Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (5): DEVA Partisi & koronavirüs

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Kemal Can’la birlikte “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Tabii ki gündemi koronavirüsle başlatmak gerekiyor. Bu, adım adım geldi ve tüm dünyayı kasıp kavuruyor. 

Kemal Can: Birkaç haftadır başlık seçmekte zorlanmıyoruz. Başlıklar kendisini belirliyor. Başladığımızdan beri neredeyse hep böyle oldu.

Çakır: Evet. “Türkiye’de alınan tedbirlerle ilgili geç mi kalındı, zamanında hareket ettik mi?” konusunda farklı yorumlar var. Benim gördüğüm kadarıyla, Sağlık Bakanı’nın tutumu konusunda genellikle olumlu yaklaşımlar var. Ama hükümetin tavrı ile ilgili değişik yorumlar var. Mesela, maçların ertelenip ertelenmeyeceği, Pazar günkü derbi meselesi, Futbol Federasyonu’nun “Her türlü önlemi aldık, maç seyircili oynanacak” demesi gibi. Nasıl bir önlem almış olabilir?

Can: Federasyon nasıl bir önlem alıyor anlamadım. 

Çakır: Önlem nedir? Futbol Federasyonu doğrudan iktidara bağlı bir kurum. Ertesi gün Saray’da toplantı yapılıyor ve seyircisiz oynanma kararı alınıyor. Bu da bana göre bir tereddütü gösteriyor. Türkiye’de az sayıda vakanın tespit edilmiş olmasına istinaden bir pozisyon alındı. Hatta uzun süre tek bir vaka bile tespit edilmemişti. Ama sonra kaçınılmaz olarak vakalar…, önce bir, sonra iki, belki daha da artacak. Okulların kapatılması, maçların, toplantıların, etkinliklerin iptal edilmesi gibi tedbirler daha erken yapılsaydı sanki daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Ne dersin?

Can: Konuya iki türlü bakılabilir. Bir açıdan, çok daha yakın tehlike altında olan ve çok vaka görülen İtalya’da, onun hemen komşusu olan ve sınırları açık olan Fransa’da, Türkiye’den sonra bu kararların açıklanmış olması, İngiltere’nin hâlâ açıklamaması gibi kötü örneklere bakılınca, Türkiye’nin çok geç kalmadığını ve isabetli bir önlem paketi uygulamaya koyduğunu söyleyebiliriz. Ama biraz önce söylediğin gibi, Türkiye’de tereddüt yaratan iki mesele var bence. Birincisi, vaka sayısındaki gerçeklikle ilgili tereddütler. Yapılan test miktarıyla ilgili tereddütler. Alınan önlemlerin yanında, sağlık alanının hazırlıkları anlamında bazı tereddütler doğuruyor. 

İkincisi, biraz önce söylediğin futbol örneğinde de olduğu gibi, tek merkezli yönetim modelinin yarattığı etkileri burada da görüyoruz. Pek çok yer, inisiyatif almakta tereddüt geçiriyor; merkezî inisiyatifi beklemek, yerel ya da daha lokal veya sektör bazlı inisiyatiflerin gecikmesine neden olan bir tutum da oluyor. 

Çakır: Mesela YÖK başkanı, üniversitelerin tatil edilmesinin yanlış olduğunu söylemişti. 

Can: Evet, ama tepeden bir şey gelmesini bekleyerek. O konuda Sağlık Bakanlığı ve dün Cumhurbaşkanlığı’nın açıkladığı önlemler, bu anlamda herkesin önünü de açtı. Bir tek Diyanet İşleri Başkanlığı’nı etkileyemedi.

Çakır: Sonradan bir açıklamayla biraz toparlamaya çalışıldı güya.

