Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ulusalcılara ne oldu?

Tümamiral Cihat Yaycı’nın istifası ne zamandır unutulmuş gibi görünen ulusalcıları tekrar gündeme getirdi. Son 15 yılda epey etkili olan bu akımın inişli çıkışlı grafiği ve bugünkü durumu.

Yayına hazırlayan: Zehra Lâl Şimşek

Merhaba, iyi günler.

Öncelikle bayramınızı kutluyorum. 19 Mayıs Türkiye için, cumhuriyetimiz için çok önemli bir gün. Bu günde katkısı olan herkese, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, sevgi ve minnetlerimi yolluyorum. 19 Mayıs’ın ve ardından kurulan cumhuriyetin değeri her geçen gün daha fazla anlaşılıyor ve Türkiye 21. yüzyılda hâlâ birtakım hedeflere ulaşamamanın sancısını yaşıyor.

Neyse konumuz bu değil, bunu başka yayınlarda ele alırız. Bugün biraz ulusalcılardan söz etmek istiyorum. Ulusalcılardan söz etmekte geç kaldığımı da düşünüyorum açıkçası. Ancak dün gündeme düşen, Tümamiral Cihat Yaycı’nın istifası olayı tekrar bu konuyu bir şekilde gündeme getirdi. Çok karışık bir olay; olay da apayrı bir yayını, incelemeyi gerektiriyor. Olay hakkında yazılmış çok sayıda birbirinden farklı yazı okudum, açıklama gördüm. Kendisinin istifa dilekçesi başlı başına çok çarpıcıydı, onu ayrı bir şekilde değerlendirmek üzere bir kenara bırakalım; ama oradan hareketle şunu söyleyelim: Tümamiral Yaycı olayı da gösteriyor ki Türkiye’de ulusalcılık denen olayın ne olduğu konusunda ve ulusalcıların nerede, hangi konuda, nasıl pozisyon aldığı konusunda tam bir kafa karışıklığı var. 

Aslında biraz geriye gidip baktığımızda bu kafa karışıklığının baştan itibaren var olduğunu ve yaşanan süreçlerde ulusalcılık denen akımın, daha doğduğu andan itibaren bir türlü monolitik, yekpâre bir harekete dönüşemediğini ve her türlü dalgadan çok ciddi –olumlu ya da olumsuz anlamda– etkilendiğini ve günümüzde de aslında bu akımın adının var olup, kendisinin aslında olmadığını söylemek mümkün. En azından ben böyle düşünüyorum. 

Ulusalcılık konusunun ilk telaffuzu aslında AK Parti iktidarının ilk yıllarında başladı. Benim bu olaylarla daha çok karşılaşmam, bunu gazeteci olarak dert edinmeye başlamam, bir inceleme konusu olarak ele almaya başlamam, 2004 yılıydı diye hatırlıyorum. Birbirinden farklı pozisyonlar vardı ve bunların hepsi ulusalcılık demen çatı altında bir arada gibi gözüküyordu.

Öncelikle ulusalcılık kavram olarak yeni bir kavramdı. Ne anlama geliyor? Tam milliyetçilik değil; milliyetçilik de var, ama tek başına milliyetçilik de değil. Bunun kelime karşılığının tam olarak ne olduğu konusunda da ciddi tartışmalar yapıldı. Özellikle “ulusalcılığı” yabancı dile çevirmek istediğimiz zaman zorlandık. Ben burada en kolay yolun “ulus-devletçilik” olduğu kanısına vardım. Benim düşüncem bu ve bazı yerlerde yaptığım konuşmalarda, yabancı dilde –İngilizce ya da Fransızca– yazdıklarımda ulus-devletçilik olarak çevirdiğimi hatırlıyorum ve hâlâ da bunun en doğru çeviri olduğu kanısındayım.

Ulusalcılık kavramı, Türkiye’de solun kendisini milliyetçilikten biraz uzak tutması ve milliyetçiliğin daha çok sağa ait bir kavrammış gibi algılanmasından kaynaklanıyor ve ulusalcı denen akımın içerisinde de özellikle 2000’li yılların başlarında –AKP iktidarının ilk yıllarında– daha çok o zamana kadar sol bilinen kişi ve kurumlar, çevreler ön plana çıkmıştı. Bunlar milliyetçilik kavramından ziyade ulusalcılığı daha fazla tercih eder oldular. 

