Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kasım Süleymani suikastından sonra Türkiye-İran rekabetinin geleceği

Türkiye ile İran arasında yüzyıllardır süren rekabet, Kasım Süleymani suikastının ardından nasıl seyredecek? Bir çatışma ihtimali var mı? Olursa ne olur?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün Kasım Süleymani suikastından hareketle Türkiye-İran ilişkilerini bir gözden geçirmek istiyorum. Çünkü Kasım Süleymanî olayının ardından bölgenin çok karışacağı muhakkak. Amerika Birleşik Devletleri ile İran arasında bir savaş…, daha doğrusu çatışmanın savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği belli değil. Ve bu noktada Türkiye’nin ne yapabileceği, ne yapacağı bayağı önemli olacak. Hem iki taraf açısından hem bölge açısından, hem de Türkiye’nin kendisi açısından tabii ki. Bu noktada Türkiye ile İran arasındaki ilişkilere tarihsel olarak hızlıca bir bakmakta yarar olduğu kanısındayım. Yıllar önce, 2006’nın Mart ayında Vatan gazetesinde “Türkiye ve İran: Bitmeyecek Rekabet” diye bir yazı kaleme almıştım. Bayağı da bir ilgi görmüştü, o dönemki diğer yazılarıma kıyasla. Çünkü Türkiye-İran meselesi üstü sürekli kapatılan bir mesele. Bir rekabet olduğu muhakkak, ama bunun bir çatışmaya dönüşmediği de muhakkak. Fakat bu iki büyük gücün arasındaki ilişkileri çok fazla kurcalamak ne Türkiye’deki ne de İran’daki odakların, medyanın, siyasetçilerin çok fazla işine gelmiyor. Çünkü çok kırılgan bir ilişki, çok kırılgan bir rekabet var. Çok fazla kurcalanırsa bir sorun, arıza çıkabileceği kaygısı var herhalde. Şöyle söylemek istiyorum: Burada iki ülkeyi birbirine benzeştiren noktalar. Bunların aslında, bu rekabetin çatışmaya dönüşmesinde birinci derecede etkili olduğu kanısındayım. İlki tabii ki iki ülkenin de, Türkiye’nin de İran’ın da imparatorluk bakiyesi olması — ki bu Ortadoğu’da ender rastlanan bir durum. Devlet geleneğine sahip, bunun iyi kötü kurumlarına sahip iki ayrı ülke var. Ve bu iki ülke birbirine komşu. Bu ülkeler, yani Türkiye ve İran, hem kalabalık ülkeler, hem coğrafyaları geniş, hem de çok büyük orduları var ikisinin de. İran’da biliyorsunuz hem ordu var hem de Devrim Muhafızları var. Hatta Devrim Muhafızları’nın ulusal ordudan daha etkili, daha güçlü olduğu söylenebilir. Ve dolayısıyla Türkiye ve İran jeostratejik açıdan bölgenin iki önemli ülkesi. Hepsinin ayrı ayrı farkları var. Tabii İran’ın doğal zenginlikleri de var. Türkiye’nin konumu daha önemli, boğazlar vs., iki kıtayı birleştiriyor olması. Türkiye ve İran’ı birleştiren bir başka husus –İsrail’le birlikte ve uzaktaki Pakistan’ı da katarsak–, bölgenin Arap olmayan ender ülkeleri. Yani nüfusunun büyük bir çoğunluğu Arap olmayan ender ülkeler bunlar. İran’da İranlı ya da Farsîlere ek olarak çok güçlü bir Azeri nüfus da var. Ama Azerilerin de Azeri milliyetçiliğinden ziyade bir İran milliyetçiliğiyle kaynaşmış olduklarını –büyük ölçüde tabii ki– söylememiz lâzım. Türkiye’de de çok güçlü bir Türk milliyetçiliği var. İran’daki milliyetçilik ve Türkiye’deki milliyetçiliğin güç anlamında birbirlerine bayağı yakın olduğunu ve birbirleriyle kıyaslanabilir ölçüde güçlü olduklarını söyleyebiliriz. Tabii her iki ülkeyi birleştiren bir başka husus da Kürt sorunu. Kürt sorunu iki ülkenin de sorunu. Türkiye en kalabalık Kürt nüfusunu barındırdığı