Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan tabanını ne yapıp edip korur mu? Koruyabilir mi?

Deva ve Gelecek partileri konusunda en çok merak edilen husus, bu partilerin AKP tabanının ne kadarını yanlarına çekebilecekleri. Tabanının Erdoğan’ı terk etmesi bu partilerin gerçekleştirebileceği bir şey mi?

Yayına hazırlayan: Hazar Dost

Merhaba, iyi günler. Yeni partiler, Gelecek ve Deva Partileri son günlerde ciddi bir şekilde gündemde yer almaya başladılar. Ve onların gündeme iyice yerleşmeye başlamasıyla o mâlûm soru yine karşımıza çıkıyor: Erdoğan tabanını koruyabilecek mi? Bu partiler Erdoğan’ın tabanından nasıl, ne kadar, kesimleri, kişileri yanlarına çekebilecek? Sadece tabandan değil aynı zamanda tavandan da diyelim, kadrolardan da diyelim. Spekülasyonlar var mâlûm, milletvekilleri içerisinden bu partilere gruplar halinde geçişler olacak deniyor vs.. Şimdi burada temel sorun, dönüp dolaşıp Erdoğan’ın kendisine destek veren tabanına, kadrolarına ve teşkilatına ne derece sahip olduğu, bunu ne derece muhafaza edebildiği ve bunu nasıl yapabildiği, nasıl yapabileceği sorusunda, sorularında somutlaşıyor. Burada çok yapılan bir hata var. Erdoğan’ın AK Parti tabanını sadece ve sadece Milli Görüş’le özdeşleştirmek. Bu yanlış bir yaklaşım, çünkü bu hareket başladığında, Refah Partisi’nden ve Fazilet Partisi’nden sonra başladığında, tabii ki o partilerin getirdiği yerden belli bir şeyi devraldı, oyları da devraldı, teşkilatın bir kısmını da devraldı, kadroları da devraldı; ama daha sonra yol yürüdükçe, iktidara yerleştikçe, iktidarda yaptıklarıyla tabanını sürekli geliştirdi ve özellikle merkez sağ diye adlandırılan, o tarihe kadar ANAP ve Doğru Yol Partisi’nden artık umudunu kesmiş –ki o tarihlerde de 2000’li yılların ilk yıllarında o partiler yavaş yavaş kayboldular–  olanları büyük ölçüde kendine çekebildi; hatta bir anlamda merkez soldan da kendisine çektiği oldu ve bir kitle partisine doğru yöneldi. 

Dolayısıyla AK Parti’yi Milli Görüş’ün bir devamı olarak görmek yanlış olur; ama tabii ki ana taşıyıcı kadrolar büyük ölçüde Milli Görüşçülerdi. Teşkilatlarda da büyük ölçüde Refah ve Fazilet yıllarından da kişiler vardı; ama zamanla bunlar değişti. Özellikle Erdoğan parti içerisindeki iktidarı tek başına eline almak ve dolayısıyla Türkiye’deki iktidarı tek başına ele almak istediği ölçüde, Milli Görüş döneminden beri beraber çalıştığı eski arkadaşlarının bir kısmını kademeli bir şekilde etkisizleştirdi, marjinalleştirdi ve tasfiye etti. Bazıları kendileri ayrıldı ve bunun sonucunda AK Parti bambaşka bir partiye dönüştü. Burada, bu partinin gerek kadrolarını gerek tabanını tutabilmesinin en anahtar kavramı bir paylaşım, yani bir nimet paylaşımı, devletin imkânlarının paylaşımı; buradaki esas hikâye, AK Parti’nin başta dindarlar olmak üzere merkezin dışındaki bazı kesimleri merkeze taşıdığı, onlara birtakım imkânlar sağladığı, önlerini açtığı ve ekonomide işler iyi gittiği ölçüde bu ilişki de bayağı yol aldı ve zaten kademe kademe AK Parti’nin oylarının arttığını gördük. Sert siyasî tartışmalara, kavgalara, özellikle Ergenekon sürecinde bu güçle gelebildi. Kapatma Davası’na karşı bu güçle ayakta kalabildi. Aşağıdan gelen destek vardı, ama aynı zamanda o tarihlerde uluslararası sistemden –Avrupa Birliği’nden ve ABD’den ve kimi durumlarda İsrail’den– gelen desteklerle de AK Parti ve Erdoğan o tabanı hem muhafaza etti hem geliştirdi hem de o tabanı zenginleştirdi — böyle söyleyebiliriz. Burada zenginleştirme kavramını hem maddi hem manevi anlamda kullanıyorum. Burada zaten anahtar kavram esas olarak buydu. Ve bu zenginlik sürdüğü müddetçe, yeniden üretilebildiği müddetçe AK Parti ve Erdoğan’ın etrafında o kenetlenme hali sürdü. Ama aşınmaya başladığı andan itibaren, sorunlar çıkmaya başladığı andan itibaren bu tabandan kopuşlar olduğunu gördük.

