Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İran’dan çok İrancı, ABD’den çok Amerikancı olmanın zararları

Kasım Süleymani suikastıyla birlikte 3. Dünya Savaşı bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacağa benziyorlar. Fakat “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla bu çatışmanın sürmesini dileyenlerin sayısı azalmıyor. Ülkemizde de İran’dan çok İrancı, ABD’den çok Amerikancı olduğunu bu sayede görüyoruz.

Yayına hazırlayan: Deniz Dursun

Merhaba, iyi günler. Bugün sabah saatlerinde İran askerî yetkilileri çarşamba günü düşen Ukrayna Hava Yolları’na ait sivil yolcu uçağının kendileri tarafından yanlışlıkla düşürüldüğünü kabul ettiler. Bir süredir bu tartışma sürüyordu, İranlılar bunun bir teknik arıza nedeniyle olduğunu söylüyorlardı. Ama Batılı ülkeler –ABD ve uçakta 60’ın üzerinde vatandaşını kaybeden Kanada gibi ülkeler– bunun bir teknik arıza değil, bir roket saldırısı sonucu olduğunu ve roketin de İranlılar tarafından atıldığını ileri sürdüler. Bu konuda ellerindeki delilleri de Ukrayna’ya ilettiler. Bu tartışmalar sürerken tabii ki buna inanmayanlar çoktu, bunu yeni bir “Batı komplosu” olarak adlandıranlar çoktu; İran’a böyle bir şey yakıştıramayanlar, bunun olamayacağını düşünenler çoktu; ama bugün İran kabul etti. “Uçak beklenmedik bir şekilde yönünü değiştirdi. Yakınlarda hassas bir askerî üs olduğu için görevliler bir hata sonucu uçağı roketle düşürdüler” dediler. Nihayet bir insanî hata olduğunu İran kabul etti; belli ki uluslararası baskılar sonucunda gerçeğin ortaya çıkacağını düşündüler. Zaten Batılı medya kuruluşları olay ânını gösterdiğini ileri sürdükleri birtakım videoları da yayınlamışlardı. Bu videoların da böylece sahici olduğu ortaya çıkmış oldu. Bu tabii ki İran için çok yıpratıcı bir olay, İran’ın imajı için çok yıpratıcı bir olay. Kasım Süleymanî’nin cuma sabahı –yani yaklaşık 10 gün önce– erken saatlerde öldürülmesinin ardından İran’ın nasıl bir cevap vereceği hep beklendi. Cevap gelene kadar uçak düştü — düşürüldüğü anlaşılıyor. Kasım Süleymanî’nin cenazesinde yaşanan izdihamda onlarca kişi hayatını kaybetti, İran’ın Irak’taki bazı Amerikan üslerine yönelik saldırılarından da ciddi bir sonuç çıkmadı. İranlılar bunu bilerek böyle yaptıklarını söylediler, yani insan öldürmeyi hedef almadıklarını söylediler, gerilimi tırmandırmak istemediklerini söylediler. Bu ne derece inandırıcıdır, o da ayrı. Şu âna kadar yaşananlardan, zayıf bir İran, hiç de güçlü tepki veremeyen İran, güçlü tepki veremediği gibi kendi insanlarının ve masum sivillerin hayatını kaybetmesine yol açan bir İran imajı var. Bu, var olan İran imajının çok ötesinde bir şey; hatta Trump’ın bile böyle bir İran beklemediğini düşünebiliriz. 