için bu konuda çok daha fazla önem arz ediyor. Öte yandan Türkiye’de Kürtler bütün coğrafyaya yayılmış durumda, ama İran’da Kürtler daha çok belli bir bölgede, Kürdistan adı verilen –ki bu resmi olarak tanınıyor İran devleti tarafından– bölgede yoğunlaşmış olmaları gibi bir fark var. İran’ın Türkiye’deki Kürt hareketine, Türkiye’nin İran’daki Kürt hareketine bakışlarında da çok farklar var. Bu aslında iki ülke arasındaki rekabetle alâkalı bir husus. Türkiye’nin İran’daki Kürt hareketiyle ilişkisi yok denecek gibi, yok hatta. Çünkü oradaki hareket yakın dönemde büyük ölçüde PKK çizgisindeki PJAK tarafından baskın bir şekilde kontrol ediliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin onunla bir ilişki kurması söz konusu değil. Ama İran’ın hem bir taraftan PJAK’la çatışma halinde –ki sık sık ateşkesler de oluyor– hem de diğer taraftan PKK ile olan ilişkisinin düzenli, sistemli ve sık sık Ankara’yı rahatsız edici ölçüde yakın olduğunu biliyoruz. Farklılık olarak baktığımızda, iki ülke arasındaki en önemli farklılıklardan birisi tabii ki rejim. İran’da İslam Cumhuriyeti var — adı böyle konuldu Humeyni’nin iktidara gelmesiyle beraber. Türkiye’de laik bir rejim var. Tabii bu laik rejim ne kadar var, bu ayrı bir tartışma konusu; ama Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli dinin kamusal alanın dışına çıkartılması idi. İran’da da tam tersine, dinin kamusal alanın merkezine konulması oldu. İran’da “velâyet-i fakih” adında bir öğreti anayasanın temeline konuldu. Dolayısıyla burada fakihler, yani Rehber adı verilen din adamının –daha önce Humeyni’ydi, ölümünden sonra Hamaney oldu–, her türlü otoriteyi tekelinde topladığı bir sistem var. Türkiye’de parlamenter demokrasi uzun bir süre hâkim oldu; ama son dönemde başkanlık sistemi ile beraber işin rengi değişti. Yine de Erdoğan’ın konumu ile Hamaney’in tek adamlığını kıyaslamak mümkün değil. Öte yandan çok ilginç bir durum var. Erdoğan’ın başkanlık sistemini inşa etmesi ile beraber diğer kurumlar –Parlamento başta olmak üzere– çok ciddi bir şekilde güç kaybetti. Buna karşılık İran’da, daha İslam devletinin inşasının ardından birçok güçlü kurum inşa edildi. Bunlar Hamaney’le, rehberle rekabet etmiyorlar, ama her birinin ayrı ayrı özgül ağırlıkları var. Dolayısıyla birbirlerini denetleyen farklı farklı, birbirleriyle rekabet eden, denetleyen farklı farklı kurumları olan, dolayısıyla devletin bu iç rekabetlerle yol aldığı ilginç bir sistem var İran’da. Türkiye’de ise özellikle son dönemde, devlet içi herhangi bir rekabet olmadığını, iktidar paylaşımı olmadığını görüyoruz. Burada Külliye’den, Cumhurbaşkanlığı’ndan –ya da Başkanlık’tan diyelim– ibaret bir yapı var. Erdoğan var ve Erdoğan’ın yanında bazı danışmanlardan ibaret bir sisteme dönüştü Türkiye. Aslında büyük bir zenginliği yoksullaştırdı. İran tam tersine, her ne kadar bir velayet-i fakih uygulamasına geçtiyse de birçok kurum kurarak ve bu kurumları birbirleriyle rekabete ve denetlemeye sokarak varlığını dinamik bir şekilde sürdürdü. Tabii ki bir diğer önemli farklılık mezhep meselesinde. İran’da hâkim olan mezhep Şiilik, Şiiliğin Caferilik ya da İmamilik, İmamiye denen kolu. Bu hâkim bir mezhep ve birçok yerde bu hâkimiyet açıkça dile getiriliyor. Onun dışındaki tüm mezhepler ve diğer dinler belli kurallar içerisinde