlerinin nasıl şekillendiğini; ittifakların geleceğini ve yeni partilerin şansını konuştuk.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır konuğum. İzleyenler biliyordur, kendisiyle dönem dönem, önemli zamanlarda, seçim öncesinde, seçim sonrasında yayınlar yapıyoruz. Bugün için sözleştik ve Suriye operasyonuna denk geldik. Dolayısıyla ilk bölümde Barış Pınarı Harekâtı’nı ve bunun siyasetle ilişkisini konuşacağız. Hoşgeldin Bekir.

Bekir Ağırdır: Merhaba.

Barış Pınarı Harekâtı’nın iç siyasetle ilgisi var tabii ki.

Çok ilgisi var hem de.

Bazıları kızdı, ama ben şöyle tanımladım: Bu harekât, Erdoğan’ın yaşadığı krizi aşabilmek için belki de son kozuydu. Buna katılır mısın?

Son mu bilmem, ama şu anda elinde kullanmaya çabaladığı en önemli kozu olduğu açık. Sayın Erdoğan’ın siyaset geçmişine bakarsak, her zaman böyle şapkadan tavşan çıkarmayı arayıp bulacak kadar bir mahareti var. Evet, şu anda elindeki en önemli kozu. Çünkü bir yandan ekonomik krizle sıkışmış; bir yandan, “Başkanlık Sistemi” dediğimiz sisteme geçmiş, ama elde onun hiçbir eskizi bile olmadığı için karar süreçleri, bürokratik süreçler oturmamış; ülkedeki kutuplaşma, yerel seçim sonuçlarının henüz sayısal olarak belki çok görünmeyen ama imâ ettiği çok büyük bir risk potansiyeli…

O konuyu daha sonra açacağız.

Dünyayla, Avrupa Birliği ile olan krizler… Bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman, bu, Erdoğan için önemli bir fırsat alanı. Ne açıdan önemli? Milliyetçilik, şovenlik, milli birlik ve beraberlik, AK Parti politikasında “yerli ve milli” olarak kodlanan hamle için önemli bir zemin. Ama böyle çalışıp çalışmayacağı ayrı bir hikâye.

Şu âna kadar çıkan tablo ne gösteriyor? Bir şey söylemek için çok mu erken?

Çok erken tabii. Sonuç olarak bunu sayısal olarak gösteren herhangi bir araştırma yok elimde. Operasyonun daha üçüncü günü. Ama birtakım kestirimlerde bulunmak mümkün. Çünkü Türkiye siyasetinin, önceki zamanlardan gelen farklı deneyimleri var. Sen de hatırlayacaksın, 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi ve ardından yapılan seçimlerde Ecevit’in kazandığı başarı var. Daha öncesinde, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ülke, yine Ecevit’in aktörü olduğu bir erken seçime zorlandı. Ama hiç umulduğu gibi olmadı ve CHP bir oy patlaması yapmadı.

Evet. Geçen gün ben de bu örneği vermiştim.

Üstelik 1974 Türkiye toplumu ile 2019 Türkiye toplumu arasında dağlar kadar fark var. Yani elimizde bir başarılı örnek, bir de başarısız örnek var. Ama bugüne geldiğimizde, “Hangi zaman aralığında, hangi konjonktürün, hangi dertlerin içindeyken bu olay yaşanıyor?” diye baktığımızda, diyelim ki, üç günde, beş günde veya ilk anda, böyle bir askeri harekât başarılı oldu, şu anda bile bir duygu kabarması üretir. Bizim milliyetçilikle ilgili yaptığımız araştırmalarımızda gözlemlediğimiz şey, Türkiye’de milliyetçilik meselesi bir parti adına damgalanmış veya bir partiye bağlanmış gibi anlaşılsa da, aslında özü itibariyle öyle değil. Çünkü devletin –bir kısmı eğitim ve hukuk üzerinden– yeniden biçimlediği zihinlerde yaratılan bir ezber milliyetçilik var Türkiye insanında. Vatan için kendini feda etmek, milli maçtan sonra balkona bayrak asmak, şehit cenazeleri, asker uğurlama törenleri gibi. Ama şöyle bir bulgudan söz edeyim. Bir milliyetçilik araştırmasında, Tansu Çiller’in bir zamanlar söylediği o meşhur “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir” lâfı doğru mudur?’’ diye sormuşuz. AK Parti’ye oy vereceğini söyleyen insanların içinden “Bu lâf doğrudur” diyenlerle, CHP’ye oy vereceğini söyleyen insanların oranı aynıydı. Yani milliyetçilik her kesimin ortak kesenlerinden biri. Ama pratiklerden daha çok, uzay boşluğunda “iyi, doğru, güzel” diye bildiği, dünyada olan ama gündelik pratiklerine hemen hiç yansımayan… Çünkü bu mantıkla sorarsanız, insanlar teorik olarak “Yabancı markaları almam” diyor ankette. Ama ben Migros’ta ya da BİM’de, insanların marka ismine bakarak alışveriş ettiğini hiç görmedim. Tam aksine, örneğin bizim reklamcılar ve üreticilerin pazarladığı, sattığı şekerlemelerin isimlerinin hiçbiri Türkçe değil. Dolayısıyla, “iyi, doğru, güzel” tanımının içinde, “olsa iyi olur” diye kabul ettiği bir değer, pratik olarak böyle değil. Nitekim hepimizin bildiği, medyada tanınan birtakım insanların da, hatta AK Parti’nin “ölümcül muhalifi” olarak sayabileceğimiz insanların bile destek yazılarını, tweet’lerini görüyoruz. Sonuç olarak, bu harekât şu anda böyle bir duygu kabarması üretir.

Ama öte yandan, bu harekâtın, ekonomik kriz üzerinde çoğaltıcı bir etkisinin olacağı açık. Attığımız her bombanın, her merminin bir karşılığı var çünkü. Bu harcamaların ekonomi üzerindeki baskısı, dünyanın bu operasyona olan tepkisinden dolayı gelen ekonomi üzerindeki baskı, risk algısının ve toplumda gelecek kaygısının çoğalmasıyla insanların dövize yönelmesi ya da harcama yapmak yerine temkinli davranmak gibi birçok içgüdüsel veya ekonomik dinamikten dolayı da, ekonominin baskısı nedeniyle bu duygu hali törpülenmeye başlar. Hem de çok kısa süre içinde törpülenir. Dolayısıyla, bu operasyonda hedef ne ise –doğrudur, yanlıştır, bu ayrı bir tartışma konusu– bunun gerçekleşmesi uzadıkça, bu operasyonun topluma vaadinin ne olduğu konusunda kafalar tereddütleşmeye, “Bütün bunlara değdi mi?” denmeye başladığı andan itibaren, çok süratle tersine döner.

