Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İslamcılar’dan demokrat, İslamcılık’tan demokrasi çıkar mı?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Sosyal medya üzerinden yürüyen tartışmaların -çünkü başka diğer meydanın çok fazla bir anlamı da yok- neredeyse bir algoritması var, bir düzeni var. Kendi deneyimlerimden biliyorum; önce bir ses getiren bir iş ortaya çıktığı zaman -bir açıklama olabilir bir eylem olabilir, bir olay olabilir-, önce genel olarak toplumun tüm kesimleri buna ilgi gösteriyor, üzerinde kafa yoruyor, serinkanlı bir şekilde yapılıyor bu. Ama aradan iki gün -genellikle bir gün de değil garip bir şekilde, benim deneyimlerim de öyle- sürüyor, iki gün geçtikten sonra değişik değişik yerlerden bu olgu hakkında eğip bükme çalışmaları, “aslında göründüğü gibi değil” demeler vs. peş peşe geliyor. Bunu en son cumartesi günü burada yaptığım Mustafa Yeneroğlu söyleşisi nedeniyle tekrar yaşadım; çok acayip bir şey oluyor şu günlerde, özellikle bugün çok oluyor. İlk gün birbirinden farklı kesimlerden insanlar tam bir saattir bu söyleşiyi çok ilgiyle izledi. Normal şartlarda bize Medyascope’ta burada “uzun videolar izlenmiyor” denirdi ama bazen gerçekten de beklenmedik şekilde birtakım videolar pekâlâ süresi ne olursa olsun insanları ekran başına kitleyebiliyor. Bu da öyle bir şey oldu -birbirinden farklı insanlar derken tanıdığım insanlardan bahsediyorum-; solda yer alan, Kürt hareketi içerisinde yer alan, AKP’nin içerisinde yer alan, AKP’nin içerisinden farklı şekillerde kopan bir sürü insan Yeneroğlu’nun söylediklerine önem atfetti, kendisini de genel olarak takdir etti. Şimdi “Türkiye’de iyi olan hiçbir şey cezasız kalmaz” kuralı gereği, her yerden saldırılar başladı. İlginç bir şekilde olan AKP’li olan yani “Reisçi” diyebileceğimiz insanların tepkisi çok az, onların gözünde zaten bu olay kopmuş ve Yeneroğlu’nun söylediklerine karşı söyleyebilecekleri çok fazla da bir şey yok anladığım kadarıyla. Bir iki tane cılız ses var, o da işte “milletvekilliğini de bırak” şeklinde gidebilecek. Onun dışındaki çevrelerde birbirinden farklı şeyler yaşanıyor, ne mesela? Değişik zamanlarda attığı birtakım tweet’ler ya da Almanya’da bir televizyonda katıldığı programda söyledikleri, örneğin Cem Özdemir’le yaptığı bir tartışma var ve orada Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda söyledikleri ve Cem Özdemir’le tartışmaları ki burada tabii ki o anda ve hâlâ pozisyonu bana göre en doğru olan kişi tabii ki Cem Özdemir. Ama şöyle bir husus yapılmak isteniyor, birileri bir yerlere mahkûm edilmek isteniyor ve onun dışına çıkması isteniyor ve burada da bize İslamcılık-demokrasi ilişkisi meselesi karşımıza bir kere daha çıkıyor. 

