Ankara Moskova’dan, Erdoğan Putin’den uzaklaşabilir mi?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Ankara’nın Suriye politikası artık tam bir çıkmazda. İdlib kriziyle beraber yaşananlar çok sürdürülebilir bir politika olmadığını bize gösteriyor, ama Türkiye’nin elinde pek fazla alternatif yokmuş gibi gözüküyor. Moskova, aleni bir şekilde olmasa da Suriye’yi İdlib konusunda destekliyor, bu anlaşılıyor; çünkü Ankara’nın bütün ısrarlarına rağmen, verilen sürelere rağmen ve yapılan misillemelere rağmen, Suriye ordusunun İdlib’e yönelik baskısı sürüyor ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Münih’teki konferansta Esad’ın İdlib’deki zaferinin kesin olduğunu söyledi. Zaten bu zaferi, İdlib’in artık Şam’ın denetimine girmesini engelleyebilecek pek bir güç gözükmüyor. İdlib’deki muhaliflerin Suriye ordusuna karşı bir direniş göstermesi mümkün değil. Ancak buradaki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) müdahalesiyle belki bir şeyler engellenmese bile geciktirilebilir. Türkiye, Suriye politikasında –ama sadece Suriye politikasında değil, dış politikasında– ilginç bir şekilde Moskova’ya adım adım yanaştı ve bunu tetikleyen olayın da Rus uçağının düşürülmesi olması işin ayrı bir garip yönü — her neyse. Türkiye, Ankara adım adım Moskova’ya yanaştı; S-400’lerin alımı meselesi bunun zirvesi oldu. Gelinen bu noktada Türkiye, Rusya’yla ilişkilerinde çok ciddi kriz yaşıyor. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değişik vesilelerle yaptığı konuşmalara baktığımızda hep bir şikâyet var. Şikâyet ederken Rusya Devlet Başkanı Putin’i ayrı bir yere koyma gayreti var. En son Pakistan dönüşünde uçakta basın mensuplarıyla yaptığı konuşmada Putin’le ilişkilerini övdü, ama öte yandan Putin’le yaptığı görüşmelerin ardından peş peşe açıklamalar gelmiş olmasına da dikkat çekti, “Üst başka, alt başka” dedi. Benzer bir olayı aslında ABD’yle ilişkilerinde de yapıyor Cumhurbaşkanı Erdoğan. Zaten Moskova ve Washington ile ilişkilerinde tercihini kurumlar üzerinden değil; kişiler üzerinden ve tek kişi üzerinden sürdürmekte ısrarlı. Ama şu anda yaşananlar, tek kişi üzerinden dış ilişkileri sürdürmenin, bu kadar stratejik ilişkileri sürdürmenin hiç de kolay olmadığı, çok zor olduğunu, hatta imkânsız olduğunu bize gösteriyor. Örneğin, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov, Sputnik’e uzun bir röportaj verdi ve orada çok ciddi eleştiriler dile getirdi. İdlib ile ilgili, “Türkiye ılımlarla teröristleri ayrışma vaadini yerine getirmedi” sözü başlı başına önemli. Aslında benzer şeyleri Rusya’nın diğer temsilcileri de söylüyor. Yerhov’un yaptığı açıklamada kendisine yönelik tehditler olduğunu vurgulaması işi daha kritik kılıyor, çünkü daha önceki büyükelçinin Ankara’da herkesin gözü önünde suikaste kurban gittiğini biliyoruz. Büyükelçinin bu açıklamasından ve değişik şekillerde Rusya’dan, Moskova’dan gelen açıklamalardan Rusya’nın sadece Erdoğan’ın söylediklerinden değil; Erdoğan’la ilişkili olduğu düşündüğü kişilerin ve kurumların ve yayın organlarının da söylediklerini çok yakından takip ettiklerini görüyoruz. Örneğin Bahçeli’nin sözlerini Rusya çok ciddiye aldı ve buna çok hızlı bir şekilde cevap verdi. Aslında Bahçeli’yi eleştirirken bir anlamda da hükümeti eleştirmiş oldu. 

