Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Böl, parçala, yine kaybet!

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yandan başta barolar olmak üzere meslek kuruluşlarını, diğer yandan ittifak halindeki muhalefet partilerini parçalamaya çalışıyor. Bu başarısı garantili bir strateji mi?

Yayına hazırlayan: Zehra Lâl Şimşek

Merhaba iyi günler, iyi haftalar.

Bu çok eski bir stratejidir: “Böl, parçala, yönet”. Yani karşınızdakiler ile baş edemediğiniz zaman, karşınızdaki grupları kendi aralarında birbirine düşürüp onları zayıflatıp kendi zayıflığınızı böylece giderme, çok eski taktiktir. Her yerde, dünyanın dört bir tarafında, değişik alanlarda çok başvurulan bir taktiktir ve şu anda Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, Erdoğan iktidarının da bu stratejiye iyice kendini kaptırmış olduğunu, aslında başka da bir şey üretemediğini görüyoruz.

İki ayağı var bunun: Bir tanesi, son günlerde ciddi bir şekilde gündemde olan meslek kuruluşlarını parçalara ayırma — özellikle barolara düşünülüyor; birden fazla baro kurulması isteniyor, çünkü barolarda öteden beri iktidara yakın çevrelerin adayları listeler halinde girerler ve çok başarı gösteremezler. Türk Tabipler Birliği için de bu bir ölçüde geçerli, Mühendis Odaları içinde, meslek odaları için de bu geçerli. İktidar bunları parçalamaya, çoğaltmaya çalışıyor ve tamamını kontrol edemese bile kendisine ait bir parça yapmak istiyor — ki özellikle memur sendikalarında bunu yaptığını biliyoruz. Odalarla iktidar arasında bir yandaşlık ilişkisi kurmak gibi bir tercih. Hatta burada şunu da söyleyebiliriz: “Küçük olsun, benim olsun” yaklaşımı var. Diyelim ki baroları bölecekler, çok zayıf bir birim olacak, iktidara yakın bir avukatlar kuruluşu olacak, ama iktidar onu esas muhatap alacak. Çoğunluğu, mesela kendisinin karşısında, kendisine bağlı olmayanların avukat topluluğunu ise gayrimeşru görecek, yok sayacak ve üzerine gidecek. Bunu sağlık alanında da, mühendislik alanında da yapmak isteyecek. Tam bir bölme taktiği, bunu ne derece başarır bilemiyorum; ama niyetin bu olduğu yolunda çok ciddi emareler var. Herhalde Türkiye Barolar Birliği’nin başkanı olan Feyzioğlu da şu anda bu konuda iktidara bayağı bir akıl veriyordur; çünkü bir daha onun Barolar Birliği Başkanı seçilme şansı pek gözükmüyor anladığım kadarıyla. Dolayısıyla küçük bir yerde varlığını sürdürmek isteyecektir — o ve onun gibiler.