2015 Haziran seçimi bunun bariz göstergesidir. Ve burada AKP tek başına iktidarı kaybetti. O kaybın üzerine Erdoğan bir şoka uğradı ve stratejisini değiştirdi, siyasî dilini sertleştirdi, şahin bir çizgi izledi; ardından zaten MHP ile yakınlaşma olduğunu gördük. Ve bunun ardından bir de tabii Fethullahçılarla kıran kırana bir savaş. O dönemler büyük ölçüde sert bir siyasî atmosferde geçti ve bağlılık büyük ölçüde bir beka bağlılığı haline geldi. Beka derken tabii ki ülkenin bekası, ama esas olarak da iktidarın bekası; çünkü çok ciddi tehditler vardı. Gezi’de toplumsal bir tehdit, 17-25 Aralık ve ardından gelen süreçlerde Fethullaçların uluslararası desteğe de bir şekilde sahip olduğu anlaşılan komplocu tehditleri… Bütün bu süreçlerde Erdoğan işleri büyük ölçüde sadakat üzerinden yürüttü ve insanları bir tercih yapmaya çağırdı. “Ya bendensiniz ya onlardan” diye. Tercihini Fethullahçılardan yana yapanların çok kötü kaybettiğini görüyoruz. Bir kısmı hapislere girdi, bir kısmı ülkeyi terk etti. İş çevrelerinden birçok kişinin mallarına bir şekilde el konuldu, kayyum atandı vs.. Ama kalanlar, orada bir risk alıp kalanlar imkânlarını büyük ölçüde korudular; fakat belli bir tarihten itibaren olay artık beka üzerinden sürdürülemez hale geldiği zaman tekrar maddiyata dönüldü ve ekonomi öne çıktı.

Ekonomide, insanların tekrar iktidarın nimetlerinden yararlanması, iktidarın önlerini açması ve daha da güçlenmeleri, daha da zenginleşmeleri… biliyoruz ki belli bir tarihten itibaren iktidar bunu sağlayamıyor. Ekonomik anlamda çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Bunun üstüne, zaten ekonomik anlamda yaşanan sorunlar sonucunda 31 Mart’ta yaşanan yerel seçimler hezimeti ekleniyor. Yerel seçimlerle beraber birçok büyükşehir belediyesinin muhalefete geçmesi ve bu büyükşehir belediyeleri üzerinden yapılan rant dağıtımı ya da hizmet dağıtımının kesilmesi eklenince, iş iyice zorlaştı. Dolayısıyla Erdoğan’ın, ne yaparsa yapsın, ne tür tehdit gelirse gelsin, meydan okuma gelirse gelsin, tabanını büyük ölçüde koruyacağı önermesinin ben çok sahici olduğu kanısında değilim; çünkü Erdoğan belli bir aşamadan sonra bu ilişkiyi ideolojik bir dava bağımlılığı dışında bir çıkar ilişkisine indirgedi ya da esas olarak çıkarı merkeze koydu ve o çıkarı sağlayamadığı ölçüde bu tabanı kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bir diğer sorun da dini milliyetçileştirdiği ölçüde –ki dünkü yayında bunu ayrıca ele aldım–, milliyetçileştirdiği ölçüde tabanında MHP’ye doğru bir kayışın da önünü açtı. Böyle bir zor durumda.