Biraz önce “Milliyetçilik hemen hemen birçok yerde aynı düzeyde gidiyor” dedin. Nitekim tezkere oylamasında da gördük; HDP dışındaki bütün partiler, kayıtsız şartsız desteklediler. Kılıçdaroğlu’nun Suriye politikası konusunda birtakım eleştirileri oldu, ama operasyona yönelik herhangi bir şey söylemedi. Buradaki mesele, sadece ve sadece “Biz buna destek vermezsek, terörle işbirliği yapıyoruz algısı yaratırız” mıdır?

Hayır. Herkes öyle sanıyor, ama bence öyle değil.

Sence nedir?

Bence temel bakışta bir sorun var. Ya da temel bir meselede aslında bir ortak alan var. Bunu sıkça söylüyorum, tekrarlayayım: Türkiye’de “kadın” meselesi, “Kürt” meselesi ve biraz da futbol… bu üç konuyu konuşuyorsanız, o sizin bizim zihin dünyamızda olan solcu-sağcı, AK Parti’li-CHP’li, ilerici-gerici, muhafazakâr-seküler gibi bütün o ayrımlar ortadan kalkıyor, başka bir yeni hizalanma başlıyor. Çünkü bu meselelerin ürettiği başka zihnî ve ruhî engeller var. Burada, siyasetten veya siyasî aktörler üzerinden baktığımızda en önemli mesele, “Partiler, yaşanan bütün bu meseleye devlet-yurttaş ikilemi içinde mi bakıyor?” meselesi. Yani “Yurttaşın özgürlüğü” diye mi bakıyor? Yoksa “Devletin bekası” diye mi bakıyor ikileminden ayrılıyorlar. Bizim kategorik yaklaşımımız, “AK Parti şöyle, CHP böyle, Asker şöyle, MHP böyle” demek üzerinedir. Halbuki “Devlet-yurttaş ikileminden baktığında partiler nerede duruyor?’’ dediğinde ya da “Bütün sistemi bugünkü hayata uyduracak biçimde reforme edelim mi, yoksa olanı koruyalım mı?” ikileminden baktığında, her aktör kendi içinde yarılmış durumda. Ama sonuç olarak, CHP meseleye “Devlet-yurttaş” üzerinden baktığı zaman, “Devlet” diyor. Onun için, Erdoğan’a bu kadar muhalefet etmelerine rağmen, sadece oy kaygısıyla değil, siyasî, zihnî ve ideolojik pozisyonları öyle olduğu için pozisyon alacaklar. Bu birincisi.

İşin Kürt meselesi boyutuna gelecek olursak, hep aklımda olan ve bizzat yaşadığım bir örnek var: IŞİD Kobane’yi kuşattığı zaman, yardımlar gelmeden önceki süreçte, Obama’nın müdahalesine kadar, ilk başlarda Türkiye seyretti. O sırada yanılmıyorsam Haziran seçimleri yapılmaktaydı. Ben de Diyarbakır’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mitingini izliyordum. Yanımda da şimdi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı olan Mehmet Kaya vardı. Gazetecilerin olduğu yerde değil halkın arasında izliyorduk. Çok kalabalık bir miting değildi. Beni televizyondan tanıyan yaşlı birisi yanıma geldi ve şöyle dedi: “İçim kan ağlıyor. Ben Erdoğancı’yım. Buraya geldim, oyumu da ona vereceğim. Ama hatırlarsınız, Bulgaristan’dan Türkler geldiği zaman yapılanları. Şu anda bizim oradaki insanlarımıza yapılanı kabullenemiyorum.” Çok ilginçti; “Kabullenemiyorum” diyordu, ama yine de oyunu Erdoğan’a vereceğini söylüyordu.

Şu anda yaşananlar için yapılan açıklama –tabii bu resmî söylem– “Bu operasyon Kürtlere karşı değil, PKK’ya, teröre karşı mücadeledir.” Bu açıklama, Kürt olmayanların alabileceği bir söylem. Ama Kürtler bunu böyle mi görüyor?

Hayır. Böyle görmeyecekler. Sonuçları itibariyle baktığımızda birkaç katmanı var. “Bu operasyon, geleceğimiz için ne kazandırır, ne kaybettirir?” diye baktığımızda, ortak kadere olan inanç konusunda birtakım toplumsal riskler barındırdığı çok açık. Birincisi, sadece Kürtleri değil, hepimizi ilgilendiren tarafı, karşılıklı yabancılaştırma. Ne demek istiyorum? Tabii ki şimdi harekâtın üçüncü, dördüncü günü. Belki bir hafta daha, bütün televizyon kanallarında canlı yayınlar, bütün gün haberlerle böyle gider bu iş. Ama eğer uzarsa, bir süre sonra sadece akşam haberleri içinde uzunca bir bölüm haline dönüşür. Şimdi, “Ne oldu ne bitti?” diye hepimizin gözü kulağı internette, haberlerde. Ama bir süre sonra bizler bile akşam haberlerinde dinlemeye döneceğiz. Yani kanıksamaya başlayacağız. Bunun ürettiği şöyle bir duygu hali var: İstanbul’da, Çanakkale’de ya da Kırşehir’de, koltuğunuzda oturup haberlere bakıyorsunuz. “Vah vah” deyip üzülüyorsunuz elbette. Toplum vicdansız değil ki. Herkes, her kayıp için üzülüyor. Sade birey üzerinden konuşuyorum, siyasetçiler meselesi ayrı. Herkes üzülüyor elbette. Ama sonuç olarak, bu tarafta, Türkler dünyasında, haber bitiyor, dizinize ve normal hayatınıza dönüyorsunuz. Giderek o ölümler, “Orada 300 kişi etkisiz hale getirildi, 5 sivil öldü, ölü sayısı 7 sivile çıktı” haberleri bir süre sonra sıradan olay haline geliyor ve olayla aranıza bir psikolojik bariyer koyarak yabancılaşmaya başlıyorsunuz.