Can: Ama camiler ve cuma namazı, lokalizasyonun yayılması açısından daha riskli bir sosyal alan. Dolayısıyla bence çok isabetli bir yaklaşım değildi. Ama yukarıdan aşağıya doğru bir merkezî alarm halinin oluşması pozitif bir durum. Ne kadar geç kalındı konusuna bakarsak, açıklanan vakalar meselesi diğer ülkelerin hayli gerisindeyse, bu önlemlerin oldukça erken alındığını söylememiz mümkün. Ama açıklanan vakaların üzerinde bir sayıysa, gecikildiği de söylenebilir. Çünkü Türkiye önemli bir transit noktası. Sadece bu tür salgının yayıldığı coğrafyalara yakınlığı değil, ulaşım açısından da önemli bir noktada.

Çakır: Bir de artık dünyanın her yerinden haberler geliyor. Küreselleşmenin getirdiği bir salgın. Dünyanın alâkasız bir yerinden, Brezilya’dan, Norveç’ten, İrlanda’dan, Afrika’dan haberler geliyor. Bugün ilk defa, Kenya’da virüs salgını olduğuna dair bir haber gördüm. Bir de ünlüler meselesi var.

Can: Ünlüler meselesi ilginç. Birkaç kişi yazıp çizmeye başladı. Zaten bu konuda özellikle sosyal medyada yorumlar da var. Testin uygulanması ve tedaviye erişim konusunda da birtakım problemler olduğunu işaret ediyor. Oransal olarak bu kadar çok ünlü ya da politikacı insanın pozitif test sonuçları, test uygulamada sınıfsal bir eşitsizlik olduğunu düşündürüyor açıkçası.  

Çakır: O muhakkak. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çarşamba günü yaptığı grup toplantısında “Milletimiz daha önceki saldırıları nasıl bertaraf ettiyse, bunu da bertaraf edecektir” diyerek bunu bir saldırı olarak tanımladı. Türkiye’deki otoriter söylemin komplocu perspektifinin bir şekilde buraya da yansıdığını görüyoruz. Ama bereket çok da belirleyici olmuyor. Çünkü bunu bir komplo olarak algıladığı zaman alınacak tedbirler ayrı. Bu gerçekten küreselleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak düşünüldüğünde alınacak tedbirler ayrı. Bir de tabii “Yaşanan böyle bir küresel olay neye yol açacak?” meselesi var. Bu salgın er ya da geç bir şekilde yenilecek, ama çok büyük bir zarar verecek. Şimdiden ekonomiye zarar vermeye başladı bile. Benim hissiyatım şu ki böyle kötü şeylerin ardından, genellikle dersler kötüye doğru çıkartılır. Bu salgın belki 15 gün, belki 2 ay, 3 ay, belki daha fazla sürecek, bilemiyoruz; ama şu anda okulların ve işyerlerinin tatil edilmesi için 15’er günlük ya da 1 aylık periyotlar veriliyor. Bu da bütün düzenin alt üst olacağını gösteriyor. Salgının kendisinin doğurduğu tıbbî sorunların dışında, bir yığın sosyal ve psikolojik ek sorunlarla karşı karşıya kalacağız.

Can: Evet. Mesela, okulları, üniversiteleri kapattılar. Üniversiteleri kapattıkları anda, otogarlarda, aslında tam tersine durdurulması gereken temas birdenbire geometrik olarak arttı. Üstelik büyükşehirlerden taşraya doğru giden bir hareketlilik oluştu. Bu, aynı biçimde yurtdışındaki eğitim kurumları için de tartışılıyor; mesela “Üniversite öğrencilerinin yurtlarda, onların iaşelerinin sağlanarak tutulması mı daha elverişli, evlerine mi gönderilmesi daha iyi bir önlem olur?” tartışması çok önemli. Okullar pazartesi ile itibariyle tatil. “Neden bugün tatil değil?” Önlemler alınması ya da düzenleme yapılması için. Ama “Herkesi bugün de okula gitmeye mecbur eden bir düzenleme neden yapıldı?’’ tartışması da var. Dolayısıyla bunların hazırlıkları konusunda…