Burada peki hâlâ neden insanlar Erdoğan’ın etrafında ona bağlı bir görünümdeler? Bunun kesin böyle olduğu kanısında değilim. Tabii ki Erdoğan’a ne olursa olsun her şart altında bağlı kalacak olan geniş bir kesim var; ama bu, tabanın sadece bir bölümü. Bir bölüm zaten koptu kopuyor. Gelecek ve Deva partileri bunun göstergesidir. Bunlar artık Erdoğan ile bir iş yapılamayacağını düşünen kesimlerdir. Ama çok geniş bir kesimin kararsız olduğu düşüncesindeyim. Kamuoyu araştırmalarında “kararsızlar” diye çıkan kesimin içerisinde geçmişin AK Parti seçmenlerinin önemli bir yer oluşturduğu kanısındayım. Burada kararsızlık meselesinin ana sorunu ya da sorunsalı diyelim bence şu: AK Parti iktidarında –aslında Refah Partisi’nin belediyeleri ile birlikte başlayan– sistemin dışına itilmiş kesimlerin sistemin merkezine taşınması olayı bu tamamlandı. Şimdi burada şöyle bir soru var. Erdoğan’ın elindeki en büyük koz bence bu: “Ben gidersem siz de gidersiniz” diyor kabaca; yani: “Ben iktidarı kaybedersem sizi de burada yaşatmazlar, yaşatmayacaklar. Siz bu merkezde kalamayacaksınız, bu imkânlara, bu hizmetlere ulaşamayacaksınız. Benim sonum sizin de sonunuz olur, benim iktidarımın sonu sizin de imkânlarınızın sonu olur” gibi bir yaklaşımı söylüyor. Bu yaklaşımın çok ciddi bir alıcısı olduğu kesin. Aslında çok da normal bir şey; çünkü onunla gelen onunla gider gibi bir anlayış var ve muhalefet içerisinde de çok ciddi bir şekilde bir tür rövanşizm yaklaşımının çok baskın olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Erdoğan, bu rövanşist çıkışlardan da çok ciddi bir şekilde istifade ediyor. Dolayısıyla belli bir kesim, “Erdoğan giderse biz de gideriz, biz de kaybederiz” düşüncesiyle Erdoğan ile sonuna kadar kalmaya hazır durumda gözüküyor. Kopanlar, kendi imkânlarının, kendi kazanımlarının garantisinin Erdoğan değil Anayasa, toplumdaki demokrasi ve hukuk devleti olduğu düşüncesiyle koptular. Bunların bir kısmı Gelecek’e bir kısmı Deva’ya yöneldiler. Bunların dışında da kopuşlar olduğunu biliyoruz. Başka yerlere giden, başka partilere giden –özellikle Güneydoğu’da Kürtler içerisinde– küçük kopuşlar olduğunu biliyoruz. Bir de kopup tamamen apolitikleşen, ilgisizleşen kesimler var. Kararsız olan kesimler ise bu sorunun cevabını merak ediyorlar. Yani: “Erdoğan giderse bize ne olacak?” İşte burada, gerek Gelecek gerek Deva partilerinin ayrı ayrı bu kesimlere bir tür teminat verebilmesi gerekir; ama tek başına teminat yeterli olmayacak. Çünkü onlar, “Erdoğan giderse biz geliriz” gibi bir durumda değiller. Henüz daha yolun çok başındalar, dolayısıyla iş biraz burada karışıyor. Eğer buradaki AK Parti’den kopuş gerçekten ilk andan itibaren çok güçlü bir şekilde olsaydı, yani buralarda iktidara aday yeni partiler çıkmış olsaydı, o zaman Erdoğan’ın tabanını kontrol etmesi çok daha zor olurdu. Dolayısıyla, şu haliyle Gelecek ve Deva partilerinin verecekleri teminatlar bir yerden sonra çok fazla işe yaramayabilir. Bu noktada diğer muhalefet partileri devreye giriyor. Esas olarak anamuhalefet partisi CHP, bir ölçüde İYİ Parti ve tabii ki HDP’in ayrı ayrı, ama belli bir paralellikte bu kesimlere kendilerinin AK Parti iktidarının, Erdoğan iktidarın sonlanması halinde bile onların haklarının, hukuklarının kesinlikle korunacağını bir şekilde anlatabilmeleri gerekiyor. Kemal Kılıçdaroğlu bunu bir süredir çok ciddi bir şekilde yapıyor. Kendisiyle Medyascope’ta yaptığımız yayınlar arasında özellikle 31 Mart öncesi yaptığımız yayın çok çarpıcıydı. Orada söyledikleri ya da değişik vesilelerle söyledikleri, aslında bu meseleyi gördüğünü, kavradığını bize gösteriyor. Ama CHP sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nda ibaret değil. CHP içerisinde farklı farklı sesler de Erdoğan’ın o kozunu besleyen çıkışlar yapabiliyorlar. Öte yandan Ekrem İmamoğlu örneği ve Mansur Yavaş örneği –ama esas olarak Ekrem İmamoğlu, çünkü Mansur Yavaş zaten gelenek olarak çok da uzak olmayan birisiydi– ama Ekrem İmamoğlu’nun gösterdiği ve kazandığı başarıda esas olarak AK Parti’ye oy veren bu kesimlere, iktidar değişse de, yani yerel seçimlerde belediyeler değişse de, yani başka bir partiye yani muhalefete geçse de, kendilerinin belediye hizmetlerinde istifade etmelerinde bir sorun yaşanmayacağını anlatmaları ve buna bir ölçüde de ikna etmeleriyle oldu.