Öbür tarafta, Kürtler dünyasında ise –bu, daha önce Hendek Savaşları sırasında da yaşandı–, “Biz bunca şeyi yaşıyoruz, İstanbul’dakiler, İzmir’dekiler ne diyor, niye tepki vermiyor?” diyerek ortak kadere bir yabancılaşma başlıyor. Bu, önümüzdeki dönem, yeniden, yeni bir Türkiye’yi, yeni bir toplumsal uzlaşmayı inşa edelim dediğimizde, önümüzdeki en önemli psikolojik bariyer olacak. Nitekim sen de, ben de, bütün bu açılım süreçlerindeki her tartışmada tanık olmuşuzdur; önce, herkes “Öyle yapmamıştın, sen de bunu böyle dememiştin” diye eteğindeki taşları döküyor. En önemli psikolojik eşiklerden bir tanesi bu. İkincisi, Kürt yurttaşların duygu haliyle doğrudan ilgili. Türkiye Cumhuriyeti açısından teröristtir, değildir o ayrı bir tartışma. Ama sonuç olarak her kayıp, o insanların amcaoğlu, dayıoğlu, çocuğu, eşi. Kaldı ki, Kuzey Irak’ta Barzani’nin yaptığı Bağımsızlık Referandumu’ndan beri Kürtlerin veya en azından Kürt siyasî aktörlerin tahayyül dünyasında nasıl bir paradigma değişikliği olabileceğini ve bu meseleyi nasıl yönetmemiz gerektiğini de henüz kavramış değil Türkiye siyasî eliti ve Türkiye’yi yönetenler. Bunun üzerindeki basıncı, etkisi bir başka mesele olacak. Önümüzdeki dönem için en önemli risklerden biri bu.

Ama bir yandan da başka bir boyutu var ki bunun sadece Türk siyasetinde değil, Kürt siyaseti üzerinde de etkileri olacak. En önemli meselelerden biri şu: Suriye savaşı başladığında ya da 2014-2015 yaz aylarında YPG meselesi Suriye’de başka bir alan açtığında, o güne kadar “Kürt meselesi” diye tanımladığımız hikâyenin paradigmaları değişmişti. Çünkü Kürt siyasetinin, öyle bir fırsat alanında, bir bağımsızlık umuduyla, bir toprak parçası edinebileceği umuduna yatırım yapacağı çok açık. Ama Türkiye ve Türkler, bu problemi yönetemedik. Onlarla yan yana olup ortak geleceğimizi ve onların geleceğini konuşmak yerine onları iteledik. Ya da onlar da yanaşmadı. Kim hatalı, bu ayrı tartışma konusu. Ama sonuç bu.

ABD ve Rusya’nın tavırlarından dolayı bugün paradigma yeniden değişiyor. Dolayısıyla Kürt siyasetinin veya daha kendi özelimizde HDP’nin de, yeniden, Kürtlerin ve Türkiye’nin geleceğini düşünmeye ihtiyacı olan bir paradigma değişikliği var. İnsanlar bunu da ıskalıyor. Çünkü savaşın sıcaklığı bu tartışmaya engel oluyor. Savaşın ürettiği hasar, psikoloji, kaygılar ve endişeler, oturup soğukkanlı bir şekilde bu tartışmayı yapmaya engel oluyor. Onların da şunu görmesi lâzım: Kürtler’in geleceği Türkiye’siz mümkün değil. ABD’ye ve Rusya’ya yatırım yaparak bir Kürt geleceği inşa etmek de mümkün değil. Ama Türkiye’nin de, huzur bulması için, Kürtler olmadan bir Türkiye’nin mümkün olmayacağını görmesi lâzım. Bu savaş nedeniyle, iki tarafın bunu soğukkanlı bir şekilde konuşacağı bir ortam da ortadan kalkıyor. Bu meselenin en önemli üçüncü psikolojik etkisi de bu.

Ali Babacan’ın kurulmakta olan partisinde çok üst düzeyde bir isimle bir sohbetim oldu. En çok ilgimi çeken cümlelerinden bir tanesi, HDP çevresinden kendilerine olan ilginin tahminlerin çok üstünde olduğuydu. Doğru olabilir mi?

Yeni partilere ilgi meselesi ayrı bir tartışma konusu. Spekülatif bir şey söyleyip tartışma yaratmaktan kaçınayım. Yeni partinin henüz adı bile belli değil. Kadrosu, ne söylediği belli değil. Manifestosu yazılmamış bir parti için kullanılan “Toplumda şu kadar desteği var” cümlelerinin hepsi, biraz temenniden ibarettir.

Kadro anlamında söylüyor.

Lâfı uzatacağım belki, ama şöyle bir şey var: Türkiye siyasetinde HDP de dahil, herkes bu meseleyi ıskalıyor gibi geliyor bana. Kürtler’de de sosyolojik olarak –tıpkı Türkler’de de olduğu gibi– seküler olanlar ve muhafazakâr olanlar; yani siyasî planda, sisteme, düzene daha yakın olanlar veya muhalif olanlar diye bir ayırım var. 2011 seçimlerine kadar, o muhafazakâr, sisteme yakın Kürtler, daha önce Adalet Partisi’ne verdikleri gibi, oylarını AK Parti’ye veriyorlardı. Bu oran %50’ye %40’tı. Yani 100 Kürt’ün 50’si AK Parti’ye, 40’ı HDP’ye oy veriyordu. Onu da zaten bulunduğu ilde aday yok, parti yok, seçime katılamıyordu diye açıklayabiliriz. Fakat “Kobane” diye kodladığımız açılım süreci ve sonrasında yaşananlardan sonra, Kürtler’de önemli bir zihni kırılma oldu. Muhafazakâr olduğu halde ya da sisteme yakın olduğu halde ve hâlâ muhafazakâr hayat tarzını sürdürdüğü halde, HDP’nin ekoloji politikalarını anlayıp onayladığı için diye değil, “Kürt” kimliğine sahip çıkmak ihtiyacı ile HDP’ye yönelme oldu. Daha önce AK Parti lehine olan bu oran –bizim tespit ettiğimiz– %70’e %28’e döndü.

Bu çok büyük bir fark.