Çakır: Bu çocuklar nasıl evde kalacak? Çünkü sistem genellikle okul saatlerinde ebeveynlerin çalışıyor olduğu varsayımıyla düzenlenmiş. Şimdi birçok yerde işler çok karışacak. Bir de yalnızlık meselesi de var. Sonuçta insanlar işe giderek, çocuklar okula giderek bir sosyallik yaşıyorlar. Şimdi gün boyu, hatta günlerce evden çıkamama durumunda, hele bir de karantina şüphesi varsa, evin yeniden keşfi söz konusu olacak. Bu, dünyada ve ülkemizde bütün dengeleri bozacak bir durum. İnsanların hiç hazırlıklı olmadığı, hiç istemediği, çok da kestiremediği bir şey. Olay sadece bir “Virüs kapar mıyım, kapmaz mıyım?” meselesi değil. Bu salgın ortamında, hasta olsa da olmasa da, ayakta kalmak gibi bir mesele var önümüzde ve bu çok zor bir mesele.

Can: Hem çocukların, hem yaşlıların bulunduğu evler meselesi de var. Bazı işyerleri insanlara evden çalışma olanağı sunarak uygulamaya başladı. Ama bazı işlerde, özellikle hizmet sektörü açısından bakıldığında, karantina uygulaması başladığı anda insanların evlere çekilmesiyle, sağlık hizmetleri dâhil bir sürü hizmetin, dışarıdan, hatta bazılarının dijital olarak verilebiliyor olması lâzım. Kore’de uygulanan “yerinde test uygulaması” gibi, insanları sağlık merkezine çekmeden o mobilizasyonu durdurmak vs. Bunlara ilişkin hazırlıkların ne seviyede olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Büyük ihtimalle de, bu konuda çok ciddi bir hazırlık olmadığı düşüncesi hâkim. 

Çakır: Sayıyla alâkalı olarak İtalya ile ilgili yapılan değerlendirmelere baktığımda, hiç beklenmedik sayılar olduğu için, imkânlar yetmediğinden insanları seçmek zorunda kalındığını görüyorum. Türkiye’de bu iş geç ve az rakamla başladı. Umarım bu konu çok büyümez. İstersen bu konuyu kapatalım, kasvet basıyor insanın içine.

Can: İnsanlara bir şeyler söyleyerek bu konuyu kapatalım. İşin panik yaratan kısmı bir kenara, bu tür dönemler –ki bu bazen savaş, bazen salgın oluyor–, acayip fikirler, genel akışa veya bildik şeylere aykırı şeyler söylemek ilginç hale geliyor. Bu ilginçlik birtakım insanları çok fazla öne çıkartıyor. Hem sosyal medyada, hem medyada birdenbire bir trafik oluşuyor; kelle paça meselesinde olduğu gibi. Bazı şeylerde bir doğruluk payı olsa bile, efektif, işe yarar bilgiler değil. Böyle dönemlerde, işe yaramaz bilgiler yerine, çok düz, bildik şeyleri takip etmek en doğrusudur diyelim. Bu arada, şunu da söyleyeyim, Işın Eliçin bu sabah çok iyi bir toparlayıcı yayın yaptı. Onu da izledim. Medyascope bu konuda iyi bir performans gösterdi.

Çakır: Evet. Dün Edgar Şar’ın yaptığı Açık Oturum, ana haber bültenine katılan konuklar… Biz olayı ciddi, bilimsel ve anlaşılır yönüyle ele alma çabasındayız. Bu gerçekten çok sorumluluk isteyen bir iş. Biz, gazeteciliğin kamu yararına bir sektör olduğunun en iyi sınandığı yerlerden birisindeyiz. Burada rating amacıyla çarpıcı, dikkat çekici olayların peşine düşmüyoruz. 

Can: Evet. Doğru bilgi tekrar hayatî önem taşıyor.

Çakır: Peki şimdi gelelim DEVA Partisi’ne. Tam da salgın zamanında. DEVA Partisi pazartesi günü kuruldu, çarşamba günü lansmanını yaptı. 90 kişilik Kurucular Kurulu’ndan sonra lansmanına da gittim ve Babacan’la görüştüm. Sen henüz bu konuda yazmadın galiba.  