Bu arada, elindeki kartları alabildiğine aza indirmiş olan bir Türkiye söz konusu; elindeki tek kart Suriye. Ama burada da oyunu yöneten taraf değil Türkiye; bir anlamda sürüklenen bir taraf. ABD’nin devreye girmesi ihtimali üzerinden bir çaba içerisine girdi, tam da ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin Türkiye’ye gelip “Şehitlerimiz var” diye bir jest yapması olayına tanık olduk. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan Jeffrey’i ciddiye almadığını söylese de öteden beri Jeffrey, değişik şekillerde görev yaptığı Türkiye’ye sık sık gelmiş bir diplomat. Ancak Ankara’nın geçmişte yaşanan örneklerden, deneyimlerden hareketle Jeffrey’i pek sevmediğini düşünüyorum. Ama yine de ABD’yle Rusya’yı dengelemek için birtakım ilişkilerin geliştirilebileceği önermesi, Ankara’da bir şekilde masada duruyor. Örneğin, SETA’nın –ki iktidarın en önemli düşünce kuruluşu– koordinatörü Burhanettin Duran geçen hafta sonunda bir yazı kaleme aldı Sabah gazetesinde. Suriye konusunda ABD’nin yapabileceği çok şey olduğunu söyledi ve şöyle sıraladı: “Kamuoyu desteğinden muhaliflere silah yardımına, rejimin kritik üslerini vurmaktan Türkiye’nin güvenliği için yeni öneriler getirmeye kadar” ABD’nin yapabileceği çok şeyler olduğunu söyledi. SETA’nın üst düzey yöneticisi herhalde Moskova tarafından da Ankara’nın fikir jimnastiği olarak alınmıştır ve bu anlamda da bir değerlendirmeye tâbi tutulmuştur; ama işin ilginç tarafı, Burhanettin Duran’ın bu sözlerine AKP içerisinden tepki geldi. Örneğin, eski milletvekili, İstanbul Milletvekili Metin Külünk, sosyal medyada çok sert bir şekilde adını vermeden Burhanettin Duran’ın sözlerini alıntılayarak bunun asla kabul edilemeyeceğini, zira 15 Temmuz darbe girişiminin ABD tarafından tezgâhlandığını söyledi. AKP iktidarı, Erdoğan iktidarı böyle bir açmazla karşı karşıya; çünkü Rusya’ya karşı elinde birtakım kozlar bulundurmak istiyor, ilk akla gelen tabii ki ABD, Avrupa Birliği (AB), NATO gibi seçenekler. Ama bütün bu kozlara başvururken Rusya’yla ilişkilerinin sürmesini arzuluyor, özellikle S-400’lerden Batı’nın bütün baskısına rağmen vazgeçmek istemiyor, zaten alımı da yapıldı ve böyle çok zor bir durumla karşı karşıya. 

Peki Türkiye İdlib’de tutunabilir mi? Bence tutunma ihtimali yok, en fazla geciktirebilir. Burada sorun, artık İdlib’in Şam denetimine geçmesi durumunda nasıl sivil göç dalgası yaşanacağı. Yani Türkiye’nin en fazla yapabileceği akılcı politika, İdlib’in Şam’ın eline geçmesine rağmen oradan yüz binlerce insanın Türkiye’ye doğru göçünü engelleyebilmenin yollarını bulmak. Bu tabii ki çok zor, çünkü bunun için öncelikle Ankara’yla Şam’ın doğrudan bir diyalog içerisinde olması gerekiyor. En son Moskova’da iki tarafın istihbarat yetkililerinin buluştuğu açıklanmıştı ve burada Ankara-Şam görüşmelerinin başlamakta olduğu yolunda bir beklenti doğmuştu; ama İdlib’de peş peşe yaşanan çatışmalar, Suriye ordusunun TSK’ya saldırısı ve TSK’nın da buna cevap vermesiyle beraber, bunlar askıya alınmış durumda. Gerçekten tam bir tıkanıklık hali var; tabii olay sadece İdlib’den ibaret değil, İdlib’in Şam’ın eline geçmesi, Türkiye’nin bunca yıl Suriye’ye yaptığı yatırımların hemen hemen hepsinin artık sona erdiğini ve boşa gittiğini gösterecek. Olayın başka bir boyutu, buradan yeni bir mülteci dalgası gelmesi söz konusu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda rakamları sürekli artırarak söylüyor, en son milyona çıktı rakam, ama yüz binlerce diyelim biz. Ama bir diğer husus da şu; İdlib meselesi hallolduktan sonra Esad yönetimi, Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki askerî varlığını da bir şekilde gündeme alacaktır. Dolayısıyla İdlib aslında bir şekilde TSK’nın Suriye’deki diğer yerlerdeki varlıklarının masaya gelmesini geciktiren bir faktör ve bu nedenle de Ankara burada ısrarlı bir şekilde durmak istiyor. 