AK Parti kanadı bile, 2015 seçimlerinden sonra, aşiretler üzerindeki baskı politikası, koruculuğa teşvik gibi politikalarla bunu geri çevireceğini varsaydı. Halbuki dönüşümün bilinç seviyesinde ve sosyolojik olduğunu anlayamadıkları için, güncel politikalarla döneceğini sandılar; ama dönmediğini gördüler. Şimdi de aynı şey. Ama bu başka bir şeyi anlatıyor: HDP %12 dediğimiz zaman, bu %12’nin hepsi birden seküler ve sisteme muhalif Kürt değil ki. Bunun 8’i seküler ve sisteme muhalif Kürt, 2’si muhafazakâr ve sistemden yana olan Kürt, 2’si de Türkiye’nin diğer insanlarından oluşuyor. Bu tablo, tabanında bir çoğulculaşmayı imâ ediyor. Partinin kurumsal yapısı ve politikaları, tabandaki bu çoğulculaşmayı anlayıp, hissedip, bir çözüm üretip yeni bir dil üretiyorsa başka bir şey. Ama orada da Suriye’deki o “tarihsel fırsat” dedikleri zihnî hayal, bunu düşünmeye engel oldu. Böyle dönemlerde hep bizim siyasetçilerimize kızıyoruz, ama hep beraber yapılan hatalar nedeniyle bugüne gelinen bir sonuç var. Bugün savaş meselesiyle zirveye ulaştığı noktada, her kesimin ruh ve zihin dünyasında geleceğe dönük ambargolar ve duygusal eşikler var. Beni en çok ilgilendiren kısmı o. Çünkü ben, dünyada da, Türkiye’de de, Kürtler ve Türkler’in bir arada olmaksızın yeni bir hayatın mümkün olmayacağını düşünen ve bunun için çaba gösterenlerden biriyim. O yüzden eşikler tarafına daha çok konsantre olmaya çalışıyorum.

Malûm, HDP dışında bütün partiler operasyona destek verdiler. Son yerel seçimlerde CHP adayları, Kürt seçmenin desteğiyle İstanbul, Adana, Mersin, Antalya gibi birçok şehri aldılar.

Tabii. Kürt oylarıyla kazandılar.

Yani HDP seçmeninin oyu olmasaydı bu şehirleri alamıyordu CHP.

Doğru.

Belki tek başına o aldırmadı, ama HDP aday çıkarsaydı CHP alamazdı. Şimdi “Biz size oy verdik, siz bizi ilk fırsatta sattınız” tepkisi var. Bu, anlık duygusal bir tepki midir?

Bir kısmı anlık kalmayacak. Uzun vadeye yayılacak. Nitekim yerel seçimlerden önce de bu tartışma yapıldı. İçerinde “Türkler’in bu demokrasicilik oyunundan bize ne?” diyenler de oldu. Belki onların sayıları biraz daha artacaktır. Ama güncel siyasetin içinden baktığımızda şu gerçeği hep beraber görmemiz lâzım: Ben Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı olarak değil, muhalefet bloku ve iktidar bloku olarak konuşuyorum. Çünkü muhalefet blokuna HDP’yi de dahil ediyorum. Meclis oylarından gidersek, yerel seçimlerde bile iktidar bloku %51, muhalefet bloku %49. Başkanlık oylarından gidersek, muhalefet oyları %51, iktidar bloku %49. Aradaki bu 2 puanlık farkı yaratan da, iktidar blokundan buraya geçen insanlar değil. İktidar blokunda olup, Meclis oyu verip, “Bir kere de bu iktidarımı cezalandırayım” diyen, ama muhalefet blokuna da oy vermeye eli gitmeyen, burada daha önce konuştuğumuz “negatif kimliklenme” duygusuyla hareket edip sandığa gitmeyen insanlar yüzünden oldu. Dolayısıyla, muhalefet blokunda, Kürtler’in de oyu dahil, henüz çok bıçak sırtında, baş başa giden bir denge var. Bugün de, evet, neredeyse baş başa bir eşitlik var, hatta muhalefet bloku 1 puan öne geçiyor diyebiliriz. Ama bunun içine hem HDP dahil, hem de asıl “gri alan” dediğimiz kitle büyüyor. Hemen seçimlerden beş ay sonra. Gri alan bu kadar büyürken, insanların neredeyse yarıya yakını, gençlerin kesin yarısının, siyasî aktörlerden, siyasetten umudunu kestikleri bir iklimde, oyunu değiştirmek istiyorsanız, Kürtler’in oyunu saymadan bir oyun değiştirme kapasitesini üretmek mümkün değil.

“Gri alan” derken, iki ayrı kutbun da insanlarını taşıyamayacak.

Evet. Kategorik seçmeni sayılamayacak. Daha soğukkanlı düşünmeye çalışan, bir partinin aşkıyla davranmayan, ya da tereddütlü olanları kastediyorum.

O anlamda pozitif.

E, pozitif tabii. Bu kadar kutuplaşmanın yaşandığı bir ülkede, gri alanın büyümesi iyi bir şey. O gri alanı büyüten, ağırlıklı olarak iktidar blokundan gelen insanlar. En azından bugün öyle. 2017, 2018’e kadar muhalefet blokundan gelen insanlardı. Yani kendi partilerini yetersiz gören CHP, MHP seçmeniydi. Nitekim CHP birtakım taktiksel değişiklikler yaptı. MHP de ikiye bölündü, İYİ Parti çıktı. Ama şimdi 17 yıldır siyaseten ilk kez olan şey, bu gri alandaki insanların, istikrar dürtüsüyle iktidara bakmalarından daha çok, “Tıkandık, başka yol aramamız lâzım” dürtüsüyle muhalefete bakıyor olmalarıdır. İkincisi, yine bu gri alandaki insanların veya seçmenlerin önemli bir kısmının, bu kez artık “Muhalefet kazanabilir” duygusunu, yani moral üstünlüğünü muhalefet kanadına veriyor olması.

Yani Tayyip Erdoğan’ın “yenilmezlik” imajı gidiyor.

Evet. Bu moral üstünlüğü henüz çok büyük radikal sayısal sonuçlar üretmedi. Ama bir arayış ve bekleyiş var ve sanki “Muhalefet bunu başarabilirse” gibi bir temkinli bakış var. Şimdi savaş hali bunu birazcık kırabilir. Bir miktar kabarma, köpürme, iktidara doğru çekme üretir. Ama demin söylediğim gibi, uzun vadede terse döner. Ekonomik kriz olmasaydı belki bu sürdürülebilir bir şeydi. Ya da Avrupa Birliği ile kriz olmasaydı. Avrupa Birliği meselesinin de önemi şurada. Benim kastettiğim, Avrupa Birliği ile diplomatik ilişki ya da müzakere süreci değil. Avrupa Birliği, Türkiye ve Türkiye insanı için temel olarak, bir ittifakın içinde olup olmamaktan öte, “Muasır medeniyet” dediğimiz bir hayatın standartlarının tanımı.

Yani perspektif.

