Her işin başı sağlık ve de şeffaflık

Yayına hazırlayan: Fatima Çelik

Merhaba, iyi günler. Çok zor bir süreçten geçiyoruz. Dünyada ve Türkiye’de koronavirüs ile mücadele zorlu ve sorunlu geçiyor. Tabii hep kötü haberler gelmiyor, iyi haberler de geliyor. Sağlığına kavuşanlar, taburcu olanlar, tedavi olanların haberleri de var ve bunların sayısı giderek artıyor.

Özellikle olayın ilk başladığı yer olan Çin’den gelen haberler, eğer doğru ise genellikle olumlu. “Doğru ise” diyorum, çünkü Çin, uzunca bir süre gerek kendi kamuoyuna gerekse de uluslararası kamuoyuna salgın konusunda açık ve şeffaf davranmadı ve çok ciddi bir eleştiri konusu oldu bu. Ama sonra olay çok ciddi boyutlara ulaştı ve Çin, bunu telafi etme yoluna gitti. Buna rağmen insanlar hâlâ Çin’den gelen haberlere ihtiyat payıyla yaklaşıyorlar. Çünkü Çin her şeyden önce otoriter yönetimin olduğu bir ülke. Hem kendi vatandaşlarının hem de dünyanın çeşitli yerlerindeki insanların Çin’de olup bitenleri gerçek yönleriyle öğrenme imkânları ve kanalları pek yok.

Bu tür salgınlarla mücadele etmenin ana kavramlarından birisi şeffaflık. Çünkü burada tek yanlı bir mücadele söz konusu değil. Yani devletin “Bana güvenin, gerisini merak etmeyin, ben her şeyi kontrol ediyorum, yapıyorum” tutumunun sürdürülebileceği bir süreç yaşamıyoruz. Ama dünyanın birçok yerinde –ki Türkiye de buna dahil– devletlerin hâlâ tam olarak olmasa da yer yer, sık sık inat içinde olduklarını görüyoruz. 

Bu mücadele devlet ve toplumun birlikte yürüteceği bir mücadele. Tüm vatandaşların, bireylerin bu mücadeleye katılması, salgının yenilmesi yolunda çaba sarf etmesi, çaba sarf edemiyor ise de mücadelenin önüne engel olarak çıkmaması ve her şeyden önce bu olayı ciddiye alması gerekiyor.

Bu anlamda, hele bir de evlere kapandığımız düşünülürse, devletin vatandaşını birçok kanaldan daha fazla ve daha iyi şekilde bilgilendirmesi, bilinçlendirmesi ve uyarması ihtiyacı ortaya çıkıyor. Türkiye’de şu âna kadar bunun tam anlamıyla yapıldığını söylemek kesinlikle mümkün değil.

Özellikle Türk Tabipleri Birliği’nin ve tabip odalarının çeşitli vesilelerle yaptıkları çağrılar, dönüp dolaşıp “şeffaflık” konusuna geliyor. Özellikle yurtdışında yaşayan, tıp ve genetik gibi salgınla mücadele alanında çalışan Türkiyeli uzman isimlerle Medyascope’ta sık sık yayınlar yapıyoruz. Bu yayınlarda olay dönüp dolaşıp şeffaflığa geliyor ve mücadelede başarı sergileyen ülkelerin başarılarının temelinde şeffaflığın yattığı özellikle vurgulanıyor.

Türkiye’de böyle mi? Türkiye’de böyle değil. Devlet-millet birlikteliği perspektifi tabii ki iktidar tarafından topluma sunuluyor, ama buradaki birliktelik hâlâ eşit bir birliktelik değil, yine milletin devlete tâbi olması şeklinde ilerliyor.

Biraz önce İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Evde kal” çağrısından yakınan TIR şoförü ile ilgili soruya verdiği cevabı izledim. Soylu, halkı kışkırtmak gibi gerekçelerle devletin o kişinin niyetini sorgulama hakkı olduğunu ve bu yüzden de kendisinin gözaltına alındığını, bunun da normal olduğunu söyledi. Peki sonra ne oldu? “Evde kal” çağrısına itiraz eden TIR şoförüne verilen ceza, haftanın belirli günlerinde karakola gidip imza vermek oldu. O TIR şoförüne “Sokağa çıkma cezası” verildiğini gördük.

