Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Fethullahçılık ile mücadele: Doğrular ve yanlışlar

Bülent Arınç’ın KHK mağdurları üzerine söyledikleri iktidarda rahatsızlığa yol açtı ve “FETÖ ile mücadelede kararlılık” açıklamaları peşpeşe geldi. İktidar sahiden kararlı ve başarılı bir mücadele yürütüyor mu?

Yayına hazırlayan: Büşra Cebeci

Merhaba, iyi günler. Bülent Arınç yine yaptı yapacağını. Geçen hafta meslektaşımız Kemal Öztürk’ün Youtube’da başladığı videolarına konuk oldu. Kemal, Arınç Meclis Başkanı’yken onun basın danışmanıydı. Yani birbirlerini yakından tanıyan iki kişi. Orada özellikle KHK mağdurları hakkında söyledikleri ortalığı bir güzel karıştırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da dünkü grup toplantısında bunu esefle karşıladığı söyledi. Sonra da Cumhurbaşkanlığı’nın istişare toplantısı oldu. Toplantının ardından yapılan açıklamada da çok sert, FETÖ’yle mücadelede kararlılık cümleleri geldi. Yani sanki bir nevi Bülent Arınç toplantıda azarlanmış gibi bir hava doğdu. İstifa edeceği ya da görevden alınacağı da söylendi, ama benim bildiğim kadarıyla böyle bir şey yok. Bir kere Erdoğan hem Davutoğlu’nun hem Ali Babacan’ın –Ali Babacan’ın arkasında Abdullah Gül de var, malûm– ayrı ayrı parti kuracağı bir dönemde, yani AKP’yi AKP yapan isimlerin önemli bir bölümünün ayrılacağı bir dönemde, Bülent Arınç gibi, adı bu partiyle özdeşleşmiş birisini de kendisinden uzaklaşmasını asla istemeyecektir siyasî olarak. Öte yandan tabii ki bir başka husus var. Bülent Arınç’ın söyledikleri de haksız değil. Özellikle KHK mağdurları hakkında söyledikleri, o bir zamanlar çok kullanılan “sosyal ölüme mahkûm edilme” olayının KHK’lılarda ciddi bir şekilde yaşandığını görüyoruz, iş bulamıyorlar, kendi mesleklerini icra edemiyorlar, çok alâkasız işlere girmeye çalıştıklarında da karşılarına çok ciddi engeller çıkartılıyor vs. — ve yüzlerce, binlerce kişiden bahsediliyor. Bu da bizi o meşhur “FETÖ ile mücadele” olayına getiriyor. “FETÖ ile mücadele”, devletin iddiası bu. Ben de uzun bir süredir bu konuyu değişik vesilelerle ele aldım, değerlendirdim, eleştirdim; bir kere daha üzerinden geçmekte yarar olduğu kanısındayım — doğrular, yanlışlar. Aslında bugün itibariyle baktığımız zaman devletin –devlet derken, bazıları devletle hükümeti, devletle Erdoğan’ı ayırmak istiyorlar; hiç kusura bakmasınlar, o çok sevdikleri devlet, sevmedikleri Erdoğan tarafından denetleniyor, bunu artık kabul etsinler– devletin FETÖ’yle mücadele anlamında yaptıkları içerisinde elle tutulur doğru pek yok. Belki olsa olsa hâlâ güvenlik bürokrasisi, askeriye, polis içinde kalan, hâlâ kendini gizlemeyi başarmış birtakım isimlerin saptanıp haklarında kovuşturma açılıyor olması bir başarı olarak kaydedilebilir. Onun dışında, ideolojik, siyasî anlamda mücadele noktasında artık hiçbir şey yapıldığı söylenemez. İnsanların mağduriyetlerinin, kurunun yanında yanan çok sayıda yaş var –bir de açık söylemek gerekirse, kurunun da kategorileri var–, bu kategorileri yapmadan devlet topyekûn bir savaşa girişti ve Fethullah Gülen ve çevresiyle en ufak bir ilişkide bulunan insanlara çok acımasız davrandı devlet ve hâlâ davranmaya da devam ediyor. Öte yandan hâlâ Fethullahçılıkla içli dışlı olduğu bilinen, “tescilli Fethullahçı” diyebileceğimiz ya da “Fethullah destekçisi” diyebileceğimiz isimlerin bazıları ise sırf iktidarın yanında yer aldıkları için son dönemde kayırılıyorlar, onlara hiçbir şey olmuyor. Bir kere çok ilginç, Fethullahçılıkla mücadele konusunda devletin yaptığı, AKP iktidarının son dönemde en öne çıkan özelliklerinden birisi olan kayırmacılığın burada da çok ciddi bir şekilde baskın olduğunu görüyoruz. Bir kayırmacılık var, birtakım insanlar gözetiliyor. Özellikle siyasî alanda var olanlardan, iş hayatında var olanlardan bazıları özellikle gözetiliyor, bazılarına da haddinden fazla yükleniliyor — böyle bir olay var.