31 Mart ve İstanbul 2. seçim öncesi izlenen strateji aslında tam da Erdoğan’ın kurduğu oyunu bozan stratejilerdi. Bunların istikrarlı bir şekilde yapılması halinde, Erdoğan’ın tabanını korumasını çok kolay olmayacağını, özellikle de AK Parti’den kopan yeni partilerin önlerinin iyice açılacağını düşünüyorum. Yani burada esas olarak bir şeyi kanıtlaması, bir şeyi vaat etmesi gerekenler Deva ya da Gelecek partileri değil, esas olarak muhalefetin diğer unsurlarıdır. Bu anlamda Meral Akşener’in işinin daha kolay olacağı muhakkak; ama CHP’ye ek olarak HDP’in de bu konuda bir duruş sergilemesi lâzım; fakat HDP’in şöyle bir sorunu var: Bir süredir HDP’nin kendini ifade etmesi, kendini geniş kitlelere anlatması, mesajlaşması çok mümkün olmuyor. Bunun esas sebebi tabii ki medyanın onlara kapalı olması, burası muhakkak; ama onun da dışında HDP’nin popüler olmada, geniş kesimlere ulaşmada çok ciddi bir kadro sorunu da var. En son Sırrı Süreyya Önder ile yaptığımız yayının gördüğü ilgi bunu gösterdi. Çok kişi sürekli konuşuyor. HDP’nin sözcüleri, eş başkanları vs.. değişik vesilelerle; ama çok da fazla insanlar buraya kulak kabartmıyor. Çünkü bir cazibesini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Zaten Erdoğan’ın Selahattin Demirtaş başta olmak üzere HDP’nin önde gelen kadrolarının cezaevine atılmasındaki ısrarı ve inadı bir ölçüde bundandır. Eğer bu kadrolar dışarıda olsaydı –Demirtaş başta olmak üzere– HDP’nin siyasette çok daha etkili ve çok daha güçlü olduğunu, kendi tabanı dışında başka kesimler tarafından da bir şekilde ciddiye alındığını, önemsendiğini, takip edildiğini görürdük. Şimdiki durumda HDP’nin kendi tabanında bile çok ciddi bir heyecan yaratmadığını, ama tabanın yine de onlardan kopmadığını düşünüyorum. Bunun tabii başlı başına ayrı bir yayının konusu olduğu muhakkak. Sonuç olarak burada anahtar husus, artık ilk başta var olan dava olayından iyice uzaklaşmış durumda. Zaten İslâmîlik iddiasından ziyade daha bir “yerli ve milli”, milliyetçi çizgiye doğru savrulmuş bir AK Parti var. Burada o bağlılığı sağlayabilecek şey, insanlara imkânlar sağlamak, hizmetler sağlamak, onları sürekli zengin tutmak. Zenginliklerini arttırmak ve zenginliklerini muhafaza etmelerini sağlamak; ama yaşadığımız ekonomik kriz nedeniyle zenginlik artması bir yana, bir yoksunlaşma ve yoksullaşma dönemi bekliyor — öyle gözüküyor. Bütün bunların dışında bir de tabii ayrı bir husus var: AK Parti içerisinde tam dışarıya yansımayan, ama değişik olaylarda işaretini gördüğümüz iktidar savaşları var. Bütün iktidar Erdoğan’ın elinde gözüküyor; ama son Süleyman Soylu istifasında ve sonrasında yaşananlara baktığımız zaman, işlerin çok da sakin gittiği söylenemez ve tabanın da buralarda bu olayı bir şekilde takip ettiği, önemsediği ve kendince akıl yürüttüğünü düşünüyor, görüyor, duyuyorum. Özellikle Berat Albayrak meselesi, AK Parti tabanında çok ciddi bir mesele olarak duruyor. Bu 31 Mart Seçimleri öncesi seçimlerde bunu birkaç kere tekrarladığımı hatırlıyorum, başkaları da söyledi. AK Parti’nin kendi seçmeninden güçlü bir şekilde yerel seçimlerde oy alabilmesi için bir şeyleri değiştirmesi ya da değiştirir gibi yapması gerekiyordu. Mesela ilk akla gelen de ekonominin sorumluluğunun daha bu işlere hâkim olduğu tartışmasız olan birisine aktarılması gerekiyordu — böyle bir şey olmadı. Bu beklenti artık kalmamış gözüküyor, ama ekonomide işlerin iyi gitmemesinden dolayı duyulan rahatsızlığın da ciddi bir şekilde arttığını müşahede ediyorum.