Can: Gazete Duvar’da hızlı bir değerlendirme yazısı yazdım. Bir de Birikim Haftalık’ta yazdım. 

Çakır: Çıktı mı?

Can: Evet bu hafta çıktı. 

Çakır: İzleyiciler benim bu konuda söylediklerimi biliyor olabilirler. Önce seninle başlayalım, sonra tartışalım.

Can: Gerçi “doğrudan temas” sendeydi ama… Ben programa baktım, konuşmaları izledim, senin yaptığın yayını da izledim. Şu iki temel görüntü benim için belirleyici. Birincisi –gecikmeyi de öyle tarif ettiler zaten–, sakinlik, yavaş çıkış, bir rüzgârla gelmek yerine, fazla esintili havanın dışında bir tutum alma, kuruluşa da yansımış durumda. Bu, zaten beklenen, Babacan ve ekibinin fark olarak işaret ettiği bir şeydi. Bu, hem Kurucular Kurulu’na, hem programın diline büyük ölçüde yansımıştı. Bununla paralel olarak, ismiyle müsemma, programın da revizyonist bir özü var. Yani asıl olarak, bir reform, hatta restorasyon programından çok, belirli alanlarda ekonomi daha belirleyici. Ama belirli alanlarda da hızlı uygulanan bir revizyon öngörüyor ve bunun adayı olarak ortaya çıkıyor. Burada da, siyasî iddianın yerine, teknik yapabilirlik iddiasını koyma niyetini öne çıkartıyor. Yani şöyle bir mantıkla bakıyor: “Güçlü olduğunuz şeyleri öne çıkartın ve onu kullanın” prensibini büyük ölçüde uyguluyor. “Ben ne söylesem daha inandırıcı olurum?” ya da “Nasıl bir görüntü verirsem bir karşılık bulurum?” meselesini böyle okuduklarını ve buna göre bir pozisyon aldıklarını düşünüyorum. Hatta bunun içinde, “Adil eğitim”, “Parlamenter sistem” önerisi gibi net tavırlar da var. Ama özellikle Babacan’ın konuşmasında o netlikleri yüksek sesle ve çok iddialı bir siyasî program gibi değil, bir revizyon paketinin bir parçası olarak işaret ettiklerini gördüm. Daha önceki açıklamaları da öyleydi. Daha önceki açıklamaları, sanki kuruluştan önceki ihtiyatla biraz daha renksiz gibi görünüyordu. Ama burada da, dilini onu çok değiştiren, bağıran çağıran bir şeye çevirmedi. Programın genel muhtevasının da böyle olduğunu düşünüyorum. Bunu daha önce de yazmıştım; sanıldığı gibi zayıf çıkışın negatif bir görüntü yaratacağı fikrine çok katılmıyorum. Tam tersi, iddia ettikleri gibi fazla fırtınalı, rüzgârlı siyasî atmosferden yorulmuş, bu yüzden rahatsızlığı büyümüş seçmen, iddia edildiği gibi epeyce kalabalıklaşmışsa, bunun avantaja dönüşebileceğini düşünüyorum. “Sakinlik” bir fark içerebilir. Çünkü kıyaslarsak, iktidar bloku açısından, Muharrem İnce ve Meral Akşener gibi karşı rüzgâr çıkışlarının bir sonuç vermediğini gördük. Dolayısıyla, tersi bir yaklaşımın, garantisi yok, bunu göreceğiz süreçte, illa bir eksiklik olduğu genel fikrine katılmıyorum.