Bu ufkun ortadan kalkması, o standartların tanımsız hale gelmesinin ürettiği bir boşluk var.

Peki, şunu soracağım. Son dönemlerde çok gündeme gelen “Avrasyacılık” ya da Rusya’yla hatta Çin’le olan ilişkilerin…

Toplumda hiç böyle bir talep yok. Bunlar bizim siyaset esnafının ve medyanın uydurmaları. Türkiye toplumunun kafasındaki “Muasır medeniyet” Batı ve Avrupa’dır. Şimdiye kadar şöyle bir avuntu vardı. “Efendim, Batı’nın ahlâkına karşıyız ama biliminden yanayız.” Ama şimdi son zamanlarda görüyoruz ki aslında nerdeyse Batı’nın tümüne karşılar. Batı medeniyetine de karşı olan büyük kümeler var ortalıkta. Mesele bu değil. Ben sana somut bulgu söyleyeyim: “Avrupa Birliği’ne üye olalım, olmayalım” gibi basit şeyleri bırak; “Hayal ettiğiniz Türkiye nasıl bir Türkiye’ye benzesin?” diye sorduğumuz zaman, bu ülkenin insanlarının 2/3’ü, bir Batı ülkesi ismi söylüyor. Öbür 1/3’ü de zaten “Biz bize benzeriz, ne başkasına benzemesi?” diyor.  Ama 2/3’ü yani %64 insanın 53’ü, bir Avrupa ülkesinin ismini söylüyor. Kastettiği şey, “Almanya gibi olalım” değil. Almanya gibi kuralları, hukuku, refahı, medeniyeti olan bir ülke olalım. Yoksa kimsenin dini filan kastettiği yok. Siyaseten başka bir pozisyonda olan %10-%15 olan var elbette; ama Türkiye insanının %80’inin zihin dünyasında, medenî yaşam, hukukun üstünlüğüne olan inanç, ekonomi, refah gibi Batı’da simgelenmiş şeyler var. Bu sizin siyasî söylemlerinizle öyle kolayca bozulacak bir şey değil. Üstüne üstlük herkes şunu unutuyor: Senin, benim kuşağım hatırlayacak –hâlâ benim kitaplığımda durur– bu ülkede, Soğuk Savaş döneminde devletin basıp kendi eliyle dağıttığı sırtı beyaz, dizi kitaplar vardı. Kapağında ahtapot gibi tuhaf bir karikatür, bir kolunda “Sosyalizm”, bir kolunda “Komünizm” yazardı. Devletin basıp dağıttığı bu kitaplarla, Ruslar’ın ne kadar kötü olduğu anlatıldı bu topraklara. Yakın zamana kadar Rusya ile ilgili imajın ne olduğu da ortada. Bütün bu algılar, iki siyasî lider arasındaki anlaşmayla birdenbire yok olmuyor.

Tekrar somut aktörlere dönelim. Son dönemde sana en çok sorulan sorulardan birisi budur herhalde, bir de ben sormuş olayım: İYİ Parti iktidara göz mü kırpıyor?

“İYİ Parti iktidara göz kırpıyor” demek mümkün değil. Ama iktidar İYİ Parti’ye göz kırpıyor. Bizim en temel problemlerimizden biri şu: Bugün var olan siyaset zeminine baktığınız zaman, herhalde şunda mutabık oluruz: Bu partilerin her biri, kutuplaşma ve özellikle kimliklere sıkışmayı yaşıyor. O nedenle muhalefet bloku ile iktidar bloku arasında çok kaydadeğer geçişler olmuyor. Bunun bir tek istisnası MHP ile İyi Parti gibi görünüyor. Çünkü sosyolojik anlamda onların da aralarında şöyle bir ayrım doğuyor: Metropollerdeki kentli yaşama daha adapte olmuş ama geleneksel değerleri yüksek seküler dünya, İYİ Parti’de. Anadolu’daki muhafazakâr dünya ile yaşam pratikleri halen metropollü olmamış, muhafazakâr değerleri ve pratikleri olan dünya da MHP’de. Dolayısıyla, tam bir simetri var aralarında. Bunun dışında Türkiye siyaseti, özü itibariyle kimliklere ve kimlikler arası kutuplaşmaya sıkışmış durumda. Herkes bunu veri alarak mühendislik yapıyor: Eğer ben İYİ Parti’den ya da CHP’den veya AK Parti’den seçmen alamayacaksam, bir mono blok kümeyi kendime nasıl transfer ederim? Dolayısıyla bunun kurumsal, siyasî aklını transfer ederse, o altındaki bütün sosyolojik tabanı da transfer edeceğini varsayıyor. Ben de şunu iddia ediyorum: Bugün İYİ Parti iktidar blokuna da geçse, diyelim %10 oyu varsa, o %10’nun ancak %1’i geçer. Ya da MHP gelip “Ben muhalefet blokuna geçiyorum” dese, o 10 tabanının ancak 1’i geçer bu tarafa. Ama hikâye öyle değil. Bu sadece partilerin kurumsal akıllarına bağlı değil ki. Aynı zamanda sosyolojik sebepleri de var. Ama böyle bakıldığı için, AK Parti-MHP blokunun, karşı bloku dağıtmak için, “Mademki seçmenini alamıyoruz, o zaman kurumsal yapıyı bütünüyle alalım, seçmeniyle transfer edelim” düşüncesi oluşuyor. Dolayısıyla yumuşak karın İYİ Parti. Zaten mademki muhafazakâr değerlerden beslenen sosyolojik bir taban da var, biz onu buraya alabiliriz. Onun için bir yandan Devlet Bey “Barış” mesajı veriyor, bir yandan AK Parti başka hamleler yapıyor. Ve anlaşılıyor ki buna devam edilecek. “İYİ Parti tabanını rahatsız eder miyiz?” diye de CHP-HDP ilişkisini dillendirecek, ya da HDP’yi hataya zorlayacak şeyler yapılıyor. İki sene boyunca bu tartışmaların devam edeceği anlaşılıyor.

Ama aynı hatayı muhalefet bloku da yapıyor. O da sanıyor ki, “Mademki böyle, o zaman ben de karşı tarafın siyasî kurumsal aklını alamıyorsam, adayını alırım. Adayıyla birlikte oyunu da alırım.” Ekmeleddin İhsanoğlu örneği gibi. Önümüzde örnekler çok ve aslında hiçbirinin de çalışmadığını gördük. Ama herkes bu düzenden yani tahtada yazılı denklem üzerinden bu oyunu oynuyor ve bunun için de böyle mühendislikler üretiyor. Bu nedenle, önümüzdeki iki sene bu tartışma hiç eksilmeyecek. Göreceksiniz, televizyonlardaki bütün o tartışma programları “İYİ Parti oraya gidiyor mu, gitmiyor mu?” tartışmasıyla geçecek. Ama kısa vadede, bu beş aktörden herhangi birinin blok değiştirme hamlesini, kendi hesabıma beklemiyorum.