hareket etmek durumunda. Türkiye’de böyle bir şey yok, ama Türkiye de Sünni ağırlıklı bir ülke ve Sünni ağırlığı hayatın her alanında ve devlette de görmemek mümkün değil. Birisi adı konularak yapılan bir şey, birisi fiiliyatta yaşanan bir şey. Bir diğer husus da tabii ki Türkiye ve İran’ın değişik coğrafyalarda birbirlerine rakip olmaları. İran, İslam Devrimi’nin ardından devrimini tüm dünyaya, İslam dünyasına ihraç etmek gibi bir strateji benimsedi. Türkiye’nin rejim ihracı diye bir derdi olmadı; ama Türkiye de Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Afrika’da bir şekilde nüfuzunu artırmak istedi. Bir diğer husus tabii Suudi Arabistan ve onların “Rabıta” adı verilen Dünya İslam Birliği adlı kuruluşu; oraya akıtılan paralarla değişik coğrafyalarda Vahhabiliğin yaygınlaştırılmak istendiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu üç ülkenin arasındaki rekabette Türkiye bayağı bir geride kaldı. Ama bir aşamada AKP iktidarı Fethullahçılarla ittifak yaparak, onlar aracılığıyla burada bir dengeyi yakalar gibi oldu. Dış temsilciliklerde Fethullahçı okulların işbirliğiyle, gerek İran ve gerek Suudi Arabistan’a karşı Türkiye belli bir nüfuz yarışına girebilmişti. Fethullahçılarla kopuştan sonra Maarif Vakfı adı altında devlet elindeki bir kurum üzerinden bu yapılmaya çalışılıyor. Ama eski gücünü yakalaması mümkün değil. Türkiye ile İran arasındaki rekabete baktığımız zaman, avantaj sanki daha fazla İran’daymış gibi gözüküyor. Uzun bir süre böyleydi. İran öncelikle İslam Devrimi’nin ihracıyla, bu devrimci İslam ideolojisini pazarlayarak, ardından da –esas olarak– daha sahici bir noktada dünyanın dört bir tarafındaki, İslam dünyasının dört bir tarafındaki Şii nüfuslar üzerinden, onlara yatırım yaparak, onları güçlendirerek yaptı… Bu güçlendirmenin değişik yolları var. Özellikle bu nüfusların, Şiilerin yaşadığı yerlerde çatışmaların çok yoğun olduğunu düşünürsek, mesela bir Afganistan, Pakistan, Yemen, Körfez ülkeleri, daha sonra Irak, Suriye, buralara İran danışman yolladı –özellikle askerî danışman–, silah yolladı, yollamaya devam ediyor, para yolluyor. Bunları finanse ediyor ve buralarda kendisine bağlı önemli militer güçler oluşturuyor İslam dünyasının dört bir tarafında Şii topluluklar içerisinde — ki bunun en çarpıcısı uzun bir süre biliyorsunuz Lübnan’dı. Ama yakın zamanda Irak ve tabii ki Suriye’de İran’ın çok ciddi bir şekilde askerî olarak varlık gösterdiğini görüyoruz. Kimi zaman kendi doğrudan Devrim Muhafızları ve ona bağlı Kudüs Gücü’nün elemanları, danışmanları, kimi zaman da mesela diyelim ki Pakistan’dan ya da Afganistan’dan devşirilmiş Şii gönüllülerin Suriye’de savaştığını görüyoruz. Ya da Irak’taki Şii milislerin gerektiğinde Suriye’ye yardıma gittiğini görüyoruz. Dolayısıyla İran Şii nüfus üzerinden kendine bir nüfuz alanı yarattı. Çok güçlü bir alan yarattı ve buradan Türkiye rahatsız. Ama en çok rahatsız olan tabii kendi içlerinde ciddi bir Şii nüfus da olan Körfez ülkeleri. Dolayısıyla başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin İran konusunda çok rahatsız olduğunu ve Amerika Birleşik Devletleri’ne bu konuda baskı yaptıklarını biliyoruz. Ve bu anlamda da İran’dan rahatsız bir diğer bölgesel güç olan İsrail’e çok ciddi bir şekilde yanaşmış olduklarını, yanaşmakta olduklarını