Bu aslında çok eski bir mesele, dünyanın bir meselesi, yıllardır tartışılan bir mesele ve ben de hasbelkader bu konularda çalışan bir gazeteci olarak, çalışmaya başladığım andan itibaren karşıma çıkan bir soru. Soru şöyle soruluyor genellikle; İslam demokrasiyle bağdaşır mı? Bu aslında ayrımcı bir soru çünkü bütün tek Tanrılı dinlerin hepsi üç aşağı beş yukarı demokrasi gibi bir konuda benzer konumdalar. Ama İslam demokrasiyle bağdaşır mı? sorusu, olayların tarihselliğin vs. hepsini atılıp İslam’a karşılık kültürcü yaklaşımla onu bi’nevi baştan anti-demokratik bir din olarak yaftalama eğilimi. Bu içeriden çok ciddi tartışmalarla, Batı içerisinde yapılan tartışmalarla önemli akademisyenlerin, siyasetbilimcilerin, entelektüellerin itirazlarıyla hâlâ etkisini sürdürmekle beraber büyük ölçüde değişti. Bunun yerine daha başka bir soru çıktı, o da İslam değil de İslamcılık demokrasiyle bağdaşır mı? Müslümanlar değil de İslamcılar demokrasiyle bağdaşır mı? İslamî bir hareketten demokrasi çıkar mı? İslamcı bir şahsiyet aynı zamanda demokrasiyi savunabilir mi? Bence bu tartışma önemli bir tartışma, haklı tartışma ama bu tartışmanın seyrini iyi bilmek gerekiyor. Değişik zamanlarda, değişik yerlerde farklı farklı seyrettiğini biliyoruz. Örneğin, benim bu konuları çalışmaya başladığım 1980’in ortalarında Türkiye’de kendini İslamcılık ve tanımlayan -bir kısmı kendilerini İslam demezdi ama İslamcı oldukları kabul edebileceğimiz- kişilerin, kurumların, grupların, yayın organlarının neredeyse hiçbirisi neredeyse demokrasiye pozitif anlam yüklemiyordu. Demokrasiyi insanların ürettiği bir ideoloji olarak görüp demokrasiyi “din dışı” olarak tanımladılar, uzun bir süre bu böyle gitti, genel kabul bu yoldaydı benim gördüğüm kadarıyla, İslamî hareketin farklı farklı katmanları ve farklı farklı aktörleri demokrasinin İslam’la alakası olmadığı konusunda mutabıktı. Bu arada Pakistan’da Mevdudi’nin -Mevdudi diye bir önemli bir İslamcı düşünür ve lider-  “teo demokrasi” diye bir kavram geliştirdiğini biliyoruz. O, demokrasiyle teokrasiyi diyelim ya da İslamiyeti harmanlayan, tabii ki dinin baskın olduğu bir kavram geliştirdi. Çok da tuttuğu söylemez ama bir arayıştı. 1980 sonları 90 başları dünyada  benim gördüğüm, izlediğim kadarıyla demokrasiyle İslam’ı yan yana getirmekte çok da tereddüt etmeyen tek isim -adı bilinenlerden- Tunuslu Raşid el Gannuşi’ydi. O sırada İngiltere’de sürgünde yaşıyordu ve hareketin adı İslamî Yöneliş Hareketi’ydi. Daha sonra İslamî Yöneliş Hareketi en Nahda’ya dönüştü ve ilk seçimlerden sonra -demokratik olduğunu da söyleyebiliriz- iktidara gelen parti oldu. Ama şu anda tek başına iktidarda değil, Gannuşi hâlâ aktif bir şekilde siyasetin içerisinde. O tarihlerde onun demokrasiyi telaffuz etmesi çok tepki almıştı ama kendisi nispeten İslamcılığın diğer ülkelere göre -mesela bir Mısır’a göre, Cezayir’e göre- daha zayıf olduğu bir ülkede ve yine zayıf bir hareketin lideri olduğu için çok da görülmek istenmemişti.Gannuşi daha sonra bu tezini çok daha ilerledi ve en son partisinin İslamcılıkla ilişkisinin artık olmadığını, camide siyaset yapmanın yanlış olduğunu söyleyerek İslamcılık’tan da bir kopuşun tetikleyicisi oldu. Tabii bu Tunus’ta İslamcılar arasında tam anlamıyla kabul edilmiş bir şey değil, ama yine de Gannuşi’nin ş itibariyle dünyada İslamcılık-demokrasi ilişki konusu ilişkisi konusunda en önde gelen isimlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. 