Demin sorduğum soruya net bir cevap verdin ama yine sorayım: Davutoğlu ve Babacan’ın iki ayrı parti kurma hazırlığı var. Yeni sisteme baktığımız zaman, bu partilerin, kurulduktan sonra hangi ittifaka daha yakın olacağı sorusunu da beraberinde getiriyor. İlk akla gelen, bunların, muhalefet blokuna geçecekleri.

Doğru.

Bu %100 bir şey midir?

%100 değilse de, büyük kısmı açısından doğru. Hâlâ iktidar blokunun altında olan, yani %50-%50 dengeyi sürdürmesini sağlayan oy potansiyelinin içinde ciddi ağırlıkta bir küme var ki, hem iktidardan rahatsız, hem kimlik kutuplaşmasından dolayı zihni ve ruhu bu tarafta çalışıyor. Negatif kimliklenmeden dolayı, eli CHP’ye veya HDP’ye oy vermeye gitmiyor. Onun için, Babacan’ın yahut Davutoğlu’nun kuracağı parti, bu kümedeki insanlar için bir ihtimal. Dolayısıyla ilk alacakları oy, onların içinden olur. Ama iktidar blokunun, bu kişilerle ya da lider adaylarıyla kurduğu ilişki ve diyalogdan, hatta hitap biçiminden dolayı bile, en azından kısa vadede bu insanların ve bu partilerin muhalefet blokunda konumlanacakları açık. Tabii ki aralarında nüanslar var. Davutoğlu’nun bütün söylemleri AK Parti’yi düzeltecek söylemler üzerinden. O biraz daha farklı bir şey. Ama Babacan’ın söylemi… Gerçi söylem dememiz de yanlış, ortada sadece gördüğümüz bir röportaj var, öyle açık bir söylem yok. Meramın ne olduğu da tam belli değil. Burada biraz önce sözünü ettiğim o siyasî tablo ve tahtadaki denklemden bütün hikâyeyi okumaktan kaynaklanıyor bu hata.

Hatırlayacaksın, aynı şey İYİ Parti’nin kuruluşu sırasında da yapıldı; “İYİ Parti %17 alır, %20 alır, %25 alır” sözleri uçuştu. Ben söylediğim zaman da herkes bana kızdı. Çünkü biraz önce HDP için söylediğim şeyler, her bir parti için çok daha ağır bir şekilde geçerli. Her partinin zihnî dönüşüme ihtiyacı var. Pozisyonlarını, siyasetlerini gözden geçirmeye, örgütsel yapılarının değiştirilmeye ihtiyacı var. Ülkenin selameti açısından bakarak söylüyorum bunu. Gerisi kendi bilecekleri iş. Ama ülkenin geleceği açısından bakarsak bu halle hiçbir şeyi çözemediğimiz açık. Kimse kendi pozisyonunu değiştirmek istemediği için, “Karşı büyük bloktan birisi çıksa ve orayı bölse” diye bir temenni var. Ne kadar çalışıp çalışmadığı ayrı, ama Meral Hanım’a da bütün medya, entelektüeller, büyük burjuvazi bu rolü vermişti. Şimdi Davutoğlu ve Babacan’a da bu rol veriliyor. Ama gerçekte toplum meseleye böyle bakmıyor. Toplum, Babacan veya Davutoğlu ya da başka bir adama oy verip vermemek için, aşkıyla bağlı olduğu, kutuplaşmadan, kimliğinden baktığı partiden ayrılması için –şu anda ekonomik krizin, kutuplaşmanın, yönetilemeyen sorunların ürettiği sebeplerden dolayı bir rahatsızlığı var–, başka birine hemen gönlünü bağlaması için, onun ne önerip ne vaat ettiğini anlaması ve duyması lâzım. Henüz bu vaat ortada yokken, “Onlar %3 alır, %13 alır” düşüncesi efsaneden ibaret.

Biraz önce operasyonu konuşurken, HDP dışında bütün muhalefetin iktidara angaje olmasının getirdiği bir husus var ve bu bir kırıklık da yarattı tabii. Muhalefetin milliyetçi kesiminde yaratmasa bile, bir kısmında yarattı. Bunu Davutoğlu ve Babacan’ı kastederek söylemiyorum ama –senin de bahsettiğin o “gri alan”ı temel olarak alırsak– iktidar da muhalefet de o “gri alan”ı tam olarak tatmin etmiyor. Dolayısıyla yepyeni bir şeye, özellikle de rasyonel bir popülizm yapan bir kişiye ya da harekete, teorik olarak bir zemin varmış gibi geliyor bana.

Var tabii. Başka bir risk de var: Gri alanın yarısı 30 yaş altı insanlar. Başka bir hayata doğmuş, “Başka bir hayat mümkün” diye doğal dürtüsüyle düşünebilen, beklentileri yüksek, daha hızlı hareket edebilen, hayalleri çok büyük…

Hayatlarında da AK Parti dışında başka bir şey görmemiş…

Evet ve baktığın zaman, alınteri ve kendi emeğiyle başarılı olma umudu düşük. Artık partizanlık, çeteleşme, başka imkânlar olmadan kendi emeği üzerinden başarılı olup refahını artırma umudu olmayan ve mevcut siyasî aktörlerin neredeyse tümünden umudunu kesmiş 10 milyon gençten söz ediyoruz. 58 milyon seçmen var; seçime katılım oranının 50 milyon olduğunu düşünürsek, bu 10 milyon, kendi başına %20 oy demektir. Bu, gri alanın yarısı. Bu insanlar meseleye zaten bizim gibi bakmıyor. Bizim gibi, muhafazakârlar-sekülerler, ilericiler-gericiler diye bakmıyor ki. Onlar başka bir hayata doğdu. Zamandan, mekândan bağımsız düşünüyorlar. Binlerce ayrı gençlik hikâyesi konuşabiliriz burada. Onlar, ülkenin geleceği konusunda umutsuz. Yarısı kendini “Mutsuzum” diye tanımlıyor. 19 yaşında, 23 yaşında genç bir insanın “Mutsuzum” demesi…

Aynı zamanda umutsuz da.