Solun –özellikle merkezde yer alan solun– milliyetçilik konusunda bulduğu şöyle bir çözüm vardı — onu da burada vurgulamak lâzım: Atatürk milliyetçiliği. Yani kendilerini sağ partilerin milliyetçiliğinden, özellikle MHP’nin milliyetçiliğinden ayırmak için, Atatürk milliyetçiliği diye bir vurgu vardı. Ama ulusalcılık bütün bunların hepsini kapsadı. Ulusalcılıkta tabii ilk aşamada öne çıkanlar arasında, daha soldan gözüken kişiler, hareketler, kurumlar, birtakım sivil toplum kuruluşları ya da meslek kuruluşları dikkat çekti. Ama içinde çok ciddi bir şekilde başka çevrelerden de unsurların, bireysel olarak ya da kurumsal olarak yer aldığını gördük. Ülkücü hareket içerisinden de gelenler oldu. İslâmî hareket içerisinden –özellikle Saadet Partisi’ne yakın kesimlerden– de bu hareketle aynı dalga boyunda hareket edenler olduğunu gördük. Zira bu hareket, ilk başta çok fazla bir AK Parti, Erdoğan ve onun o tarihteki müttefiki olmakta olan –henüz olmamıştı– Fethullahçılık karşıtı bir pozisyondan dolayı laiklik vurgusu öne çıkan bir hareket olarak görülüyordu ulusalcılık. Bu bir ayağıydı, ama tek başına bu değildi, aynı zamanda bir millilik vurgusu da çok güçlü bir şekilde vardı. Ulus-devletin tehdit altında olduğu, AK Parti iktidarıyla birlikte ülkenin bölüneceği konusu –tabii ki bu bağlamda Kürt sorunu ve daha sonra gündeme getirilen değişik çözüm süreçleri–, ama öte yandan bir Batı-karşıtlığı. Batı-karşıtlığı derken, AKP’nin ilk yıllarında özellikle içerideki sistemin kendisine gösterdiği direnci aşmak için, uluslararası sisteme, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve hatta İsrail’e başvurmuş olması, onlarla yakınlaşması nedeniyle verilen tepkiler vardı — ki bu tepkiler sadece sol kökenli yerlerden değil; birtakım sağ gruplardan da, ülkücü, Türk milliyetçisi, İslâmî gruplardan, özellikle Milli Görüş Hareketi’yle alâkalı çevrelerden de gelebiliyordu.  Böyle karma bir olaydı, bir merkezi yoktu, birden fazla sesi vardı. Kimisi kendine açıkça ulusalcı derken, kimisi demiyordu. Ama bu ulusalcılık hareketinin, dalganın devletin içerisinde çok ciddi karşılığı vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde vardı, yargıda vardı, yüksek bürokrasi içerisinde çok ciddi karşılığı vardı. Ve bunlar, hükümet olan AK Parti’nin iktidar olmasını engellemeye çalışan kişilerdi ve bu kişiler AK Parti’nin devleti kontrol altına almasının önüne geçmek için onunla yürüttükleri iktidar mücadelesinde sivil destek olarak ulusalcılık ve benzeri hareketlerin gelişmesini bir şekilde teşvik ettiler. Yani ulusalcılığı sadece sivil bir akım olarak görmek mümkün değil, devlette çok ciddi karşılıkları vardı ve yaşanan birtakım kitlesel eylemlerde de bunun örneklerini gördük. Ve Ergenekon süreci ulusalcılığın bir anlamda tasfiyesi süreciydi ve bu noktada baktığımız zaman Ergenekon sürecinde gözaltına alınan, tutuklanan isimlerin birçoğu, o zamana kadar birbirleriyle yan yana durması imkânsız gibi görülüyordu, ama hepsi bir davanın torbasının içerisine pekâlâ konulabildiler. Ve burada Tayyip Erdoğan ve AKP buradaki bu kavgada tercihini Fethullahçılar’la işbirliğinden yana yaptı ve Fethullahçılar’la birlikte ulusalcılığı ve onun devletteki sponsorlarını ya da mentorlarını tasfiye etme yoluna gitti. Bunu bir tür, “Siyaset üzerindeki askerî vesâyeti kaldırmak” olarak lanse ettiler ve bunda da bayağı başarılı oldular. Belli bir tarihe kadar ulusalcılığın sürekli bir muhalefette olduğunu, Erdoğan ve Fethullah Gülen karşıtlığı üzerinden giden, içinde laiklik vurgusu olan, ama anti-emperyalizm ve Batı-karşıtlığı vurgusu da olduğunu, Kürt meselesinde çözüm girişimlerine karşı pozisyonlar aldıklarını gördük. Burada tabii çok ilginç bir not düşmek lâzım: Kürt sorununun çözümü konusunda, çözüm süreçleri konusunda Fethullahçılar’ın AKP ile işbirliği yapıyor olmalarına rağmen bu süreçleri baltalama konusunda ulusalcılardan daha etkili olduklarını da bir yere, kayda düşmek lâzım. Başından itibaren, onlar da –neden olduğu hâlâ tam olarak bu netleşebilmiş değil, bunları doğru düzgün konuşamıyoruz; aktörleri ve tanıkları da konuşmayı sürekli erteliyorlar–, onlar da bu konuda Kürt meselesi konusunda ulusalcılar ile yarışır bir şekilde pozisyon aldılar. Ardından Fethullahçılar’la Erdoğan’ın savaşı başlayınca –bu savaş MİT Krizi’yle başladı, ama daha sonra dershane krizi, 17-25 Aralık ve en sonunda da tabii ki 15 Temmuz– bütün bu süreç içerisinde, Erdoğan’ın Fethullahçılar’la savaşa başladığı andan itibaren devlete karşı tutumunu; devletteki birtakım odaklarla, kurumlarla, devlette etkili olabilen ya da olma ihtimali olan kurumlarla ilişkisini değiştirdiğini görüyoruz. Adım adım yaşandı bu. Kendisine yönelik, kendi iktidarını korumaya yönelik olarak, Erdoğan, o zamana kadarki en önemli stratejik müttefiki olan Fethullahçılar’la yaşadığı kopuşun üzerine, Fethullahçılar’ın çok güçlü bir şekilde kendisini açtığı, dışarıdan aleni bir şekilde destek aldığı savaşta, yalnızlığını gidermek için birtakım yeni müttefiklere ihtiyacı oldu ve o andan itibaren geçmişte kendisine karşı mücadele etmiş bazı kişileri ve odakları yanına almaya başladığını görüyoruz. Ve ondan sonra bir dönüşüm yaşandı ve baktık ki ulusalcı olarak bilinen, konumlanan bazı isimler bugün Erdoğan’la beraber pekâlâ hareket edebiliyorlar. Ona saygılarını sürekli beyan ediyorlar. Ona en zor dönemlerde yardım ediyorlar, destek oluyorlar. Bu noktada MHP çok ilginç bir ayrıntıdır. MHP tam olarak ulusalcı olarak tanımlanabilecek bir pozisyon almadı. MHP’nin içerisinde ulusalcılığa yakın, aynı tezleri dile getiren çok kişi oldu. MHP bu süreçte, Ergenekon sürecinde, yargılanan bazı kişileri sahiplendi, bazı kişileri sahiplenmedi. Ama yine de baktığımız zaman birçok konuda ulusalcı ezberle yakın pozisyon aldığını görüyoruz; ama ulusalcılık lâfını benimseyebilecek bir hareket değildi bir kere; çünkü kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan, yeni bir tanıma ihtiyacı olmayan bir parti MHP. Ama birçok tezi, birçok pozisyonu ulusalcılarla örtüşüyordu. 