Neden böyle oluyor, bundan sonra nasıl gelişir? Açıkçası kestirmek çok zor, ama şu haliyle –özellikle Ukrayna yolcu uçağını düşürmekteki sorumluluğunu üstlenmiş bir İran’ın–, önümüzdeki günlerde Kasım Süleymanî suikastına yönelik misillemelerinde uluslararası anlamda çok güçlü bir destek bulabileceğini sanmak saflık olur. Zaten zordu, şimdi çok daha zor. Bu arada Ukrayna uçağı demişken, İran tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan bir başka olayı hatırlatmakta yarar var: 1988 yılında İran-Irak savaşının en kızıştığı tarihlerde, İran’ın Irak’ı yenmekte olduğu zamanlarda, temmuz ayında ABD bir savaş gemisinden füze fırlatarak bir İran yolcu uçağını düşürmüştü. 200’ü aşkın yolcu hayatını kaybetmişti ve bunun sonrasında kimse doğru dürüst uluslararası alanda İran’a sahip çıkmadıktan sonra, İran Irak’la masaya oturmayı kabul etmişti, hatta 20 Ağustos’ta ateşkes imzalanmıştı. Ateşkesi imzalayan Ayetullah Humeyni, bunun zehir içmekten daha acı olduğunu söylemişti, ama İran mecbur kalmıştı. Tam savaşı kazanmakta olduğunu düşünürken böyle bir müdahaleyle, Amerika’nın böyle bir müdahalesiyle, mecburen ateşkes imzalamak zorunda kalmıştı. Yıllar sonra bunun başka bir versiyonu yaşanıyor. Bu sefer uçağı düşüren İran’ın kendisi ve ABD’ye karşı tam üstünlük sağlamaya çalışırken iyice zor durumda kaldı. Üçüncü Dünya Savaşı çıkmasını bekleyenler vardı, hatta bunun çıktığını ilan edenler vardı. Şu haliyle İran’ın tek başına ABD’ye karşı dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyecek hamleler yapamayacağı herhalde bu 10 gün içerisinde ortaya çıkmıştır. Bu açıkçası şaşırtıcı da bir şey. Tamam, dünya savaşı çıkartamayabilir, ama İran’ın her halükârda güçlü bir cevap vermesi beklenirdi. Bundan sonra verebilir mi? Açıkçası çok emin değilim, hele bu uçak olayından sonra işi daha da zorlaşacaktır. Ama bu süre içerisinde şunu gördük — Türkiye örneğinden bakalım, ama dünyanın başka yerlerinde de var: Bazı kişiler, çevreler, gruplar, partiler burada bir Amerikan karşıtlığından hareketle İran’ı kayıtsız şartsız savunur bir pozisyonda yer aldılar. Dolayısıyla uçak düşürme olayını da bir Batı komplosu, iftira olarak gördüler ve bir direndiler. Buna aslında şey demek lâzım: İran’dan çok İrancılık, İran’a rağmen İrancılık demek mümkün. Bunun birçok nedeni var; bunu yapanların içerisinde İran rejimine, yani oradaki İslam devletine sempati besleyenler de var tabii ki; ama büyük bir çoğunluğun rejimle alâkası yok, İran’ın stratejik anlamda aldığı pozisyonlarla alâkalı. O da nedir? Bölgede İran’ın Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de aldığı pozisyonlar, burada ABD ve onun müttefiklerine karşı –yani İsrail ve Körfez ülkelerine karşı– attığı stratejik adımlar, girdiği çatışmalar, verdiği destekler — ki bu anlamda Kasım Süleymanî çok kilit bir rol oynuyordu. Kudüs Gücü’nün –ki İran dışındaki operasyonları yürüten güç– komutanı olarak, İran’ın bölgedeki –ve aynı zamanda Asya’daki, Afganistan’daki– işlerini yürüten bir kişiydi. Dolayısıyla İran’ı sevmekten çok, İran’daki rejimi sevmekten çok; onun hareketlerini, aldığı stratejik tutumları destekleyenler Amerikan karşıtı ya da emperyalizm karşıtı olarak görenler vardı. Bu, İran Devrimi’nden bu yana olan bir şey, ama İran’ın ne kadar anti-emperyalist ne kadar İran milliyetçisi olduğu konusu çok karışıktır, zamanla iyice ortaya çıktığı kanısındayım. İran bu dürtülerini anti-emperyalizm gibi bir perspektifle değil İran milliyetçiliği temelinde geliştiriyordu ve İran milliyetçiliğinin önüne ABD ya da eskinin Sovyetler Birliği çıktığı ölçüde de bunlarla savaşıyordu. 