Türkiye’de İslamcıların demokrasiyle kurdukları ilişki uzun bir süre araçsal oldu. Yani demokrasinin imkânlarından yararlanma anlamında demokrasiye kısmen “evet” deme, demokrasinin oyunun kurallarını kısmen kabul etme; ama tabii ki kendi inançlarını bu yoldan sonra -Erdoğan’ın meşhur tramvay olayı burada karşımıza çıkıyor- gidilecek yola kadar binilip, ondan sonra pekâlâ inilebilecek bir olay olarak görüldü, Refah Parti’nin ilk yılları da böyle geçti. Fakat belli bir tıkanmadan sonra -28 Şubat süreci bu anlamda bir dönüm noktasıdır- hareketin içinde çok ciddi bir şekilde -özellikle Millî Görüş Hareketi içerisinde- demokrasiyle ilişki, buna bağlı olarak Batı’yla ilişki çok ciddi bir şekilde sorgulanmaya başladı. Tabii ki buna bir çok kesim inanmadı, bunların takiye yaptığını söylediler, ama bazıları da bir şans verme yanlısı oldu özellikle Batı merkezleri, Washington, Brüksel, hatta İsrail’de de özellikle Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nden kopan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne bir kredi açıldı. AKP deneyimi, İslam dünyasında, İslamî bir hareketin demokrasiye evrilip evrilemeyeceği konusunda bir laboratuvar gibi görüldü. Avrupa Birliği sürecinde özellikle açılan reform paketleri, atılan adımlarla beraber Avrupa Birliği’ne tam üyelik için müzakere tarihi almakla beraber Türkiye laboratuvarda modelliğe doğru evrildi ve “İslamî bir hareketten pekâlâ demokrasi çıkabilir” duygusu Batı’da güçlenmeye başladı. Ama bu arada da gerek Batı’nın içerisinde farklı kesimler gerekse Türkiye’nin içerisindeki bazı kesimler, gruplar, medya vs. bunun aldatıcı olduğunu söyledi. Şimdi geldiğimiz noktada Erdoğan’ın Türkiye’yi demokratikleşmesinden bir zamanların ileri demokrasi vaadinin yerine otoriter bir rejimi, tek adam yönetimini tesis etmesiyle beraber birileri haklı çıktıklarını söylemeye başladılar. Zamanında “model” diyen, örnek olarak görenler o günleri unutmayı tercih ettiler ve sanki bir noktada anlaşmış oldu, “Türkiye deneyimi, AKP deneyimi, Erdoğan deneyimi İslamî hareketlerin demokrasiyle bağdaşmasının imkânsız olduğunu kanıtladı” anlayışı hâkim, ben bu kanıda değilim. Tabii bunu söylediğim için de birçok kişiden tepki alacağını biliyorum, olsun, zaten İslamî hareketi çalışmaya başladığımdan beri sürekli olarak farklı şekillerde tepkiler almış birisiyim, artık o anlamda bir bakıma hâlâ yer yer kızmakla beraber şerbetliyim diyebiliriz, çok da dert değil. 

Türkiye’de yaşanan olay gerçekten İslamî hareketin demokratikleşmeye ve Türkiye’nin de daha demokratik bir ülke olmasına yol açabilecekken bir şekilde bu trenin ciddi bir şekilde raydan sapması olayını yaşadık. Bunun sorumlusunun İslam olduğu kanısında değilim, bunun sorumlusunun başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere değişik dönemlerde AKP iktidarında görev alan, sorumluluk üstlenen -ki şimdi onların önemli bir bölümü Erdoğan tarafından da tasfiye edildiler ve kendi partilerini kuruyorlar ya da tamamen siyaset dışı bir pozisyondalar-, bütün bunların hepsinin onlara destek veren belli kesimlerin yaptıkları göz göre göre yaptıkları hatalarla beraber gelinmiş bir sonuç. Ancak bu AKP iktidarının, önde gelen isimlerinin -özellikle de Erdoğan’ın- ülkeyi demokrasi dışı bir yere taşıyor olması Türkiye’deki dindar insanların demokrasiden çıktığı, İslamcılıkla bir şekilde ilişkisi olan insanların hiçbir şekilde demokrasiyi savunamayacakları, demokrasi cephesinde yer almayacakları gibi önermeleri doğrulamıyor. Şu aşamada -özellikle günümüz Türkiye’sinde- çok konuda en demokratik pozisyonu alanların içerisinde -değişik konularda- çok sayıda İslamcılıkla bir şekilde ilişkisi olan hâlâ hatta kendini İslamcı diye tanımaktan da geri durmayan insanlar olduğunu biliyoruz. İlk aklıma gelenlerden birisi Ömer Faruk Gergerlioğlu’dur. Ömer Faruk hâlâ kendisine İslamcı diyor mu bilmiyorum ama uzun bir süre İslamî hareketin içerisinde, Mazlum-Der gibi bir örgütün başında