Zaten MHP’nin Erdoğan’la beraber hareket etmeye ilk olarak bu süreçte başladığını görüyoruz. Burada da dönüm noktası bir anlamda 2015 Haziran seçimleridir. Orada MHP Erdoğan’ın koalisyonlu döneme geçmeme ısrarında ona bir şekilde destek verdi ve sonraki süreçte başkanlık sisteminin inşasına kadar gitti. Ve 15 Temmuz… Tabii ki 15 Temmuz’a kadarki süreçte de Erdoğan’ın eskiden tasfiye etmeye çalıştığı bazı kurumlar ve odaklarla işbirliği yapmaya başladığını gördük, görüyoruz. Ve zaten Fethullahçılar’la olan kopuşu bu da hızlandırdı ve 15 Temmuz’da zaten bir anlamda buna karşı, ordu içerisindeki, devlet içerisinde ama özellikle ordunun içerisindeki Fethullahçı yapılanmanın belki de son çözüm girişimiydi. Yani kendileri aleyhine gelişen süreci durdurma yolundaki son girişimleriydi, başarısız oldular çok şükür. Ondan sonra, Erdoğan’ın ulusalcı olarak bildiğimiz kişilerle, kurumlarla, odaklarla ittifak ilişkisini daha bariz bir şekilde görmeye başladık.