“Evde kal” çağrısı doğru bir çağrı, ama o vatandaşın itirazı da doğru bir itiraz. Çünkü vatandaş, “Tamam evde kalayım, ama nasıl geçineceğim?” diye soruyor. Bunun cevabını Türkiye Cumhuriyeti Devleti vermedi.

Salgının görülmesinden bir hafta sonra yapılan o büyük toplantıda açıklanan ekonomik pakete baktığımızda, özellikle çalışanların ya da işsizlerin ve yoksulların bu süreci evde kalarak nasıl atlatabileceklerine dair çok da fazla bir çözüm yok. Bu soru hâlâ önümüzde duruyor.

Çalışmak zorunda kalanlara, ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalanlara, evde kalabilmeleri için devletin bir şeyleri söyleyebilmesi gerekiyor. “Evde kal diyorsunuz, ama nasıl kalacağım?” sorusu meşru bir soru, bu tartışma meşru bir tartışma. Bu sorunun cevabı, o kişilerin üzerine kolluk kuvvetlerini yollamak değil.

Bir başka mesele de tabii ki rakamlar üzerine çıkıyor. Kimisi açıktan, kimisi örtülü değişik iddialar dile getiriliyor. Böyle dönemlerde hep olduğu gibi dedikodu ve fısıltı gazeteleri devreye giriyor. Sosyal medya çağındayız, yalan haberler de var, dezenformasyonlar da var, yönlendirmeler de var. Çok sayıda haber, doğru ya da yanlış dolaşıma giriyor ve zaten tedirgin olan insanları daha fazla tedirgin edebiliyor. Bunlarla mücadele edebilmenin yolu da kamuoyunu düzenli, inandırıcı, sistemli ve çok kapsamlı bir şekilde bilgilendirmek, oluşan tereddütlere ânında cevap vermek ve bu konuda yapılan çağrılara da itibar etmekten geçiyor. 

Örneğin Türk Tabipleri Birliği’nin ve buna bağlı tabip odalarının değişik vesilelerle yaptıkları çağrılarda hep aynı şeyi görüyoruz: “Şeffaflık” talep ediyorlar. Ama hükümet, Türk Tabipler Birliği’ni bildiğim kadarıyla çok da muhatap almıyor. Aslında çok sevmediğim, ama hep kullanmak zorunda kaldığım tabirle “ötekileştirmeyi” tercih ediyor.

Ama diğer yandan, bir bakıyorsunuz, Türk Tabipleri Birliği’nin bir benzeri olan Barolar Birliği bu mücadelede yer alabiliyor. Çünkü Barolar Birliği Başkanı, yakın bir zamana kadar iktidarın ve Erdoğan’ın en büyük muhaliflerinden biriyken, şu ya da bu nedenle birdenbire dümeni kırdı, nedenini bilmiyoruz, itaati seçti ve şu anda muteber bir meslek örgütü temsilcisi olarak muamele görüyor.

Bugün başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere ülkeyi yönetenlerin, son seçimlerde olduğu gibi ülkeyi ikiye bölen yaklaşımdan büyük ölçüde sıyrılmadıklarını, kendilerine oy vermeyen ya da kendilerine siyaseten karşı olanların bu süreçte aktif bir şekilde yer almalarına çok da fazla yanaşmadıklarını görüyoruz. Bu durum özellikle belediyeler konusunda çok daha bâriz bir şekilde ortaya çıkıyor. Özellikle CHP’li büyükşehir belediyelerinden gelen birtakım taleplerin ve beklentilerin karşılandığını hiç görmüyoruz.

Bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile yayın yapacağım, orada bunları kendisiyle ayrıca konuşacağım. Herhalde kendisi bize bu durumun örneklerini de verecektir. 