Bu geçmişin İrancılarının önemli bir kısmının, yakın bir zamanda en hızlı İran düşmanı olduğunu da bir parantez açıp belirtmek isterim. Özellikle Türkiye’deki İslamî hareket içerisinde bir dönem en katı İran yanlıları, radikal İslamcılar zamanla El-Kaide, IŞİD çizgisinin etkisinde daha fazla kalarak, onların özellikle Irak’ta ve Suriye’de gerçekleştirdiklerini ve gerçekleştirmeyi düşündüklerini destekledikleri için birdenbire İran düşmanı oldular. İlginç bir şekilde bu kişiler İran düşmanı oldukları için de Kasım Süleymanî suikastından son derece mutlu oldular. Yani üstlerine vazife olmamasına rağmen, Kasım Süleymanî onların arzuladığı şeylerin gerçekleşmesine izin vermediği için –özellikle Irak’ta ve Suriye’de–, onların desteklediği kesimlerle mücadelenin başını çektiği için, bu uğurda gerekirse dünyanın dört bir tarafından gönüllüler toplayıp, onları eğitip silahlandırıp üzerlerine sürdüğü için Kasım Süleymanî’den nefret ediyorlardı ve onun öldürülmesinden çok da memnun oldular. Ama tabii burada ilginç paradoksal bir durum var; hem bundan çok memnun oldular, hem de ABD’yi sevmedikleri için garip bir ikilemde kaldılar. Yani hem Amerika’dan hem İran’dan nefret edip pozisyon alabildiklerini sanıyorlar, böyle garip bir durumdalar. Bunlara aslında “ABD’den çok Amerikancı” denebilir. Bu kişiler sevmedikleri, nefret ettikleri ABD’yi, işlerine gelen hareketler yaptığı zaman alkışlama durumundalar, tabii bu alkışları yüksek sesle yapmıyorlar. Böyle bir riyakâr bir durumla karşı karşıyayız. Diyelim ki iki güç savaşıyor, bu iki güç savaşırken birbirlerine zarar veriyor; ama zarar sadece birbirlerine verdikleriyle kalmıyor aslında, onların zarar gördüğü ortamda bölge halkları çok ciddi bir şekilde, ağır bir fatura ödüyorlar. Ama bir tarafta savaşan birisinden nefret ettiği için, “düşmanımın düşmanı” perspektifiyle diğer tarafın yaptıklarından memnun kalan insanlar var. Bu insanlar maalesef dünyanın dört bir tarafında, ama konumuz Türkiye olduğu için Türkiye’de tartışmaları bir ölçüde işgal ediyorlar, olayların sağlıklı bir şekilde tartışılmasının önüne geçici birtakım hızlı cevaplar, basit ama gönül çelici cevaplar veriyorlar, hızlı komplo teorileri üretiyorlar. Komplo teorileri demişken; hâlâ etkili olan bir teori, ilk günden hangi kaynaktan neye dayanarak ileri sürüldüğünü anlayamadığım, Kasım Süleymanî’nin öldürülmesini aslında İran rejiminin de istediği ve ABD’yle İran arasında danışıklı dövüş olduğu iddiası, teorisi var. Bunun Türkiye’de çok yaygın olması aslında şaşırtıcı değil. Şundan şaşırtıcı değil: Türkiye’de bir yandan Amerikan karşıtlığı, anti-Amerikanizm; bir yanda İran karşıtlığı, İran nefreti, ayrı ayrı kanallardan çok ciddi bir şekilde yıllardır besleniyor. Kimi durumda bu iki karşıtlığı aynı anda bünyesinde barındıran, aynı anda sahiplenen kişi ve odaklar da var. Dolayısıyla bu kişi ve odaklara göre ABD’yle İran arasında bir savaş olamaz, zaten bunlar bir madalyonun iki yüzü şeklinde. Dünyayı anlamamızı gerçekten imkânsızlaştıran; ama garip bir şekilde de çok fazla insanın aklını çelebilecek yaklaşımlara sahipler. Bunun bir diğer versiyonu — tabii ki biliyorsunuz o zaten artık yerleşti: El Kaide, IŞİD gibi yapıların da ABD, İsrail gibi güçler tarafından çıkarıldığı, aslında her şeyin yalan olduğu yolunda. 