Şöyle bir soru var tabi ortada: Dün adları ulusalcılık ile anılan bazı isimler bugün çok Erdoğan yansılı pozisyonlar alabiliyorlar. En olmadık durumda; Diyanet İşleri’ni savunmaya kadar, ya da ekonomik konulardaki uygulamaları savunmaya kadar birçok yerde pozisyon alabiliyorlar. Ancak bu kişilerin –tabii burada en çarpıcı örnek Vatan Partisi ve Doğu Perinçek ve onun ekibidir– bu kişilerin devletin içerisinde ne kadar güçlü oldukları ve doğrudan bir ittifakın bir parçası olup olmadıkları meselesi de hâlâ tartışılıyor. Açıkçası benim de bu konuda net bir cevabım yok; yani Doğu Perinçek’in sık sık Erdoğan lehine açıklamalar yapıyor olması, onun Erdoğan’la bir iktidarı paylaştığı anlamına bence gelmiyor; ama pekâlâ paylaşıyor da olabilir. Bu en azından benim açımdan bir muamma.

Birçok kişi bu konuda çok kesin cevaplara sahip olabilir; ama bakıyoruz, bir tarafta bir dönem ulusalcılık ile adı anılan bir Doğu Perinçek, bir Metin Feyzioğlu bugün Erdoğancı bir pozisyon alıyorlar. Onlarla hemen hemen aynı durumda olan –geçmişe bakarsak, ulusalcılık anlamında– Tuncay Özkan da CHP’nin en kilit genel başkan yardımcılarından birisi olabiliyor. Peki bunlardan herhangi birisi ulusalcı pozisyondan vaz mı geçti? Bence değil; hâlâ birçok konudaki duruşları ulusalcı reflekslerle veriyorlar. Ancak siyasî yelpazedeki yerleri değişti. Bu aslında çok doğal, çünkü eskiden de ulusalcı olarak kendini tanımlayan kişiler hiçbir zaman çok da fazla merkezî bir şekilde örgütlenmiş, hiyerarşik bir yapı gibi değildi. Daha atomize olmuş, daha farklı, birbirlerine bakan ama birbirleriyle gerektiğinde kavga da eden kişiler ya da gruplardı. Şimdi bu daha da netleşiyor ve burada görüyoruz ki artık ulusalcılık meselesinde, ulusalcılık iddiası –varsa hâlâ, ki eskisi kadar olmasa bile hâlâ bir şekilde var–, bu iddianın laiklik ayağının çok ciddi bir şekilde iptal olduğunu görüyoruz. Laiklik meselesi artık Türkiye’de çok da fazla konuşulmuyor; yani değişik konularda, özellikle kadınlara, çocuklara yönelik birtakım çıkışlarda verilen refleksler var; ama bu bir zamanların Türkiye’de, “Şeriat devleti geliyor ayaklanalım, örgütlenelim” perspektifinin çok çok uzağında. Çok daha –nasıl söyleyeyim?– organize olmamış bir direniş. Yani eski ulusalcılığın ana taşıyıcısı laiklik gibiydi, şimdi böyle bir şey yok. Bunun yerine daha öne çıkan husus; uluslararası ilişkiler, Batı-karşıtlığı ve Avrasyacılık gibi hususlar ön plana çıkıyor. Ve bu anlamda baktığımızda; ulusalcıların, şu an var olan iktidarda kendileri ne derece etkilidir belli olmamakla birlikte, ideolojilerinin bayağı baskın olduğunu söylemek mümkün. Yani bir yandan Rusya ile bir yandan Çin ile geliştirilen ve geliştirilmek istenen ilişkiler, öte yandan Batı ile ilişkilerin her geçen gün daha da az etkili olması, hatta kavganın daha öne çıkması, Batı-karşıtlığının daha öne çıkması, Amerika Birleşik Devletleri ile kurulan ilişkilerin sadece ve sadece –ya da esas olarak diyelim– Erdoğan-Trump ilişkisine indirgenmesi ve kurumlar-arası ilişkilerin, özellikle de ordular-arası ilişkilerin geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde zayıflamış olması gibi bir durum söz konusu ve bu anlamda da Avrasyacılığın çok fazla öne çıktığını görüyoruz. Ama bu hiçbir zaman Türkiye’de, Türkiye’nin siyasî yörüngesine, Erdoğan iktidarı yörüngesine ulusalcıların damga bastığı anlamına gelmiyor bence; böyle bir durum çok abartılı olur. Erdoğan pragmatist birisi olarak, kendi iktidarının bekasını her şeyin önüne koyan birisi olarak; şu aşamada Avrasyacı birtakım yerlere doğru savruluyor olabilir, ama yarın öbür gün –ki o yarın öbür gün çok geçmeden geleceğe benziyor– özellikle ekonomik nedenlerle tekrar Batı ile, Batı’nın kurumlarıyla yeniden güçlü ilişkiler kurmak isteyebilir ve bu anlamda ulusalcıların bir kısmı, şu anda zafer kazandıklarını düşünenler, Türkiye’de kendi görüşlerinin egemen olduğunu düşünenler büyük bir hayal kırıklığına uğrayabilir. AKP iktidarının tarihi genellikle şunu gösterdi: Erdoğan’ın yanına giden, ona müttefik olan kişilerin, kurumların –Fethullahçılar böyle; bir zamanlar liberaller böyleydi; değişik yerlerden AK Parti’ye katılan, milletvekili olan, parti yönetimine girenlerin büyük kısmı böyle; değişik değişik ortaklar ve şu anda da bence bazı ulusalcılar– dün Erdoğan-karşıtı olup bugün onun yanında bulunanlar, genellikle onun gücünü küçümseyip kendi güçlerini çok önemsediler ve büyük ölçüde de sonunda Erdoğan o ilişkinin, o ittifakın ömrünün tamamlandığını gördüğü andan itibaren bu kişi ve kurumları kapı dışarı etti, tasfiye etti, etkisizleştirdi ve yeni birtakım ittifaklara girdi. 