İkinci bir olay da, işin içerisine bir tür yolsuzluk da bulaşmış durumda. FETÖ Borsası diye bir olay var. Özellikle iş dünyasından Fethullahçılarla bir şekilde teşrik-i mesai içerisinde olmuş bazı kişilerin haraca bağlandığı yolunda çok ciddi, güçlü iddialar var. Bunlar işin bir yönü. Bir diğer yönü, en aşağıya kadar inmiş bir operasyon oldu — binlerce kişiye ve yakın çevrelerine…, ailelerine ve bu kişilere hiçbir gelecek ufku sunmayan bir devlet var. Bu nereye kadar gidecek? Diyelim ki, bir şekilde bu harekete sempati duymuş –ki sempati duymasında iktidarın da çok büyük rolü olmuştur; özellikle bir dönem AKP iktidarıyla beraber, el ele, kol kola birlikte hareket ettikleri için Fethullahçıların Anadolu’da, ülkenin dört bir yanında ve yurtdışındaki Türk vatandaşları içerisinde örgütlenmesi çok daha kolay oldu–, bir şekilde bunlarla ilişki içerisinde olmuş bazı isimlerin, yani çok sayıda ismin çok aşırı bir şekilde cezalandırıldığını görüyoruz. Cezaevinde olanlar var, işlerini kaybedenler var, bir yığın husus var bu konuda, mağduriyet var. Bunların artık bir gözden geçirilmesi gerekiyor, bu konuda KHK Komisyonu falan gibi şeylerin hiç işlevsel olmadığı ortada. Devletin, her şeyden önce artık birtakım şeyleri toparlayıp tekrar üzerinden geçmesi gerekiyor. Bu konuda herhangi bir işaret yok, tam tersine “kararlılıkla mücadele” gibi bir iddia var. Aslında bu “kararlılıkla mücadele” iddiası, AKP’nin ve Erdoğan iktidarının yaşadığı krizi bir nevi örtme. Yani hiçbir şey yapamadığınız zaman, “FETÖ” diyorsunuz, “15 Temmuz” diyorsunuz ve olayı başka yöne çeviriyorsunuz — yani bir tür “Cambaza bak” uygulaması oluyor.

Bir diğer husus, değişik zamanda, değişik şekillerde bu hareketle ilişki içerisinde olmuş insanların başına gelenler — önceki gün yaşadığımız Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak meselesi. Fethullahçı olmadıkları belli; özellikle Nazlı Ilıcak söz konusu olduğu zaman, Fethullahçı bazı kişilerle ilişki içerisinde oldukları da belli insanlar var, ama bu insanlarla örgütsel bir bağı olmadığı ortada ve bunlara karşı çok acımasız davranabildi devlet. Yargı bir yerden sonra buna “dur” demeye kalktığı zaman da, mesela Devlet Bahçeli’nin açıklamaları var, hâlâ yargıya bile ayar vermeye çalışan bir iktidar söz konusu.