yer almış birisi olarak HDP’den milletvekili seçildi ama şu anda Türkiye’de gerçekten demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusunda mücadele veren bir avuç milletvekilinden birisi Ömer Faruk ve saygıyı ve desteği sonuna kadar hak ediyor. Şimdi Ömer Faruk Gergerlioğlu örneği önümüzdeyken birtakım kötü örneklere bakıp “Zaten buradan bir şey çıkmaz” demenin bence anlamı yok ve de bunun Türkiye’ye bir hayrı yok. Ömer Faruk’un dışında da çok sayıda benim tanıdığım insanlar var, herkesin bir şekilde tanıdığı insanlar var ama, “Bu olmaz” diyenlerin büyük bir kısmı bunlara bir istisna muamelesi yapıyor ve bunların değişik bir üretim hatası olduğu kanısında. Böyle bir şey yok; Türkiye’de insan hamuru, Türkiye’nin kültürü vs. üç aşağı beş yukarı aynı, hepimiz aynı kazanda yoğruluyoruz. Tabii ki bazılarımız farklı etnik kökenlerdeniz, dinle ilişkilerimiz farklı farklı ama eğitim sistemimiz ortada, şu bu ortada. Dolayısıyla Türkiye’de bireylerin demokrasiyle ilişkili bir sorunu varsa bu herkeste üç aşağı beş yukarı aynıdır. Fakat burada şöyle bir sorun var; Türkiye’de insanların demokrasiye bakışlarında genellikle siyasî iktidarın merkezinin neresinde oldukları belirleyici oluyor. Daha açık söyleyecek olursak; iktidarda olanlar demokrasiyi kolaylıkla taviz verilebilir bir şey olarak görüyorlar, muhalefette olanlarda demokrasiyi hak kazanımı için bir ana ilke olarak kabul ediyorlar. Bunun önceki dönemlerinde iktidarı elinde tutanlar ya da tuttuklarını sananların, iktidarın dışında olan, uzağında olan kesimlere bugün merkezde olan -İslamcı iddialı ya da değil önemli değil- AKP destekçileri ya da MHP destekçilerinin reva gördükleri en fazla derece ve üslup farklılığıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki demokratikleşme meselesini bir din üzerinden tartışmanın çok fazla anlamı olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki din çok önemli bir husus, tabii ki din özellikle Türkiye’de demokrasi karşıtlığının ya da demokrasiye uzaklığının ana gövdesi olduğunu düşündüğüm sağcılığın en önemli bileşenlerinden birisi. Ama burada da biliyoruz ki din, bu kişiler tarafından kendi anti-demokratik uygulamalarını meşrulaştırmak için kullandıkları bir araç aslında. Yani Türkiye’de şu anda demokrasiden uzaklaşılıp bir şeriat düzeni falan kurulmuş değil; çünkü Türkiye’de inşa edilen otoriter rejim, dünyanın farklı yerlerinde inşa edilen popülist otoriter rejimlerle birçok noktada benzeşiyor. Yabancı medyada baktığınız zaman ya da siyasetbilim konusunda yapılan araştırmalara baktığınızda, Recep Tayyip Erdoğan, herhangi bir İslamcı hareketin başka bir lideriyle değil; Putin’le, Orbán’la, Trump’la ya da İngiltere’nin birtakım popülist liderleriyle ya da şimdi Brezilya’yı yöneten Bolsonaro’yla karşılaştırılıyor. Yani buradaki eğilim, İslamcılığın içerisinden otoriter bir rejimin çıkması değil; dünyada son dönemde çok daha yaygınlaşan bir şekilde demokrasi geleneklerinin iyi-kötü olan olduğu yerlerde birtakım popülist liderlerin ve partilerin ülkede bir otoriterliği inşa etmesi meselesi. 

Tekrar başa dönecek olursak, Yeneroğlu’yla başladık, onunla bitirelim: Yeneroğlu’nun demokrasiyi savunup savunmadığını bilmiyorum, ama gördüğüm kadarıyla –beni de şaşırtan– buradaki yayında söyledikleriyle, bugün Türkiye’nin ortalamasının –bildiğim kadarıyla; Türkiye ortalaması derken bunun içerisinde sağ-sol, Kürt-Türk, Alevi-Sünni fark etmiyor, kendi deneyimlerimle söylüyorum– çok çok üzerinde bir yerden konuşuyor ve demokrasiye o anlamda daha yakın birisi olduğunu söyleyebilirim. Geçmişte çok şeyler söylemiş olabilir; herkesin geçmişinde, bugünden bakıldığında yanlış bulunacak ya da o tarihte de yanlış olduğu bariz olan birtakım çıkışlar, söylemler, hareketler olmuş olabilir; ama önemli olan bugünkü durduğu yerden kendi geçmişine ve ülkenin geleceğine nasıl baktığıdır. Şimdi böyle bir noktada, Türkiye’nin acil bir şekilde demokrasiye ihtiyacı olduğu bir