Şu anda benim gördüğüm, bir süredir var olan bu ittifakların artık kademe kademe azaltılıp yeni arayışlara gitmesinin çok ciddi bir şekilde gündemde olduğu kanısındayım. Erdoğan özellikle ekonomik nedenlerle bu Batı-karşıtı politikaları çok fazla sürdürmekte ısrar etmeyip, tekrar Batı’yla, Avrupa ile, Amerika Birleşik Devletleri ve hatta İsrail ile yeniden birtakım ilişkiler kurmak isteyecektir. 

Bu anlamda da ulusalcıların –ki artık öyle bir akım, ete kemiğe bürünmüş bir şekilde yok, hiçbir zaman aslında yoktu, bugün hiç yok–, ulusalcıların da bu zafer sarhoşluğunun kısa sürede biteceği kanısındayım. 

Evet, adı var kendi yok bir hareket olarak, bir serüven olarak ulusalcılık Türkiye’nin gündeminin en azından son 15 yılında etkili oldu; ama genellikle kendileri esas aktör olarak değil, başka tarafların kurdukları oyunlarda bir şekilde yer alan, bir şekilde kendilerine yer açmaya çalışan kişi ve odaklar olarak gözüktüler ve dağıldılar. Bir zamanlar kendilerini bir araya getiren en önemli faktörlerden birisi olan Erdoğan-karşıtlığı ortadan kalktı, kimileri Erdoğan yanlısı oldu, kimileri Erdoğan-karşıtlığında ısrar etti. 

Bir örnek vereyim: Mesela Metin Feyzioğlu’nun dün söyledikleri ile bugün söyledikleri arasında hemen hemen hiçbir fark yok; bir tek Erdoğan hakkında söyledikleri konusunda değişti, ama herhalde sorulduğu zaman da kendisinin değil Erdoğan’ın değiştiğini söyleyecektir — ki bir anlamda haksız da sayılmaz. Ama Erdoğan’ın ulusalcı bazı kişilerle aynı noktaya gelmiş olması ya da böyle bir görünüm veriyor olması, onların kazandığı anlamına geliyor mu? Hiç emin değilim. Çünkü burada yine Erdoğan pragmatizminin çok yeni bir örneğini görmekteyiz diye düşünüyorum.

Evet. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.