Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Osman Kavala davası: Hukukun değil siyasetin üstünlüğü

Gezi Davası’nın dördüncü duruşmasında da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin lehine kararına rağmen Osman Kavala tahliye edilmedi. Ruşen Çakır’ın Silivri’deki duruşmadan izlenimleri.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugün Gezi Davası’nın dördüncü duruşması Silivri’de görüldü. Tek tutuklu sanık Osman Kavala yine tahliye edilmedi. Ben yayının başlığını “Gezi Davası” değil, “Osman Kavala Davası” olarak verdim, çünkü olay aslında Osman Kavala’nın yargılanmak istenmesinden başka bir şey değil. Bugün ilk kez ben de Silivri’ye giderek dördüncü duruşmayı yerinde izledim. Orada baktığımızda –tabii ki diğer tutuksuz sanıklar da vardı– Gezi’yle ilgili birtakım polislerin ifadeleri alındı; ama aslında iş Osman Kavala’ydı; zaten Kavala, tek tutuklu sanık olarak duruşma salonunun ayrı bir yerinde tutuluyor. Bütün husus, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Kavala hakkında aldığı hak ihlâli kararı ve bunun gereği olan hemen tahliyesi meselesiydi. Avukatları bunu ayrı ayrı söz alarak çok inandırıcı şekilde, belgelerle anlattılar; ama savcı tutukluluk halinin devamında ısrar etti, mahkeme heyeti de sudan bir gerekçeyle AİHM kararının nihaî halini almadığı gerekçesiyle tutukluluğunun sürmesine karar verdi. İki gün yapılacağı ve geç saate kadar süreceği düşünülüyordu; hiç de öyle olmadı, öğlen saatlerinde bütün her şey bitti ve Osman Kavala’yı orada yakınları, sevenleri özgürlüğüne kavuşmuş olarak göremediler. Osman Kavala yaptığı açıklamada kendi durumunun Türkiye’deki hukuksuzlukların daha iyi görülmesine katkıda bulunmasını temenni etti ve bir anlamda, “Yeter ki hukuksuzluklar görünür olsun, benim tutuklu olmam çok da önemli değil” demiş oldu. Ama böyle bir davanın, iddianamenin hazırlanmış olması, Kavala’nın tutukluluğunun bu kadar sürmesi ve AİHM kararına rağmen hâlâ bırakılmamış olması, Türkiye’de hukukun üstünlüğünün söz konusu olmadığını bize en çarpıcı şekilde gösteren olaylardan birisi. Peki, hukuk üstün değilse ne üstün oluyor? Tabii ki siyaset üstün oluyor, devlet aklı, devletin bekası; ama esas olarak Erdoğan yönetimi üstün oluyor. Burada Osman Kavala’yla –daha önceki yayınlarda değindiğim gibi– devleti yönetenlerin bir hesabı var. Osman Kavala yasadışı bir şeye –hele şiddet, terör gibi olaylara– hiçbir şekilde bulaşmadığı için, bunu da kanıtlayamadıkları için –ki bugün iki ayrı Emniyet mensubuna da soruldu, ikisi de Kavala’yı hiçbir şekilde şiddet eyleminde görmediklerini, duymadıklarını söylediler– dolayısıyla böyle bir şekilde yatırılıyor. Böyle bir yerde hukukun yerini siyaset alıyor, siyasî iktidar alıyor ve siyasî iktidarın istediği birileri tahliye olabilirken istemedikleri tutuklu kalıyorlar. 