Bu olay hepimizi fazlasıyla aşan bir olay. Bu olay, zaten ekonomisi iyi gitmeyen, ekonomik bir kriz içinde yaşayan, siyaseten çok ciddi sorunları olan ülkemizde, daha fazla otoriterliğin ve “Biz yaparız, gerisini merak etmeyin” zihniyetinin sürmesine izin vermeyen bir olay. Ama burada bir inat var, tek adam yönetiminin inadı var. Tek adam yönetiminin inadına baktığımız zaman, Erdoğan’ın son dönemde yaptığı konuşmalara baktığımız zaman, burada da hep talep eden, vatandaştan bir şey isteyen ve onlara birtakım yasakları ve tedbirleri söyleyen, ama genellikle bir şeyleri telkin eden, onlardan bir şeyleri rica eden bir yönetici görüyoruz. Onlarla bir şeyleri paylaşan bir yönetici yok, olayın tüm boyutlarını, gerçek yönlerini, nereye doğru gidebileceği konusunu, kendisi olmasa bile görevlendirdiği kişiler aracılığıyla kamuoyuna anlatan bir yönetim söz konusu değil Türkiye’de. 

Peki bu şaşırtıcı mı? Büyük ölçüde değil, ama bir yönüyle de şaşırtıcı. Böyle bir durumda bile siyasî iktidar bu kibri bırakmayacak ise ne zaman bırakacak? Burada gerçekten hiçbir ayrım gözetmeksizin, bu virüs olayını ciddiye alan ve hakikaten “Aynı gemideyiz” duygusuyla hareket eden tüm Türkiye’yi kucaklayacak bir perspektife sahip olması gerekirken –eskisi kadar kutuplaştırıcı olmayabilir ama– mesafe koyan, hep “Devlet karar verir, merak etmeyin” noktasında olan bir yönetimle karşı karşıyayız. 

Bu yönetim şekli, bu virüsle mücadele olayını başarıyla sonuçlandıramaz bence. Vakit geçmeden, çok geç kalmadan, fatura ağırlaşmadan bu şeffaflığın kanallarının açılabilmesi lâzım. Bu konuda her türlü çabanın gösterilmesi lâzım. Sivil toplumu, belediyeleri, meslek kuruluşlarını, özellikle ilgili meslek kuruluşlarını ve medyayı –medyayı büyük ölçüde kontrol altına almış bir iktidar var ve bu iktidarın bu konuyu ele alış şekli hiç de heyecan verici, umut verici değil– bu dönemde en azından kendisinden olmayan gazetecileri, medya kuruluşlarını da ciddiye alan, önemseyen bir idare görmek diye nafile bir beklenti içerisinde olabilirim.

Yine birileri beni naiflik ile suçlayabilir. Bu noktada Sağlık Bakanı’nın daha esnek, yumuşak ve açık olduğunu görüyorum. Ama onun da yaptığı her açıklamada hep bir ipotek altındaymış gibi, hep ülkeyi yönetenleri, Erdoğan’ı ve yakın çevresini gözeterek hareket ettiğini de ayrıca görüyorum.

Ama şu anki haliyle Türkiye gibi bir ülkenin bu kadar ciddi bir olayla mücadele edebilmesi için elverişli bir zemin yaratma noktasında, ülkeyi yönetenlerin ve tabii ki öncelikle Erdoğan’ın yeterli çabayı gösterdiğini hiç sanmıyorum.

Bu akıl kârı bir şey değil. Sonuçta bu olay hepimizi birden yaralıyor, hepimizden birden can alıyor. Ama açıkça olmasa bile, icraata baktığımız zaman, hâlâ “Biz ve onlar” mantığının devam ettiğini görüyoruz.

Bu olayın aşılabilmesinin en önemli yolu şeffaflıktır. Ama herhalde Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi parlamenter sistemden başkanlık sistemine taşırken öncelikle gözettiği şey, şeffaflığı alabildiğince azaltmaktı. Çünkü parlamenter sistemde, Parlamento denetimi denen şey iyi kötü bir şekilde vardı. Başkanlık sistemi ile beraber, kendi tabiriyle Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi ile şeffaflık ve denetimin alabildiğince azaldığını ve hatta belki de hiç kalmadığını görüyoruz.

Türkiye’nin maalesef böyle bir şanssızlığı oldu. Türkiye, bu derece önemli ve ciddi bir sürece, bu derece başarısız bir sistemle yakalandı. Dolayısıyla Türkiye’nin tekrar daha katılımcı ve daha şeffaf bir yönetim biçimine kavuşması, bunun işaretlerinin şimdiden verilmesi gerekiyor.

Ama açık söylemek gerekirse, bu noktada çok da umutlu değilim.

Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.