En önemli yanlış, Fethullahçılığın Türkiye içerisindeki “kazınması” –diyelim– olayı alabildiğine abartılıp, her türlü kökünden kazıma gibi bir iddiayla, çok sayıda insanın mağdur edilmesi olayının dışında, Fethullahçıların yurtdışındaki örgütlenmelerine yurtiçinden kaçan birtakım kadroların da eklenmesiyle yeni bir hal alması konusunda devlet çok fazla bir şey yapmıyor; yaptığı en fazla MİT’in yaptığı birtakım operasyonlarla bazı Fethullahçı yöneticilerin Türkiye’ye getirilip yargılanması var. Bu bambaşka bir şey, tamamen polisiye bir uygulama; ama daha önemli bir husus var, o da Fethullahçıların ne olduğunu dünya kamuoyuna anlatabilmek meselesi. Bu anlamda baştan aşağı yanlış olan bir devlet politikası var ve devleti destekleyenlerin baştan aşağı yaptıkları bir yanlış var. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Yurtdışında Fethullahçı kadrolar arasında çok ciddi bir iç muhasebe süreci başladı. Tartışmalar, kopmalar, eleştiriler vs.. Ve bu, aslında hem Türkiye için hem bu insanlar için ve Fethullahçılığın içerisine bir şekilde girmiş insanlar için aslında iyi bir gelişmeydi, önü açılması gereken bir gelişmeydi. Bu konuda devletin hiçbir şey yaptığını sanmıyorum, tam tersine bunu bir nevi örtmeye de çalıştılar. Hani bunun önünü açmak ne kelime! Bunlardan bahsedilmesini bile engellemeye çalışıyorlar. Halbuki biliyorum, izliyorum, çok sayıda, çok ciddi değerlendirmeler yapılıyor, özeleştiriler yapılıyor. Fethullah Gülen’in doğrudan kendisine yönelik içeriden çok ciddi çıkışlar var; ama devlet kendisinin o FETÖ’yle mücadele stratejisine –her neyse o strateji– o kadar kapılmış ki bu tür şeylerle çok da fazla ilgilenmiyor. Zaten “FETÖ” dediğiniz zaman baştan yanlış yapmış oluyorsunuz. FETÖ nereden geliyor, Fethullah Terör Örgütü. Daha önce Ergenekon olayı olduğu zaman Fethullahçılar Ergenekon’u daha önemli göstermek için “Ergenekon Terör Örgütü” dedirttiler bir mahkemeye bir iddianamede, hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama. Ve oradan kendileri bir “ETÖ” diye bir şey tutturmuşlardı. Devlet de şimdi Fethullahçıların bu taktiğini alıp, başına “F” ekleyip “FETÖ” diye yürüyor.

“FETÖ” demek, tamam bunları bir terör örgütü olarak söylüyorsunuz ve olayın ciddiyetini artırıyorsunuz, ama bu aynı zamanda sizin inandırıcılığınızı da çok ciddi bir şekilde zora sokuyor. Çünkü on binlerce kişiye; ülkede işinden edilen, özgürlüğünden edilen kişilerin hepsine “terörist” demek, hepsini doğrudan darbeyle ilişkilendirmek –yeni moda “iltisak” lafıyla– belki sizin kendi içinizdeki tabanınızı tatmin edebilir, belki içeride devletin baskıcı uygulamalarından korkan insanların, çekinen insanların ses çıkarmamasına yol açabilirsiniz, ama yurtdışında bu hiç de ikna edici olmuyor.

Başından itibaren, özellikle 15 Temmuz’dan sonra devletin Batı’yı Fethullahçılık konusunda ikna etmek için yaptığı, yapmaya çalıştığı şeyleri izlemeye çalışıyorum; ama bir yerden sonra çok da fazla bir şey göremiyorum. Birtakım insanlar yollandı ABD’ye ve başka Batı merkezlerine; bu insanlar gittikleri yere d–iyelim ki Fethullahçılığı biliyorlar, o da ayrı bir tartışma konusu–, çoğunlukla Fethullahçılıkla bir hesabı olan insanlar gitti; ama gittikleri yerin kültürünü bilmedikleri için ve hatta karşılarına çıkan insanlara önyargılı oldukları için… mesela ABD’ye gidiyor Fethullahçılık anlatmaya; ama zaten kafasında şöyle bir şey var: “Fethullahçılğı zaten CIA yarattı”. Bu insanların anlatımıyla kimseyi doğru dürüst etkilemesi vs. söz konusu olamıyor, olamadı da. Bir de buna ne eklendi? Türkiye’nin giderek otoriterleşmesiyle beraber Erdoğan’a karşı Batı’da duyulan antipatinin giderek artması, Erdoğan karşıtlığının öne çıkması. Ve şöyle bir mantık var: “Erdoğan’dan daha kötü ne olabilir? Bunlar Erdoğan’a karşı çıkıyorlarsa mutlaka iyi yönleri vardır” gibi, Fethullahçıların da çoklukla kullandıkları bir zemin oluştu.

Bunlarla mücadele edebilmenin yolu neydi? Bu konuda aslında söylenebilecek çok şey var; ama artık iş işten çok geçmiş durumda. Ama şunu özellikle vurgulamak lazım: Devletten bağımsız kişi ve kurumlara ihtiyaç vardı. Yani, Türkiye’de düşünce kuruluşu iddiasıyla ortada çok sayıda yapı var ve bu yapıların ezici bir çoğunluğu iktidarın kuyruğunda gitmek konusunda birbirlerini çiğniyorlar ve iktidarın duymaktan hoşlanacağı şeyleri sözüm ona raporlaştırıyorlar vs. Türkiye’nin doğru dürüst, ayakları üzerinde duran, bağımsız düşünce kuruluşları olsaydı ve bu kuruluşlar, devletin de önlerini açmasıyla beraber, bu konuyu alabildiğince serinkanlı şekilde değişik faaliyetlerle, etkinliklerle anlatmış olsalardı işin rengi değişebilirdi.