Öyle. %55’in “Ben gelecek korkusu yaşıyorum” dediği bir ortamı konuşuyoruz. Bu 10 milyon insana “Ben muhafazakârım”, “Batı’nın ahlâkını istemem de bilimini alacağım”, “100 sene önceki modelleri sürdüreceğim”, “Makbul vatandaş tanımım sürecek”, “Senin Wikipedia’nı da, Twitter’ını da denetleyeceğim” cümlelerini, ister solcuyum diye söyleyin, ister sağcıyım diye söyleyin, bu gençlere bir şey ifade etmiyor. Ama tabii ki bunların öfkelerinin manipüle edilme riski var. Bu, ülke için bir başka risk. Bu gençlerin enerjisinin önüne, bir ortak hayal, bir ortak ufuk, bir pozitif enerji koymalısınız. Ama başka manipülatif şeyler, paranoyalar, “Bütün dünya Türkiye’yi parçalamak istiyor” gibi hakikatle ilişkisi tartışmalı meseleler çıkarırsanız başka bir risk var.

Tam yeri gelmişken başka bir örnek vereyim: Bizim gözlemlediğimiz ve ölçtüğümüz şey şudur: Türkiye toplumunun gerçeklikle ilişkisi bozuluyor. Bunun bir sürü sebebi var. Bu sadece Türkler’e özgü değil, Batı’da da böyle. Haber ve bilgi kaynağının bu kadar denetimsiz ve milyonlarca odak olduğu bir yerde; güçlü olanın, örgütlü olanın –ki hayatın içinde kötü çocuklar örgütlü, iyi çocuklar değil–, dolayısıyla her türlü manipülasyona açık olan bir ortam oluştu. Hele bir de eğitim sistemimizde, hukuk sistemimizde ciddi sorunlar varken ve siyaset sistemimiz “Yabancılar bizi bölmek istiyor” kurulu söyleminin içindeyken, Türkiye toplumu giderek gerçeklikle ilişkisini kaybediyor. Şöyle iki örnek vereyim: Ülkenin neredeyse yarısına yakını “Lozan 2023’te bitecek ve Türkiye parçalanacak” cümlesine inanıyor. Bunun içinde CHP’lisi de var AK Parti’lisi de, fark etmiyor. “Boğaz’ın altında 17 trilyonluk Kontoryum elementi var ve Batılılar bunu çıkartmamıza izin vermiyor” lâfına inanıyorlar…

E var ama. Var tabii.

Bırak Boğaz’ın altını, kimyada Kontoryum diye bir element yok. Daha çarpıcı başka bir örnek vereyim: “Deprem, Batılılar’ın bilerek yaptıkları bir projedir”e inanan %10’a yakın insan var.

Onun bir adı vardı. Bir program.

HAARP gibi bir şey sanırım.

Evet HAARP. Onu bir Fethullahçı çıkartmıştı. Geçenlerde gördüm, hükümet yanlısı birisi, kendisini Fethullahçılar’dan ayırarak söylüyor bunu.

Ama bu sadece bir kişinin lâfı değil ki. Müşteri gizliliği açısından araştırmayı çok fâş etmek istemiyorum ama, %6-7 gibi çok ciddi bir oranda “Depremi Batılılar yaratıyor” diyen bir insan kümesi var bu ülkede. Bu insanların, bu gençlerin önüne, yarın “Medyascope’u dinlerken bir ses dalgasının üzerinde öyle bir şey yayıyorlarmış ki Türk ırkını kısırlaştıracakmış” lâfına inanacak bir %10 ya da 50 insan var demektir bu.

E hatırlasana, Muhsin Yazıcıoğlu’nun öldüğü helikopter kazasında, helikopterin, NTV’nin Yazıcıoğlu’nu cep telefonuyla defalarca aramasından sonra düşürüldüğü iddiası vardı.

Ha tabii bir de o var. Bütün bu gelişmiş hayatın bütün bu araçları içinde bireyler yönetemiyor; o umduğumuz özgürleşme, demokratikleşme olmadı. Aksine, devletlerin ve başka örgütlerin manipüle edebildiği, örgütlü ve güçlü olanın manipüle edebildiği başka bir zemin oluştu.

Peki, bu bahsettiğin gençliğin genel eğilimi özgürlükçü mü?

Genel eğilim, özgürlükçü olanları çoğalıyor. 2008’den 2018’e kadar bütün ölçümlerimizi kıyasladığımızda, 30 yaş altı gençlerde, değer dünyaları meselesi üzerinden bakıldığında, kadın meselesine bakış, otoriterlik-demokratlık ekseninden bakış, farklılıklara çoğulcu bakış vs. hemen her konuda bir iyileşme var. Çünkü bir yandan metropolleşiyor bir yandan bilgi kaynakları sadece eğitim ve aile olmaktan çıkıyor; hayata dahil olmaya, başka farklı çoğulcu ortamları görmeye başlıyor. Meselenin binlerce gerekçesi var, ama olumluya doğru giden bir şey var. Ama bir yandan da kaygıları ve korkuları o kadar yüksek ki, geleceğe dair umut düşük olduğu için, onun ürettiği bir öfke var. Bırak 18 yaşındaki bir genci, bu yaşta bile bizlerin, “Bundan sonra hep yoksul kalacaksın”, ya da “Hep işsiz kalacaksın” düşüncesini kabullenmenin yarattığı psikolojiyi bir an hayal etsene. Hiçbir insan psikolojik olarak bunu kolay kolay kabul etmez. Hele gençseniz. Daha vahim bir durum var, sadece Türkiye için değil, dünya için de. Bütün dünyada terör ve terörist kavramı değişiyor farkında mısın? Eskiden, senin benim kuşağımızda, bilerek ya da bilmeyerek, önce bir ideolojiye inanırsın, bağlanırsın. Sonra örgüte dahil olursun. Eğer örgüt o yolu seçtiyse, terör denen şey bomba atmak, molotof kokteyli atmak ya da banka soymak, her neyse onu yaparsın. Bugün, dünyada da böyle değil. IŞİD’e katılmak için, Fransa’dan, İngiltere’den karı-koca uçağa binip gelen çocuklara bak. O çocuklar niye geldi? Zaten o çocuklar tıpkı bizim Gültepe’deki, Kâğıthane’deki çocuklarımız gibi. Sistemden umudu yok ve sisteme dehşet bir öfkesi var. Önce kendini patlatmaya karar vermiş. Sonra en kolay hangisinin çengeline takılıyorsa, o’cu oluyor. Şimdi de IŞİD’ci olmuş. Yapı, dinamik tersine döndü. Böyle bir ortamda süreci, eski, bildik “Her örgütün içine bir tane muhbir sokarım, her şeyi izlerim” mantığıyla denetleyemezsin ki. Öfkeli her genç ya da her insan, potansiyel bir terörist. Bu, senin bildiğin eski yöntemle ölçülebilir, denetlenebilir bir güvenlik meselesi değil. Dolayısıyla, gençlerin bu öfkeli ve umutsuz hali, ülkenin önündeki en önemli eşiklerden ya da çözülmesi gereken en önemli meselelerden biri. “Bir dahaki kuşak Kürt gençleri” diye bir efsane var.  Bizim ölçümlere bakıyoruz, Türk genci de Kürt genci de aynı duygu ve öfke halinde. Aynı kaygıları taşıyor, aynı gelecek korkusunu yaşıyor. Kürt meselesine değen konu olmadıkça, her konuda duyguları, öfkeleri, kaygıları ve korkuları aynı. Kürt meselesine değince tabii ki başka ayrışmalar, ezberler üretiyor.