görüyoruz. İşte Türkiye böyle bir bölgede İran’la olan ilişkilerinde hep bir dengeyi tutturmaya çalıştı. İran Devrimi^nin ardından, İran’ın devrim ihracı propagandaları hedeflerinden birisi de Türkiye’ydi. Değişik yollarla bunu yapıyorlardı; mesela radyoları aracılığı ile, birtakım yayınlar aracılığı ile, birtakım Türkiye’deki küçük grupları destekleyerek ve de ilginç bir ayrıntıdır Türkiye’deki Alevileri bazı yerlerde Şiileştirmeye çalışarak, daha doğrusu Caferileştirmeye diyelim, Caferileştirmeye çalışarak faaliyet yürüttüler. Burada bu ilginç ayrıntının bir ilginç boyutu da şu: Türkiye’de Sünni kesimin içerisinde İslamcılar, bazı gruplar, Alevilerin Caferileştirilmesi çabalarından pek de rahatsız olmadılar. Çünkü ibadet anlamında baktığımız zaman Caferilik aslında Sünniliğe daha yakın. Dolayısıyla Alevilerin Caferileşmesinin onları daha fazla ibadetlerini yerine getiren insanlar yapacağı gibi bir varsayımla bunu büyük ölçüde tolere ettiler. Ancak Türkiye’deki Alevi kültürü çok güçlü olduğu için İran’ın bütün bu yatırımları büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerinde ne kadar dikkatli bir tutum izlediğinin en çarpıcı örneği, devrimin ardından Türkiye’ye kaçan binlerce, on binlerce rejim muhalifinin Türkiye’de siyasi anlamda örgütlenmesine izin verilmemesidir. Türkiye bunu yapabilirdi. Baştan stratejik bir karar alabilirdi ve Devrim muhaliflerinin, İran rejimi muhaliflerinin ana üssünün Türkiye olmasına izin verebilirdi. Türkiye bunu yapmadı. Hatta Türkiye’deki rejim muhaliflerinin, kendi imkânlarıyla örgütlenmeye çalışan rejim muhaliflerinin İran ajanları tarafından –ki bu anlamda Kasım Süleymanî’nin son dönemde komutanı olduğu Kudüs Gücü, Kudüs Ordusu çok etkiliydi–, bunların faaliyetlerini de çok fazla engellemedi ya da engelleyemedi. Türkiye’de çok sayıda rejim muhalifi kaçırıldı, infaz edildi vs.. Türkiye isteseydi bunu yapardı. Mesela Irak, Saddam Hüseyin bunu yaptı. Hatta işi İran’a savaş açmaya kadar götürdü, ama sonuçta kaybetti. Türkiye de böyle bir şeyi –ki o tarihlerde ideolojik olarak çok büyük farklılık olmasına rağmen ve Türkiye’de devlete hâkim olan ideolojik çizginin İran’ın devrim ihracı çabalarından rahatsız olmasına rağmen– böyle bir stratejik tercih yapmadı. İşin ilginç tarafı, Türkiye’nin, Ankara’nın İran’la olan stratejik rekabetini bir çatışmaya dönüştüren, ama bu çatışmayı doğrudan kendisi çatışarak değil vekâlet savaşları üzerinden çatışmaya dönüştürenler de Türkiye’nin İslamcıları oldu — yani Erdoğan iktidarı oldu. Bu da esas olarak Suriye’de yaşandı. Irak’ta tam yaşandığı söylenemez. Türkiye uzun bir süre Irak’ta Sünnileri ve Türkmenleri ayrı ayrı destekledi. Ama bunun Irak’ta İran’ın desteklediği Şii çoğunluğa karşı çok ciddi bir çatışmaya dönüştüğü söylenemez. Ama Suriye’de böyle olmadı. Türkiye, Ankara, AKP iktidarı uzun bir süre İran’ın bölgesel nüfuzunu kırma yolunda birtakım çabalara girişmişti. Mesela Filistin’de Hamas’la doğrudan ilişkiye geçti. Batı’nın, özellikle ABD’nin çok tepkisini çeken bu temas aynı zamanda İran’ı da rahatsız etmişti. Çünkü Hamas’la kurulan ilişki bir anlamda Hamas’ın İran’a olan bağımlılığını azaltma girişimiydi. Öte yandan Erdoğan hükümetinin Şam’la, Esad yönetimi ile çok yoğun ilişkiler içerisine girmiş olduğunu hatırlayalım. Burada da Şam’ı aslında İran’dan