noktada, çoğulculuğa ihtiyacı olduğu bir noktada, yapılması gereken –eğer gerçekten demokrasiye inandığını söylüyorsa insanlar–, her nereden gelirse gelsin, her ne saikle olursa olsun demokrasiyi gerçekten telaffuz eden ve bunu talep ettiğini söyleyen insanları bir şekilde ciddiye almaktır. Aksi takdirde şöyle bir lüksümüz yok: “Bizim zaten yeterince demokrat insanımız var, demokrasiyi benimsemiş insanımız, kurumlarımız, partilerimiz var. Zaten tıka basa dolu, bunun içerisine birileri kapıları kırarak girmek istiyor ve içeridekiler de ‘yer yok kardeşim’ diye bunları dışarıya itmeye çalışıyor” — böyle bir şey yok. Bunun bir başka versiyonu da Türkiye’de solculukla ilgili vardır. Bilenler bilir, Türkiye’de sanki milyonlarca insan “Ben solcuyum, ben solcuyum” diye bağırıyormuş gibi, birileri kalkıp, “Sen solcu değilsin, olamazsın” vs. diye insanları dışlamaya çalışırlar, insanları bir şekilde aforoz etmeye çalışırlar. Benzer bir olayı –çok daha sahici bir şekilde– demokrasi konusunda yaşıyoruz. Demokrasiyi, çoğulculuğu, kendi yaşadıklarından –özeleştiri de yaparak– yeniden okuyan, yeniden değerlendiren ve yeniden sahiplenen az sayıdaki insanın Türkiye’ye en fazla hayrı olur. Buradan şu ya da bu nedenle yapılacak olan “İslamcı’dan demokrat çıkmaz, bu geçmiş insanı şöyle yapmaz” deniyor. O noktada baktığımız zaman, Türkiye’de herkesin geçmişine bakacak olursak, kimsenin bugün doğru dürüst demokrasiyi savunabilmesi söz konusu olamaz — böyle bir olayla karşı karşıyayız. Yani demokrasiyle sorun yaşayan ideolojiler meselesi varsa, bu sadece İslamcılık için geçerli değil, Türkiye’de kendini şu anda en ilerici, en demokrat tanımlayan kesimlerin de, ideolojik anlamda bakıldığı zaman, demokrasiyle çok ciddi sorunları olduğu gözüküyor. 

Tekrar toparlıyorum ve bitirmek istiyorum: Bir İslamcı da pekâlâ demokrasiyi savunabilir. Bu, onun bunu İslamcılıkla nasıl bağdaştırdığı meselesi onun meselesidir. Bizim ona, “Sen dindarsın, dolayısıyla demokrat olamazsın” demeye hakkımız yok. Zor olabilir, ama o zora talip olur. Gerçekten demokrasi istediğini iddia eden kişilerin yapması gereken, böyle zor bir işe soyunmuş olan kişilerin işlerini daha da zorlaştırmak değil, mümkünse kolaylaştırmak olmalıdır. Yıllar öncesinden bir anekdotla bitirmek istiyorum: 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara’yı kazanmasının ardından Türkiye’de laikliği savunan kesimlerde çok büyük bir infial yaşanmıştı ve peş peşe inisiyatifler düzenleniyordu. O sıralarda tabii cep telefonları falan yok, daha çok fakslar üzerinden yapılıyordu. Ankara’da bir grup beni çağırmıştı İslamî hareketi anlatmam için. Orada toplantıdan önce sohbet ettiğimiz birkaç kişiyle, düzenleyicilerden bir kadın, kendisini feminist olarak tanımlıyordu ve ben de ona Türkiye’de İslamî hareketin içerisinde de feministler olduğunu, işlerinin zor olduğunu ama bayağı bir mücadele verdiklerini söylediğimde bana tepkisi, “Böyle bir şey olamaz, İslam kadının feminist olmasına izin vermez” demişti. Ben de ona gayri ihtiyari, “Bu onların sorunu, size ne?, Onlar kendilerini hem dindar hem de feminist tanımıyorlarsa burada sizin bir feminist olarak yapmanız gereken ‘hayır siz olamazsınız’ demek değil; tam tersi “olmanız gerekir” demiştim, tabii ki anlaşamamıştık. Şimdi yıllar sonra baktığımızda, şu anda Türkiye’de İslamî hareketin içerisinden gelen ya da dindar çevrelerden gelen çok ciddi bir feminist dalga var, çok etkili bir feminist dalga var ve her geçen gün etkisini daha da güçlendiriyor. Bir dindar kadın feminist olabilir mi? Pekâlâ birileri kalkıp, “İslam diniyle feminizmin bağdaşması zordur” diyebilir, doğru olabilir, emin değilim. Ama böyle bir zorluğu onlar göze alıyorsa dışarıda kalanların yapacağı sadece takdir etmek olmalı. Yoksa, “İsteseniz de, ağzınızla kuş tutsanız da sizden feminist olmaz, ya da demokrat olmaz” demenin hiçbir mantıklı açıklaması bence yok. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.