Son olarak, sana en çok sorulduğunu tahmin ettiğim soruyla bitireyim. Erken seçim olabilir mi?

Hayır. Çünkü muhalefet blokunun Meclis’teki sayısıyla ve şu âna kadar kendi ürettiği siyasî araçlar ve yöntemler içinde, iktidarı seçime zorlayacak bir kapasitesi yok.

Bu soruyu “Erdoğan ister mi?” anlamında sordum.

30 yıllık siyasî hayatına baktığımızda, Tayyip Bey bu tür haklarını son âna kadar kullanan birisi. Hatırla, Başbakanlık aracıyla Cumhurbaşkanlığı’na geçti. Aradaki, anayasanın gerektirdiği istifayı bile yapmadan. Sonuna kadar kullanacağını sanıyorum. Tabii ki rahatsızlıkları vardır, ama bu ekonomik sıkıntı devam ederse, Batı’yla olan, Suriye meselesinde veya öncesinde başlamış, bir sürü dinamikleri olan bu gerilimler sürerse, Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda olduğu gibi büyük bir ambargo ile karşı karşıya kalıp, ona bağlı olarak ekonomi de daha büyük kaoslar üretirse, ülkenin meseleleri yönetilemez hale gelir ve sistem tıkanırsa, evet, seçim mümkün. O nedenle ben kısa vadede bir erken seçim beklemiyorum. Ama 2023’e kadar ulaşabilir miyiz, ondan da emin değilim.

Sen böyle söyleyince aklıma geldi. Benim şöyle bir gözlemim var. Ekonomide yaşananlar karşısında, insanlarda “Ekonomi artık düzelmez” gibi bir hissiyat var sanki.

Kabullenme diyelim.

Kabullenme, ama isteyerek değil.

Değil tabii. Şimdi yeni bir denge oluştu. Bu veya buna benzer krizlerin hepsi için şöyle bir açıklamam var. Türkiye insanı, ileri doğru da, geriye doğru da birer adımlık hareketler yapıyor. “Mehteran yürüyüşünü bizim icat etmiş olmamızın bir sebebi olması lâzım” diye bir tezim var benim. Çünkü Türkiye insanı, sokakta el freni çekik, yani son derece korkak, tedirgin, güçlü bir devlet isteyen, sorun çözme kapasitesi sıfır olan, ortak hayatın pratiklerine uymama konusuna daha teşne olan, Recep İvedik’leşmeye daha yatkın. Ama kendi evinde ve kendi bireysel hayatında ise son derece umutlu, hayalci, sorun çözücü, çoğulcu gibi başka bir dünyada yaşıyor. Bu ikiliğin bir sürü sebebi var, bunu tartışmak ayrı bir programın konusu. Ama temel sebebi şu: Türkiye insanı, hukuku ve devleti, hayatı düzenleyen mekanizmalar olarak görmüyor. Hayatı denetleyen mekanizmalar olarak anlıyor. Çünkü “Arzuladığım, beğendiğim hukuk ve devlet bu değil” diyor. Onun için, sokakta başka bir hayat sürüyor. Ama evinin içinde, devletin ona dikte ettirdiğinden ya da güncel siyasetin gerilimlerinin ürettiğinden başka bir şey yapıyor. Zaten bu nedenle bir adım, bir adım hareket ediyor.

Şimdi ekonomide de herkes bir adım geri çekildi, çözülmesini bekliyor. Sana somut bir rakam vereyim: Türkiye’deki 100 yetişkin ya da istihdama dahil insanın 38’i çalışıyor. 9’u işsiz. 47’si istihdama dahil, 53’ü istihdama dahil değil; emekli, ev kadını, öğrenci vs. 9’u şu anda zaten fiilen işsiz. Bunun resmî karşılığı %14 demek. Bu 38 çalışan insanın ¾’ü, yani kabaca 30’u, her gece, “İşimi kaybedersem, yarın iş bulamayacağım” korkusuyla yatağa giriyor. Bunlar gözlem değil, somut araştırma bulgusu. Çalışan 38 insanın 30’u, yarın sabah işini kaybederse, aile dayanışmaları dışında hiçbir güvencesi yok. Bu insanların bu ruh haliyle çalışmasını, yaşamasını, alışverişini düşün. O yüzden herkes salyangoz gibi kabuğuna çekildi. Ortada bir tıslama duymadığın için de, “Yine bir durgunluk hali mi var?” deniyor. Durgunluk hali değil, ama dehşet bir tedirginlik ve kaygılı bir bekleyiş var. En başta konuştuğumuz Suriye Harekâtı böyle bir ruh halinin içinde. Tabii ki bunun üreteceği duygu haliyle, kafasını çıkartıp “Oley” diyenler olabilir. Ama bir yandan da, yukarı değil de önüne baktığında, yani soğan fiyatını gördüğünde, işsizlik korkusunu hissettiğinde, çocuğunun derdiyle yüzleştiğinde yeniden kabuğuna çekilecek. O yüzden, bu geride bir adım da, yeni bir denge –ya da sun’î denge diyelim– bir bekleme hali. Ama o bekleme hali, umuttan çok, tedirginlik içeriyor.

Evet, noktayı koyalım. Bekir Ağırdır’la yine çok keyifli ve ufuk açıcı bir söyleşi yaptık. Kendisine çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.