Bazı kişiler, bu konuya daha serinkanlı bakabilen, Batı’nın daha fazla ciddiye aldığı, önemsediği bazı kişilerin bu konuda bir tür anlatma işine teşvik edilmeleri söz konusu olsaydı işin rengi çok değişik olabilirdi. Şimdi bazı duyuyorum, değişik yerlerde –son zamanlarda artık yapılıyor–, şurada “bilmem ne konferansı” vs… Ben olsam gitmem. Batılı en fazla merak ettiği için bir bakar, ama giden kişilerin ve konunun başlığına vs. baktığınız zaman, bunun iknadan çok bir tür bayrak gösterme hareketi olduğunu görüyorsunuz. Bu, çok önemli bir görevdi; Fethullahçılığın nasıl bir yapı olduğunu, bunun aslında İslamî bir yapıdan ziyade, –yabancı dillerde farklı söyleyiş biçimleri var, “Cult” deniyor, “Sekt” deniyor, öyle bir yapı olduğu– aslında hiçbir şekilde iddia ettiği gibi demokratik, çoğulcu, özgürlükçü, adil bir sistem arayışında olan bir yapı olmadığı, tam tersine tek adam yönetiminin öne çıkartıldığı, körükörüne itaatin öne çıkarıldığı bir yapı olduğu ve hiç şeffaf olmadığı, işlerini büyük ölçüde gizlilikle sürdüren bir yapı olduğu, bu nedenle de bu yapının bir sivil yapı olarak, sivil toplum hareketi olarak adlandırılamayacağını anlatabilmek lazımdı. Geç kalındı, geçmiş olsun. Ama bu şu anlama gelmiyor, Türkiye’de artık Fethullahçılık kolay kolay eski gücünü yakalayamaz.

Fakat şunu da vurgulamak gerekiyor, bu yapıyla mücadele konusunda devlet, kendi kiyafetsizliğiyle, kendi kriziyle, kendi yetersizliğiyle, bu yapıyla mücadele etme, bu yapıyı tam anlamıyla bir daha hiçbir şekilde ger dönüş imkânı olmayacak bir şekilde yok etme şansını kaçırdı. Tabii bu arada şu da oldu: Fethullahçılıkla mücadele adı altında yapılan edilenler –Türkiye’de sık sık vurguladığım bir şeyi bir kere daha vurgulamakta yarar var–- Türkiye’de İslamcılığın ve İslamiyet’in çok ciddi bir şekilde aşınmasına sebep oldu. Bunun etkilerini herhalde bizim çocuklarımız çok daha iyi görecektir.

Böyle siyasal İslam’ı tekeline almış bir Adalet ve Kalkınma Partisi’yle, toplumsal İslam’ı tekeline almış Fethullahçılık hareketinin bu şekilde kural tanımayan, acımasız savaşının etkisi kesinlikle sadece bu iki yapıyla sınırlı kalmayacaktı. Bunu zaten şu anda görmeye başladık, “Deizm, Ateizm” tartışmalarıyla dindar ailelerin çocuklarında dinden ve dincilikten soğuma yaşanıyorsa –ki bu konuda çok güçlü iddialar var– bu savaşın etkisi de çok ciddidir.

Dolayısıyla bir yerden baktığımız zaman, aslında her iki taraf da yaptığı hatalarla belki de Türkiye’nin iyiliğine çalışıyordur. Ama yine de şunu vurgulamak lazım: Böyle bir yapıyla mücadele etmek konusunda eğer ülkeyi yönetenler çoğulcu bir perspektifte, demokratik bir perspektifte, sivil bir perspektifte hareket etmiş olsalardı, tüm Türkiye için, herkesin, Müslümanların da, dindarların da, İslamcıların da istifade edebileceği bir süreç yaşanmış olurdu. Şu haliyle baktığımız zaman, her iki tarafın da alabildiğine sakatlandığı ama bu arada ülkeyi de çok ciddi bir şekilde, ülkeye çok ciddi şekilde kötülük yaptığı bir süreç yaşanıyor ve böyle giderse yaşanmaya da devam edecek. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.