Çakır: Öncelikle tekrar söyleyeyim: Lansmanı tahmin ettiğimden daha başarılı buldum. Babacan’ı da daha temkinli gördüm. Mayın tarlasına itilmiş teknokratlıktan başka bir yere doğru gelmiş. O temkinlilik, sakinlik, kavgadan uzaklık… Partisinin, her türlü sorunun çözümü için plan, program ve proje üretecek bir proje partisi olduğunu ve bir kadro hareketi olduğunu söylüyor. Bana verdiği röportajda, “Bu kadrodan 10 tane Bakanlar Kurulu çıkarırım” dedi. Şu anda en büyük kitlenin kararsız kitle olduğunu, toplumun artık hiçbir partinin adını telaffuz etmediğini söyledi. “Toplum, artık siyasette ‘sil baştan’ yapmak istiyor, biz buna hazırız” dedi.  

Bugün Erdoğan hâlâ belli bir gücü muhafaza ediyor, ama Erdoğan’ın gücünün kaybı mukadder, bu kesin olacak. O an geldiği zaman, bu parti yeni iktidar blokunun önemli bir aktörü olabilir. Bir ittifakla iktidar Erdoğan’dan alınacak diye tahmin ediyorum. O temkinlilikle, kavgalara girmeden projelerini koymak, kadrosunu öne çıkartmak, bir nevi “Bunlar iyi insanlar, iyi çocuklar. Babacan da bu işten anlıyor. Zaten onun döneminde ekonomi fena değildi” gibi argümanlarla, o gün geldiğinde, her şeyiyle orada hazır olmak isteyen bir parti gibi. Ama o gün ne zaman gelecek? O günün gelmesini hızlandırmada bu partinin ve diğerlerinin bir rolü var. 

Bana şöyle bir izlenim doğdu oradayken — bazen sahaya gittiğinde bir esinlenme oluyor bilirsin: Bu parti, AK Parti tabanından ziyade, bence daha fazla muhalefetin tabanına sesleniyor. “Tamam, burada işler kötü gidiyor, değişmesi lâzım; ama ‘değişmesi lâzım’ diyenler, bugüne kadar, ikna edici, somut, güvenilir bir alternatif çıkartamadılar. Biz bunu yapıyoruz” diyerek, bence, esas olarak AK Parti tabanı yerine, ilk meşruiyeti muhalefet tabanından, yani önce Erdoğan yönetiminden kurtulmak isteyenlere kendini sunup, oradan belli bir desteği, oluru aldıktan sonra da AK Parti tabanına, “Bakın, görüyorsunuz: Benim gücüm kabul ediliyor” ya da “benim kapasitem, yapabilirliğim kabul ediliyor. Gelin artık uzatmayın” deme stratejisini taşıyor. O anlamda Davutoğlu’ndan farklılaşıyor. Davutoğlu esas olarak AK Parti tabanına, “Ben başbakanken işler iyi gidiyordu. Sonra bana kumpas kuruldu, şu oldu, bu oldu ve görüyorsunuz ülke ne halde” diyordu. Yani tekrardan kaldığı yerden olayı üstlenmek meselesi. Ama Babacan’ın partisinde, bir kopuş var. Geçmişi reddediş değil ama merkez parti olma iddiası çok güçlü.  Bir de Atatürk vurgusu. Gelecek Partisi’nde de vardı bu. Ama buradaki daha güçlü; bütün toplantı boyunca o Atatürk resmi orada durdu. Zaten kurucuların içerisinde kendisini Atatürkçü olarak tanımlayabilecek insanlar da olduğunu tahmin ediyorum. Burada ilginç bir şey olmuş. Bunu nasıl başardılar? Biraz kendileri başardı, biraz da… Aslında insanlarda bir arayış var. Bu arayışı İYİ Parti karşılayamadı ya da belli bir yere kadar karşıladı. Biliyorsun, İYİ Parti’ye de yurtdışından, şuradan buradan, insanlar “Merkezde sıfır kilometre bir parti mi oluşuyor?” diye gittiler, ama ne kadar karşılığını aldılar belli değil. Bence İYİ Parti karşılayamadı. Gelecek Partisi de karşılayamadı bu arayışı. O sanki daha fazla yapmış gibi görünüyor. Tabii bu daha erken bir izlenim. 