Bunların hepsine uzaklaşıp aslında olup bitenlerin çok da karmaşık olmadığını, daha basit, ilk akla gelenin pekâlâ doğru olabildiğini kabul ettiğimiz zaman olayları daha iyi anlayabilme imkânımız olduğu kanısındayım. Yani İran ve ABD farklı çıkarlara sahip oldukları için, farklı müttefikleri olduğu için birbirleriyle yıllardır düşmanlar. Bu düşmanlık zaman zaman değişik boyutlarda; kimi zaman grafik yükseliyor, kimi zaman grafik iniyor. Mesela “Obama dönemindeki nükleer anlaşma sürecinde bayağı bir yumuşama vardı; ama Trump’la beraber yumuşama tekrar yerini sertliğe bıraktı” şeklinde okumaların daha işe yarar olduğu kanısındayım. Aksi takdirde tek tek olaylar üzerinden yapılan değerlendirmeler ve buralardan hareketle takınılan pozisyonlar, tutulan taraflar, bizim hiçbir şey anlamamıza izin vermiyor. İzin vermediği gibi, aynı zamanda Türkiye’nin bütün bu hengâmede, bütün bu kaotik ortamda serinkanlı bir şekilde kendi siyasetini geliştirmesine de çok fazla izin vermiyor. Şunu özellikle vurgulamakta yarar var: Türkiye yakın bir döneme kadar, bölgede gerçekten oyun kurucu olma iddiasına sahip bir ülkeydi. “Soft power” dediği yumuşak gücüyle bölge ülkelerinde, İslam dünyası, Arap dünyası ve İran’da ciddi bir sempatisi vardı. Avrupa Birliği süreciyle beraber, Batı’yla bir arada yaşayabilecek bir İslam ülkesi ve hatta ülkenin iktidarında da İslamî hareketten gelen insanlar vardı, böyle bir imaja sahip bir ülkeydi. Hatta Türkiye bir zamanlar –çok da uzak olmayan bir zamanda– İsrail’le Suriye’nin arasını yapmaya çalışıyordu, İran’ın tekrar uluslararası topluluğa dahil edilmesi ve dışlanmışlığının sona erdirilmesi konusunda çabalar sarf ediyordu ve bu noktada, Brezilya gibi uzaktaki bir ülkeyle birlikte hareket edebiliyordu. Böyle bir ülkeden, şimdi tamamen yalnızlaşmış, bir değeri olmayan bir yalnızlığa kendini mahkûm etmiş bir ülkeye dönüştü. Dolayısıyla bu ülke, Türkiye olarak bizler, bütün bu olaylardan, çatışmalardan; ABD’yle İran’ın, işte İran’ın kendi içinde, Irak’ın kendi içinde, Suriye’nin kendi içindeki çatışmalarından ya da Rusya’yla ABD’nin muhtemel gerginliklerinden istifade edebilecek bir ülke olmaktan çoktan çıktık. Yaşanan krizler ve yaşanacak olan krizler, Türkiye’yi her ne olursa olsun olumsuz etkileyecek krizler. Türkiye artık başkalarının yaşadığı krizlerden kendine avantajlar, fırsatlar, riskler çıkarabilecek bir ülke durumunda değil. Bir kere ekonomisi buna izin vermiyor; kendi içindeki sorunlar, kendi iç barışını tam olarak sağlayamaması gibi meseleler buna izin vermiyor. Dolayısıyla bölgemizde yaşanan olayları, “yesinler birbirini” mantığı yürüterek, Türkiye’nin bir tarafı diğer tarafa kışkırtarak vs. buralardan istifade edeceğini düşünmek saflık ve aslında bir anlamda Türkiye’nin çıkarlarına aleyhte bir pozisyon almaktır diye düşünüyorum.  Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.