Bir diğer husus da –aslında anahtar mesele– AK Parti tabanının bence en temel sorularından birisi, özellikle Milli Görüş Hareketi’nden beri onun içerisinde yer alan, hâlâ ısrarla Erdoğan’ı terk etmeyen insanlar, kendilerine şunu soruyorlar — biliyorum ve hiç de şaşırtıcı değil: “Ya, biz bu başkanlık sistemine niye geçtik?”

Çünkü eskiden var olan parlamenter sistem ve hükümet sistemi bu Türkiye’de bildikleri ve bir şekilde müdahale de edebildikleri bir sistemdi. Daha kolay içselleştirebilecekleri bir sistemdi. Ama Erdoğan onlara hep bu sistemin bir şekilde kendi elini kolunu bağladığını söyledi, böyle bir şey dayattı ve insanlar da ona, onun bu talebine, “Madem öyle diyor, o zaman verelim yetkiyi ve eli kolu bağlı olmaktan çıksın” dediler ve sonrası mâlûm; AK Parti iktidarında Türkiye’de işlerin özellikle ekonomik anlamda kötüye gittiği dönem, başkanlık sistemine geçildiği andan itibaren oldu. Dolayısıyla çok ciddi bir şekilde –sonra da gördük zaten– çok zorlanıyor. “Yüzde 50 artı yüzde 1 oy” alabilme konusunda endişeleri var ve saklamıyorlar. Bütün bunlar tabanda, “Keşke bu başkanlık sistemine geçmeseydik” düşüncesinin de güçlenmesine neden oluyor. Bu da tabii ki direkt olmasa bile doğrudan olmasa bile, dolaylı bir şekilde olsa bile Erdoğan’ın sorgulanması anlamına geliyor. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.