Senin de dediğin gibi program önemli. Ama bence en önemlisi üslûp. Kendilerine de söyledim; Babacan konuşmasında program kısmına hiç girmeden ya da hızlı hızlı başlıklar okusaydı bile, o ilk söyledikleri, “parti içi demokrasi”, “kolektif akıl”, “sakinlik” cümleleriyle önemli bir fark yarattığını ortaya koydu. Bu, belki de o “kararsız” dediği seçmenin en çok önem verdiği şey. Çünkü şöyle bir olay oluyor — Babacan’la yaptığım canlı yayından sonra gelen tepkilerden de onu görüyorum: İnsanlar, “Hepsi bunları söylüyor!” diyorlar.  Hiç kimse “Ben demokrasiyi yıkacağım” demiyor. Hiç kimse “Ben hukuk devletine karşıyım” demiyor. Ya da “Sorunları çözmeyeceğim” diyen yok. İnsanlar başka bir şey arıyor; artık sloganların, vaatlerin ötesinde bir inandırıcılık arıyor. Diğerlerinin vermediğini düşündükleri ya da diğerlerinin kötü yaptığını düşündükleri şeylerden kurtulmak istiyorlar. Tabii ki bir yönüyle, kötü giden ekonomiyi düzeltmek gibi arayışları var muhakkak; ama bence üslûbu ya da yöntemi öne alması çok akıllıca bir davranıştı. Tabii bunu ne kadar sürdürür bilmiyorum.

Can: Doğru, katılıyorum. Programda fark olarak söylenen, ki söylenenlerin bazıları, şaşırtıcı biçimde sakin ama daha net. Bu bir tarafa. Ama onu dışarıda tutsak bile farkı üslûptan kurmak, bence iki tür sonuç doğurmaya aday: Birincisi, genel olarak muhafazakâr seçmenin de kulak kabartacağı bir farklı üslûp, genel siyaset dili ve iktidarın domine ettiği o sert havanın ayarını önemli ölçüde bozabilir. Bu önemli bir etki. Bu, zaten aşırı kullanımdan etkisi hayli zayıflamış olan o kutuplaştırıcı dili, iyice kendini zor ifade eden veya daha dar bir çevrede etkili hale getirebilir. Böyle bir etkisi olabilir. 

İkinci önemli etkisi ise, senin de söylediğin gibi, “Yapabilirlik” üzerinden bir alternatif olmayı kendisi ortaya koymaktan önce, gri alanı, yani iktidar blokundan seçeneksizlik nedeniyle hâlâ orada kalan ya da o gri alandaki kararlılığını –kararsızlıktaki kararlılığını– netleştirmemiş kesimi büyütebilir. Başka türlü yapabilirlik seçeneği koyarken, kendisine kazanacağı seçmen kadar, iktidar blokunda konsolide edilen seçmenin çözülmesine daha fazla katkıda bulunabilir. Daha önceki örneklerden de gördüğümüz gibi seçmen şu âna kadar hep şöyle bir mantıkla bakıyordu: “Onu devirebilecek ve devirip iktidarı alabilecek bir seçenek var mı?” üzerinden cevap arayarak politik tercihte bulunuyordu. Şimdi bir süredir seçmen, muhalefet seçmeninin de önemli bir kısmı, birinin gelip iktidarı devirerek yerine geçecek alternatif olmayacağını, bir geçiş döneminin kaçınılmaz olduğunu artık idrak etmiş durumda. En katı muhalefet refleksinde bile bu seçenek artık rasyonel bir içerik kazanıyor. Dolayısıyla bu rasyonele göre politik pozisyon almak –bence bunu CHP, Kılıçdaroğlu ile birlikte büyük ölçüde yaptı– öyle bir zeminin oluşmasına ve genişlemesine katkı verebilir. Öncelikle bu partinin ne kadar oy toplayacağına, kendisine ne kadar oy devşireceğine değil, seçenek arayan gri alanı ne kadar büyütmeye yarayacağına bakmanın kısa vadede daha önemli olduğunu düşünüyorum. 