Sonuçta Türkiye’nin, Ankara’nın Moskova’dan uzaklaşamadığı, ama normal şartlarda uzaklaşmasını zorunlu kılan garip bir süreçteyiz. Burada bir ısrar var; Moskova’nın Suriye’de izlediği, Şam’a açık desteğe rağmen, Türkiye sanki İdlib sorunu çözülebilirmiş gibi görmeye çalışıyor ve göstermeye çalışıyor. Birtakım çıkışlar var, Erdoğan’ın özellikle vurguladığı “Şubat sonu” demişti, en son yaptığı açıklamada biraz daha öne aldı. Havadan ve karadan onun deyimiyle “rejim unsurlarına” cevap verileceğini söyledi, bunun havadan nasıl olabileceği konusu başlı başına çok ciddi bir şekilde soru işareti. Bu olay, Türkiye’nin, Ankara’nın şu anda yaşadığı en kritik stratejik sorun; ama ülkenin içerisinde zaten çok ciddi bir ekonomik kriz var. Türkiye’nin buraya yönelik yaptığı her türlü askerî yatırım, harcama, bu ekonomik krizin daha da büyümesine yol açıyor, bunu da özellikle not etmek lâzım. Yani Türkiye askerî anlamda çok rahat hareket edebilecek ekonomik konumda değil. Öte yandan ülkeyi yöneten güçler, çok ciddi bir siyasî krizin içerisinde, son yerel seçimlerde de bunu gördük. Bir diğer taraftan şöyle de bir husus var: Rusya –tüm dünyanın çok iyi bildiği gibi– kurduğu diplomatik ilişkiler ya da kurmadığı diplomatik ilişkilerle, dünyada varlığını sadece diplomasi üzerinden gösteren bir ülke değil. Çok ciddi bir şekilde küreselleşmiş olan dünyada çok etkili birtakım mekanizmalara sahip bir ülke. Örneğin Amerikan seçimlerine ya da Avrupa’da yaşanan farklı farklı seçimlere sosyal medya üzerinden birtakım mekanizmalarla, troll fabrikalarıyla vs. müdahale edebilen bir ülke. Çok ciddi bir şekilde –özellikle siber âlemde– Rusya’nın çok ciddi bir güç olduğunu biliyoruz. Şu âna kadar bu güç, Türkiye’de iktidarın aleyhine çalışmadı; ama malûm, uçak düşürülmesinin ardından çok kısa bir sürede Ankara’yı, Erdoğan iktidarını sarsacak birtakım açıklamalar yaptılar. Erdoğan iktidarının IŞİD’le ilişki içerisinde olduğuna yönelik iddialar, bununla ilgili birtakım videolar vs. bunları BM’ye taşıdılar. Dolayısıyla Rusya ve Putin, öyle kolay kolay kavga edilecek bir ülke ve lider değil, Türkiye’nin böyle bir seçeneği olduğu kanısında değilim. Böyle bir durumda Rusya’nın elindeki bu imkânları Erdoğan yönetiminin aleyhine kullanması halinde işlerin çok daha kötü olacağını da bir yere not olarak düşmek lâzım. Dolayısıyla Erdoğan’ın Putin’den kopma seçeneğinin olduğu kanısında değilim. Kopsa gidebileceği çok fazla bir yer yok; ABD, Trump yönetimi zaten Suriye’den iyice çekilmek istiyor. Bir diğer husus da tabii, ABD öncelik olarak İran’la mücadeleyi gündemine almış durumda. Eğer Türkiye, Rusya’dan uzaklaşıp ABD’ye yanaşmak isterse önünde iki zor olay olacak: 

  1. İran’la karşı mücadelesinde Trump’a bir şekilde destek vermek 
  2. Trump’ın sözümona Ortadoğu Barış Planı’na bir şekilde kayıtsız kalmak

İkisi de, gerek İran konusunda Washington’ın yanında gözüküyor olmak, gerekse Filistin meselesinde Trump’ın kotardığı plana kayıtsız kalmak, Erdoğan’ın çok ciddi bir şekilde ideolojik-politik açıdan –ki zaten zor durumda– iyice zor duruma bırakacaktır, bu da işi alabildiğine güçleştiriyor. 

Ankara, böyle bir kıskacın içerisinde; zamanında çok büyük oynadı –özellikle Suriye’de–, bölgenin liderliği, oyun kuruculuğu iddiasıyla çıkılan yolda çok büyük faturalar ödendi, ödenmeye devam ediliyor. Şu anda İdlib olayı bize gösteriyor ki bu yaşanan fiyaskonun sonu yok. Fiyaskonun bedeli her geçen gün daha fazla ağır oluyor ve Türkiye bu arada tabii ki bu fiyaskolar nedeniyle dış politikadaki yörüngesini tam anlamıyla kaybetmiş durumda, yörüngesi kalmamış bir ülkeye dönüştü. Türkiye, aynı anda birçok gücü dengelemeye çalışma iddiasıyla –başta ABD ve Rusya tabii ki– aslında hiçbir güçle çok ciddi stratejik ve güvenilir ilişkisi olmayan bir ülke olmayan haline geldi. Buradan çıkışı, uçakta kendisine kayıtsız şartsız destek veren gazetecilerin şike sorularına cevap vererek ya da AK Parti toplantılarında hamasetin öne çıktığı birtakım söylemlerle yürütebilecek bir politika olmaktan iyice çıkmış durumda Suriye politikası. İdlib’de yeniden yaşanabilecek olan, Suriye ordusunun TSK’ya bir saldırısı halinde –ki iki haftadır hafta başlarında hep buna tanık olduk maalesef–, yeniden bunun tekrarlanması halinde işlerin gerçekten çok daha sertleşeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. 

Evet, Türkiye, Ankara Suriye’de yolun sonunda; ama yolun sonu olduğunu kabul etmeme inadı Türkiye’nin ödediği bedeli her geçen gün daha da ağırlaştırıyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.