Olay bunun da ötesinde tabii ki çok daha derin bir olay. Aslında bugün mahkeme salonunda Kavala’nın yargılanmasının ve Kavala’nın kendisinin sembolizmi üzerine düşündüm. Yalnız bir şekilde –başkaları da var ama–, Kavala tek başına bir yerde duruyor duruşma salonunda. Ne olmuştu? Önce Kavala alındı, bir türlü iddianame hazırlanamadı ve apar topar, daha önce soruşturması durdurulmuş olan Gezi Olayları soruşturması raftan indirildi ve Fethullahçı polislerin ve savcıların hazırladığı birtakım sözümona delillerle bugünkü savcılar yeni bir iddianame kotardılar. Gezi Olayı’na çevirdikleri için de yanına birilerini katmaları gerekiyordu ve birilerini de gerek Osman Kavala’nın sivil toplum faaliyetleri sırasındaki çalışma arkadaşlarından, gerekse Gezi Olayları sırasında inisiyatif almış olan sivil toplum kuruluşları yöneticileri ve aktivistlerinden bir sanık listesi çıkardılar ve Osman Kavala’yı yalnız yargılayamadıkları için başkalarını da yanına koydular. Aklıma 1981 yılı geldi: 1981’in sonlarıydı yanılmıyorsam. 12 Eylül döneminde Askerî Cezaevi’nde yargılandığım toplu dava geldi. O tarihte bizi de Metris Cezaevi’nde toplamışlardı kalabalık olduğumuz için. Kalabalık için de adliye saraylarının dışında yeni bir şey yapmışlardı, bir spor salonunu mahkeme salonuna dönüştürmüşlerdi ve biz orada 12 Eylül faşist yönetimi altında yüzlerce kişi –başka davalarda da tabii– o salonlarda yargılandık. O salonlar o zaman kurulurken gazetelerde bir yenilik olarak sunulmuştu: “Metris’in modern duruşma salonu” vs. diye. Ama siz salonu ne kadar modern kılarsanız kılın hiçbir anlamı yok; yaptığınız hukukî uygulama, yargılama, eğer evrensel standartların altındaysa, o salonun hiçbir anlamı yok. Bugün gördüğüm salon, tabii ki bizim zamanında Metris’te yargılandığımız salonun kat kat üstünde; mikrofonlar masalarda, kameralar çekiyor vs. her şey yerli yerinde, herkes ayrı yerden geliyor vs. — ama ortada hukuk yok. Dolayısıyla cicili bicili salonların, en ultramodern salonların topluma, insana pek bir hayrı olmuyor maalesef. Yine geçmişle kıyaslayacak olursak: Geçmişte o askerî rejim döneminde dahi –ki biz doğrudan terörist olmakla suçlanan yüzlerce insana karşı– mahkemelerde sivil yargıçlar vardı — ki her mahkemenin başında bir askerî başkanı olurdu, savcı ya da yargıçlardan bazıları asker olurdu ama çok sayıda dava olduğu için de mahkemeler büyük ölçüde sivil yargıçlar tarafından yürütülürdü. Benim yargılandığım davanın sivil yargıçlarını hatırlıyorum; çok daha anlayışlı ve en önemlisi kurallara göre hareket eden insanlardı. Ülkede faşist bir yönetim olmasına rağmen –tabii ki işkenceye, cezaevi koşullarına karşı bir şey yapamıyorlardı ama– yargılamaları ellerinden geldiğince evrensel hukuk normlarına göre yapmaya çalışıyorlardı, gerçekten çölde bir vaha gibi bir-iki tane yargıç vardı. Benim hayatımda çok önemli yer tutan yargılamalar, oradaki sivil yargıçların tutumu ve askerî savcının kindar, acayip sert, art niyetli bakışıyla sivil yargıçların bakışı arasında çok büyük fark vardı. Sivil yargıçlar bunları yaparken tabii ki kendi kafalarına göre yapmıyorlardı, kurallara göre yapıyorlardı, evrensel normlara göre yapıyorlardı. Bugünün Türkiye’sinin en önemli sorunlarından birisi, hukuk söz konusu olduğu zaman evrensel kurallara uyulmuyor ya da kurallar sürekli değiştiriliyor ve bunların hepsinin üzerinde siyasî irade, yargıçların ve savcıların kuralların içerisinde hareket etmesine çok fazla tahammül göstermiyor ve o anlamda da yargılamalar aslında avukatlar ne söyleyecek, sanıklar ne anlatacak, tanıklar ne anlatacak, tartışmalar nasıl geçecek ve bunun sonucunda ne çıkacak, bugün de Silivri’de olduğu gibi acaba karar nasıl verildi? Yani herhangi bir duruşma görülmeden insanlar birbirlerine kararı soruyor, “Ne olacak?” diye. “Osman tahliye edilecek mi?” Çünkü orada Osman Kavala’nın söyleyeceklerinin, avukatlarının söyleyeceklerinin, savcının söyleyeceğinin, tanıkların söyleyeceğinin çok fazla önemi olmadığı fikri hakimdi. Şimdi birileri, “ama mahkeme görülüyor” diyebilir; bu duyguyu, bu ülkenin vatandaşlarına yaşatmaya kimsenin hakkı yok, ama bu yaşatılıyor, öteden beri yaşatılıyor. Dün Fethullahçılarla işbirliği altında kurulan mahkemelerde de benzeri oldu, Fethullahçıların da yargılandığı bir ortamda şimdi de başka bir şekilde gelişiyor. 