koparma, Suriye’yi İran’dan koparma çabasıydı bu. Suriye’yi bir şekilde uluslararası alana, uluslararası kamuoyuna yeniden kazandırma girişimiydi. Buna bayağı bir yatırım yaptı Türkiye, olmadı. O tarihlerde Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapabileceği bile konuşuluyordu. O günden bugüne, şu anda Türkiye’nin ne Suriye’yle ne İsrail’le hiçbir ilişkisi, ciddi anlamda diplomatik bir ilişkisi kalmadı. Çok kısa zaman içerisinde oldu bu. Bu da tabii ki yanlış tercihlerle oldu. Bir yandan Türkiye Suriye’yi İran’dan koparmaya çalışırken, diğer yandan nükleer mesele nedeniyle dünyada yalnızlaştırılmak istenen İran’a en aktif desteği veren ülkelerden birisi oldu. Brezilya ile birlikte girişmiş oldukları çabayı, inisiyatifi unutmayalım. Burada Türkiye gerçekten riskli bir şekilde, risk alarak İran’ın yanında durmayı bildi. Ama en büyük kopuş Arap Baharı ile birlikte yaşandı. Arap Baharı ile birlikte, Müslüman Kardeşler ve benzeri çizgideki İslamcıların, birçok otoriter ve diktatoryal rejimlerin yerini alması beklentisi, alıyor olduğu algısı Türkiye’nin bütün sakınımlarını bırakmasına yol açtı ve Türkiye aktif bir şekilde İran’la bölgedeki rekabetinde ilk kez güçlü bir koz yakalamış olduğunu düşündü. Arap Baharı’ndaki İslamî hareketlerin başını çektiği bu toplumsal hareketlerin bir tür liderliğini ya da mentorluğunu üstlenerek İran’a karşı nüfuz savaşında, rekabetinde inisiyatifi ele alacağını düşündü. İlk anlarda sanki bu yaşanır gibi oldu, ama kısa bir süre içerisinde peş peşe yaşanan büyük hüsranlarla Türkiye burada çok büyük bir stratejik hata yaptığını –Ankara– gördü. Bakalım: Mısır’da darbe oldu; kısa bir süre içerisinde Müslüman Kardeşler tasfiye oldular. Libya’ya gelince, Libya’nın ne olduğu hâlâ belli değil; Türkiye hâlâ orada riskli hamleler yaparak duruşunu muhafaza etmeye çalışıyor. Tunus’ta İslamcı Nahda hareketi iktidarın ilk başta büyük bileşeni oldular; ama daha sonra geri planda kaldılar. Ama Nahda’nın yaşadığı dönüşüm, Ankara’nın çok hoşuna giden bir dönüşüm değil — bunu da unutmamak lâzım. Dolayısıyla Türkiye’nin Tunus’la olan ilişkisinin çok arzu ettiği bir ilişki olduğu asla söylenemez. Ama en büyük olay tabii ki Suriye’de yaşandı. Suriye’de Türkiye çok büyük bir yatırım yaptı. Kısa süre içerisinde Suriye’deki rejimin devrileceğini ve yerine Müslüman Kardeşler ağırlıklı ve Ankara’yı gözeten bir rejimin oluşacağını düşündü. Olmadı. Çünkü olmamasının en önemli nedenlerinden birisi, İran’ın burada aktif bir şekilde yer almasıydı. Ve sonuçta Suriye’de Türkiye ile İran’ın desteklediği güçler çok amansız bir savaşa giriştiler. İşin içerisine İran’la beraber Rusya da dahil olunca, Türkiye burada kaybetti. Sonuçta ilk ciddi vekâlet savaşını Suriye’de yaşadılar. Ve Suriye’de Ankara Tahran’a karşı kaybetti. Bu kaybın da birinci derecede aktörlerinden birisi Suriye operasyonunu bizzat yönetmiş olan ve cuma günü suikaste kurban giden Kasım Süleymanî’dir. Şimdi Türkiye’nin bütün bu yaşananlardan hareketle İran’la ilişkilerini yeniden şekillendirmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile görüştü. Ne görüştüğünü çok bilmiyoruz. Ama şu anda Türkiye’nin bu gerginlik ortamında sürdürülebilir ve Türkiye’nin kazançlı çıkabileceği bir politika geliştirebilmesinin çok fazla imkânı olduğunu düşünmüyorum; çünkü bu