Çakır: Herhalde şöyle bir görüş iyice şekilleniyor: Daha önceki seçimde, kurulmuş olan bir Millet İttifakı vardı. Daha sonra bu, yerel seçimde bir başka şekilde, Saadet Partisi olmadan HDP’nin örtülü desteği ile hayatını sürdürdü. Önümüzdeki seçimlerde –artık ne zaman yapılacaksa, hangi seçim olacaksa– yeni bir ittifak seçeneği söz konusu olacak. O ittifak seçeneğinin, birlikte oy almanın ötesinde, birlikte Türkiye’yi yeniden inşa etmenin inandırıcılığını sunması gerekecek. Şu âna kadar genellikle Erdoğan karşıtlığı üzerinden gidiliyordu. Bu sefer, önümüzdeki dönemde, yepyeni bir Türkiye’nin nasıl şekilleneceğini anlatacak birtakım parçalar söz konusu olacak. Bu anlamda, Ali Babacan ve ekibi daha teknokrat yönünü öne çıkararak, şu âna kadar muhalefet ittifakı içerisinde eksik ya da yetersiz olan bir parçanın tamamlanmasında önemli bir rol oynayabilir. O yönüyle de, böyle bir şeyin içerisinde inandırıcı ve güven verici bir şekilde yer alması halinde, iktidar tabanından bu tarafa doğru oy kaymasını ya da kararsızların içerisinden AK Parti kökenli olanların bu tarafa doğru evrilmesini kolaylaştırabilir. 

Daha önce ne olmuştu? AK Parti, kurulduktan kısa bir süre sonra, koalisyon çökmüş, tek başına iktidara gelmişti. Bu senaryonun tekrarlanması artık söz konusu değil. AK Parti iktidarının, Erdoğan iktidarının bir şekilde iktidarı kaybetmesi durumunda, yerine ne Babacan ne Kılıçdaroğlu ne Meral Akşener ne de Ekrem İmamoğlu gibi bir aktörün geçmesi söz konusu olmayacak. Belki cumhurbaşkanlığı seçimi için bir isim olacak, ama bu hiçbir zaman, seçilecek o şahsın adıyla anılan bir iktidar olmayacak; bir koalisyonun ya da bir ittifakın adı olacak. Bence DEVA Partisi’nin bu anlamıyla bir önemi var. 

Gelecek Partisi böyle bir ittifakın bir bileşeni olur mu ondan çok emin değilim. Pekâlâ olabilir. Her ne kadar ikisi arasında mesafe varsa da, özellikle Deva Partisi, kendisini ayrıştırmak istiyor. Biliyorsun Davutoğlu birlikte hareket etmekte çok ısrarcı idi. Ama yine de CHP’nin kolaylaştırıcılığında, pekâlâ aynı ittifak içerisinde de yer alabilirler. Hele birisi daha siyasî, diğeri daha teknokratik olarak, ikisi birlikte bir ittifakın içerisinde yer alırlarsa, öteki taraftan geçişi daha da çoğaltabilir.

Can: Bir de, Erdoğan karşıtlığının başka bir formu olarak var olabilirse, Erdoğan karşıtlığına yeni bir içerik katabilir. Çünkü hem programda, hem Babacan’ın konuşmasında, doğrudan onu karşısına almadan… Hatta bu eleştiri konusu ki sen de sordun: Hem özeleştiri yapmama açısından, hem de doğrudan muhatap alıp, hedefe koymadan muhalefet etme biçimi. Ama bu, başka tür bir Erdoğan karşıtlığı formunu mümkün kılabilir, bu önemli. 