AİHM’in hak ihlali kararı aslında son derece bağlayıcı, kesin bir hüküm; ama şu ya da bu şekilde bu kararın uygulamasını mahkeme sürekli geciktiriyor. Niçin geciktiriyor? Soru şöyle soruluyor biliyorsunuz: “Türkiye AİHM kararını tanımazsa Türkiye’nin başına ne gelir? Avrupa Konseyi’nden çekilir, şu olur bu olur; ama Türkiye’nin elinde mülteciler var, çok büyük bir koz var, Avrupa’nın onun için eli kolu bağlı”. Biz AİHM kararlarını tamamen strateji üzerinden, siyaset üzerinden, uluslararası ilişkilerin üzerinden okuyoruz. Türkiye’nin AİHM gibi bir yere dahil olmasının çok daha farklı bir anlamı vardır. Uluslararası ilişkiler, Avrupa’yla ilişkilerin ötesinde, Türkiye’nin hukuk sisteminin evrensel normlara uygunluğu iddiasıydı. “Evet, biz burada her şeyi kitabına göre yapıyoruz, dünyanın her yerinde olduğu gibi evrensel hukuk ilkelerine göre yapıyoruz. Gerekirse şikâyetler edilsin, inceleyin, biz de kendimizi savunalım” deniyor. Şimdi ortada herhangi bir savunma falan yok; “Nasıl olsa AİHM bir şey yapamaz, AİHM bir şey yapsa ne olur ki?” gibi düşünceler var.  Gerçekten Türkiye’nin saygınlığını, biz vatandaşların itibarını ciddi bir şekilde zedeleyen bir durumla karşı karşıyayız. Bu olayın, AİHM kararının gereğini yerine getirmemenin siyaseten nasıl bir bedeli olacağını tartışmasının ötesinde, şunu sorabilmek lâzım: “AİHM böyle bir kararı neden verdi? Demek ki çok ciddi bir hak ihlâli var. AİHM çok ciddi bir hak ihlâli olduğunu, çok güçlü argümanlarla, çok iddialı birtakım maddelere dayandırarak veriyorsa Türkiye’deki mahkemeler ne yapıyor?” Bunu sormak yerine: “AİHM bu kararı verdi, bakalım Ankara ne diyecek? Ankara ısrar ederse bunun karşılığında ne olacak? Ama bizim de elimizde mülteciler var” vs. gibi, iş Doğu Akdeniz’deki petrol aramalarına kadar giden, hatta büyük bir ihtimalle şimdi Türkiye’nin tek gündemi olan Kanal İstanbul’la beraber Osman Kavala’yı konuşur olacağız. Bu tek kelimeyle utanç verici; Türkiye’nin bir an önce –her şey bir yana– tekrar hukukun üstünlüğünü tesis etmeye ihtiyacı var. Şimdi birileri, “Ne zaman oldu ki?” diyecektir; belki hep eksiklikler oldu, ama hukukun üstünlüğünün bu kadar dert edilmediği bir dönem yaşamadık. Benim gördüğüm kadarıyla hep bir şekilde, böyle bir iddia hep vardı; aksaklıklar vardı, sorunlar vardı, reformlar yapılıyordu vs. ama bir süredir Türkiye bu konuda “devletin bekası” diye bir şeyi her şeyin önüne geçirmiş durumda ve güvenlik kaygılarıyla insanların özgürlüklerine devlet el koymaya devam ediyor. Allah için! Osman Kavala’nın tahliye olmuş olmasının Türkiye Cumhuriyeti devletine nasıl bir zararı olabilir? Bu konuda boş sayfa verin, en iktidar yanlısına da, hepsine dağıtın, bir paragraf bile yazabileceklerini açıkçası sanmıyorum. Maalesef bugün yine Osman Kavala özgürlüğüne kavuşamadı ve bizi, Türkiye’yi bir kere daha hukuksuzluk gerçeğiyle, hukukun değil, siyasetin üstünlüğü realitesiyle yüz yüze bıraktı. Umarım 28 Ocak’taki duruşmada bu olay telafi edilir. Aslında 28 Ocak’ı beklemeden de mahkemelerin böyle yetkisi var, arada da yapabilirler; ama yine de biz maalesef gözümüzü mahkemelere değil, Ankara’ya çeviriyor olacağız. Ankara’nın siyasî hesaplarına, Avrupa’yla ilişkilerine vs. bakıyor olacağız. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.