Süleymanî suikastinin ardından neler yaşanabileceğini kestirebilmek çok güç. İran’ın Irak’taki birtakım Amerikan üslerine karşı birtakım roket atışları yaptığı yolunda haberler var. Ama bunların hiçbiri bir misilleme sayılamaz. Muhakkak İran birtakım misillemelere girişecektir. Ama Trump’ın da söylediği gibi, ABD de bu oyunu sonuna kadar sürdürmeye kararlı. Çünkü Trump için kolay bir oyun şu anda gözüken. Bence Trump da İran’ın gücünü tam olarak anlamıyor ya da anlamak istemiyor ya da kendi gücünü çok abartıyor. Ama gerçekten çok feci bir döneme girmiş olabiliriz. Girdiğimizi söylemiyorum, girmiş olabiliriz. Dolayısıyla Türkiye’nin bu yeni dönemde İran’la olan ilişkisini yine hep tarihsel olarak izlediği, ama son dönemde gerilediği, geri adım attığı o temkinli rekabet, çatışmasız rekabet düzleminde tutmasında hayır olduğu kanısındayım. Aksi takdirde bu yaşanacak olan, içine girilecek olan ya da girdiğimiz gerginlik sürecinden kârlı çıkacağı yolunda birtakım hesaplara girişmesi çok aldatıcı olabilir. Unutmayalım, bu bölgenin en önemli iki ülkesi söz konusu. İsrail’i de buna katmak lâzım bir şekilde –sevin sevmeyin–; ama bu bölgede üç önemli ülke var: Türkiye, İran, İsrail ve belki de Mısır. Türkiye’nin bu ülkelerden sadece İran’la belli bir ilişkisi var, ama bu ilişki Suriye’de çok ciddi bir şekilde aşındı. Ama tekrardan tamir ediliyor gibi. Lakin hâlâ İdlib gibi bir sorun da ortada duruyor. Türkiye’nin böyle bir dönemde tekrardan herkesle ilişkisi olan, iyi kötü bir ilişkisi olan bir ülkeye dönüşmesi gerekiyor. Bu anlamda yapılmış olan hatalardan ders çıkartılmış olması gerekiyor. Ama bunların yapıldığına açıkçası çok fazla emin değilim. En son Libya ile ilgili atılan adım, tezkere adımı bence hâlâ yanlışta ısrarın bir adımı. Türkiye’nin o çok iddialı bölgesel güç olma, oyun kurucu güç olma hususu çok gerçekleştirilebilir bir şey değil. Özellikle günümüz şartlarında, demokrasiden uzaklaşmış, hukuk devletinden uzaklaşmış, ekonomisi çok ciddi bir şekilde sorunlu olan bir Türkiye’nin ayağını daha fazla yorganına göre uzatması gerekiyor. Bu arada İran’ın da özellikle ekonomik anlamda hiç de iyi bir durumda olmadığını; demokrasi talebinin, insan hakları talebinin, hukuk devleti talebinin alttan alta çok güçlü bir şekilde dönem dönem ortaya çıktığını da hatırlatalım. Bu toplumsal muhalefetin aynı zamanda başta ABD ve İsrail olmak üzere, diğer İran karşıtı güçler tarafından da ayrıca tabii ki desteklendiğini, teşvik edildiğini de unutmamak gerekiyor. Bir başka unutmamak gereken husus da tabii IŞİD ve benzeri yapılar. Bu yapılar tam da böyle karışık, kaotik dönemleri seven yapılardır. Daha önce İran’da bile saldırı yapabildiler — bile diyorum, çünkü İran çok müthiş bir istihbarat ülkesidir. Buralarda böyle bir örgütlenmenin yapılıp bunların önemli merkezlere saldırı düzenleyebilmiş olmaları bile bu örgütlerin hiç de yabana atılmaması gerektiğini bize göstermişti. Evet, böyle bir ortamda Türkiye ve İran’ın tekrar, tabii ki rekabetlerini sürdürerek, tabii ki bölgede nüfuz rekabetini sürdürerek, ama birbirleriyle çatışmaya girmeyi hiçbir şekilde bir seçenek haline getirmeden yollarına devam etmesi gerekiyor. Çünkü aksi takdirde her iki taraf için de, dolayısıyla bölge için de hüsran olabilecek bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.