Ama kritik başka bir genel dinamik var, bunun da nasıl ekleneceği önemli. Bu farkların varlığının da bence önemi orada. Cumhur İttifakı’nın fiilî kuruluşunu 2015 olarak düşünürsek, beş yıl içerisinde, içinden üç tane parti çıkarttı. O üç parti en kötümser araştırmalarda bile yüzde 15’ler seviyesinde bir bloku oluşturmuş görünüyor. Bu da Cumhur İttifakı partilerinin, başlangıç aşamasından neredeyse yüzde 25’ini kaybetmiş olduğu anlamına geliyor. Bugün çıkan araştırmalara göre 60’tan 45’e düştüğü görülüyor. Bu, aslında işleyen bir dinamik. Zaten birtakım aktörler çıksa da çıkmasa da, buradaki aktörlerin önemi, bu çıkan şeyin politik olarak nasıl evrileceğine hizmetleri kadar, bu süreci nasıl hızlandırıp hızlandırmayacakları açısından önem kazanacak. Bunu öncelikli olarak ortaya koyabilirse, bunu hızlandıracak bir etki yaratırsa, o zaman onu toparlayıcı bir etkiyi de umabilir. Ama onu yaratamazsa… Mesela İYİ Parti olayında bu yaşandı; İYİ Parti bu blokta değil, muhalefet bloku içerisinde pozisyon alabildi. Şimdi bu partilere de bu pencereden bakılacak. Dolayısıyla, ben öncelikli olarak, siyasî sonuçlara girmeden önce, toplayabildikleri gücü değil, çözebildikleri tarafını önemsiyorum.

Çakır: Kemal, bitirmeden önce şunu da sorayım sana. Ramiz Ongun için ne düşünüyorsun? Daha önce sana partide yer alacağını söylemiştim. Kurucu olup olmayacağı konusunu bilmiyordum ama oldu. Mesela, Beşir Atalay olmadı.. Diyelim ki Beşir Atalay yaşından mütevellit olmadıysa, neredeyse aynı yaşta olan Ramiz Ongun oldu. Hiç de böyle zorla getirilmiş gibi değildi. Kendisiyle sohbet de ettik, eşiyle beraber gelmiş. Hatta çok neşeliydi. Senin yorumun nedir?

Can: Ramiz Ongun milliyetçi camiada, ülkücü çevrelerde ismi olan, geçmişi olan, bir ağırlığı olan, zaten defalarca adaylık yarışına da girmiş bir isim. Önemli bir isim olduğu söylenebilir. Ama politik yelpazede milliyetçi temsili açısından boşluğun o kadar büyük olduğunu düşünmüyorum. Çok fazla seçenek var; İYİ Parti var, MHP’nin kendisi var. AKP’nin son çizgide önemli bir milliyetçi çevreyi tuttuğunu biliyoruz. Dolayısıyla burada çok büyük bir alternatif yok. Ama bir çeşitlilik gösterme ve vitrine yerleştirme açısından ağırlığı olan, prestijli bir isim. Babacan’ın seninle yaptığı röportajda da, anladığım kadarıyla böyle çok flaş isimler değil ama bir çeşitlilik gösterme arayışı olmuş. 

Çakır: Bir de, ismi partinin önüne geçebilecek kişilerden imtina etmişler anladığım kadarıyla. 

Can: Dolayısıyla o anlamda önemli olacaktır. Kurucular Kurulu’nda sanki “Nerelerden ne getirir?” meselesinden çok, “Biz hiçbir yere kapalı değiliz” görüntüsüne önem vermişler. 

Çakır: Doğru. Diyelim ki dört tane ülkücü kökenli, orta düzey insan toplayacağına, bir Ramiz Ongun’la “Ülkücülere de kapım açık” mesajını tek başına verebiliyorsun. Hiç kimsenin de kalkıp, Ramiz Ongun’un davadan döndüğünü söyleyebilecek hali yok. Evet, noktayı koyalım. Haftaya, ölmez de sağ kalırsak, galiba yine virüs konuşacağız. 

Can: İnşallah erken önlemlerle daha az risk konuşacağımız, daha çok sağlık politikaları ve küreselleşme meselelerini konuşacağımız bir zemin olur. 

Çakır: Evet “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Söyleyeceklerimiz bu kadar. İyi haftalar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.