Bir diğer husus tabii ki siyasette –esas husus burada– en son 31 Mart’ta yaşanan ağır yenilginin ardından, Erdoğan, kendi Cumhur İttifakı’nı güçlendiremediğini gördükçe, Cumhur İttifakı’ndan bir kayıp yaşandığını gördükçe –özellikle AKP oylarında bir kayıp olduğunu kamuoyu araştırmaları gösteriyor; alınan oylar da ortada ve bir düşüş trendi var–, dolayısıyla kendisi güçlenemedikçe karşı tarafı zayıflatma yolunda bir niyeti var. Bunu öteden beri biliyoruz, değişik yayınlarda ben de dile getirdim. Bugün Cumhuriyet gazetesinde, araştırmacı Dr. İbrahim Uslu ile İpek Özbey’in bir söyleşisi var, kapsamlı bir söyleşi. Tam da bu noktaya dikkat çekmiş, bir bölümünü okumak istiyorum, en kritik olan bölümü — şu anda ekrana da yansıyan bölüm: “Kesin olan stratejik bir plan var, bu plana göre bir yol haritası çıkarılmış. O yol haritası doğrultusunda arka arkaya adımlar atılıyor. Bu arada muhalefetin kendi içinde parçalanmasına yönelik tartışmalara zemin hazırlanıyor. HDP ile CHP, HDP ile İYİ Parti üzerindeki tartışmaların üzerine gidiliyor, oradaki çatlaklar büyütülüyor.” Aslında büyütülüyor demek bence çok doğru olmayabilir. Büyütülmek isteniyor. Acaba büyüdü mü? Özellikle son dönemde İYİ Parti’nin HDP’ye yönelik birtakım çıkışları olmuştu ve HDP’den resmî olarak açıklamalar zayıf geldi; ama Sırrı Süreyya Önder’in –biliyorsunuz– yayınımızda söyledikleriyle işin rengi bayağı bir değişmişti. Ardından da şunu öğrendim: İYİ Parti içerisinde çok sayıda teşkilatlarda da, tabanda da bu tartışmalardan rahatsız olanların sayıca çok oldukları söyleniyor. İYİ Parti’yle ilgili yapılan araştırmalarda, Erdoğan’ı sevmeme noktasında İYİ Parti tabanının CHP’den bile ileride olduğu yolunda birtakım araştırmalar var. Dolayısıyla İYİ Parti’nin HDP ile kapışması istendi, belli bir aşama da katetmiş olabilir; ama o çatlak nereye kadar büyüdü çok emin değilim. Ama bunun yapılmak istendiği ortada. Burada tabii ki anahtar husus: HDP. HDP üzerinden hem CHP tabanı, hem İYİ Parti tabanı, hem de Millet İttifakı’na katılması muhtemel diğer partiler –mesela tekrardan Saadet Partisi, AKP’den kopan Deva ve Gelecek partileri– bunların katılımının engellenmesi. Hem var olanın parçalanması, hem de bu ittifakın büyümesinin engellenmesi yolunda bir çaba var ve burada da klasik bildiğimiz tekrar bir bölücülük, HDP’nin terör ile işbirliği iddiaları vs..

Bu anlamda geçen hafta yapılan HDP’den iki ve CHP’den bir milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp ardından milletvekilliklerinin düşürülmesi ve tutuklanmaları. Daha sonra Enis Berberoğlu bırakıldı, ama her nedense HDP milletvekilleri Musa Farisoğulları ve Leyla Güven hâlâ tutuklular. Enis Berberoğlu koronavirüs gerekçesiyle bırakıldı, iyi de oldu; ama diğerleri aynı gerekçe olmasına rağmen tutuluyor.  Böylelikle oradan yaratılmak istenen yeni bir kutuplaşma ve burada HDP milletvekillerine reva görülen bu muamele ve buna karşı Millet İttifakı içerisinden güçlü insanların çok fazla seslerinin çıkmaması. CHP’nin bile bu milletvekillerin başlarına gelenler konusunda, kendi vekillerini öne çıkartıp diğerlerinin adını pek anmadıklarına tanık olduk. Bu anlamda bir başarı gibi olabilir şu aşamada. Ama daha önümüzde çok zaman var ve buradan, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı elinden geleni ardına koymayacak belli ki. Bunun farklı farklı yöntemleri olacaktır: Öncelikle HDP’ye yönelik baskılarını, zaten bitmek bilmeyen baskıları –kayyum atamaları, gözaltılar vs. –, bunları daha da tırmandırmak ve HDP ile bir sertlik, toplumsal alana da taşınacak bir sertlik yaratmak isteyecekler; bir anlamda, böyle bir alanda onu yalnız bırakmak da isteyeceklerdir. Bu noktada HDP yönetiminin –ki şu âna kadar bu konuda başarısız oldukları söylenemez ama– bundan sonraki aşamada nasıl politikalar izleyecekleri, serinkanlılıklarını muhafaza edip edemeyecekleri çok önemli olacak. Ama diğer yandan da birtakım medya üzerinden, sosyal medya üzerinden ve değişik yollarla bunu kışkırtacak yeni birtakım operasyonlara ve psikolojik harekâtlara tanık olmamız hiç şaşırtıcı olmayacak. Tabii bu çok zor bir süreç, devletin elinde birçok imkân var, medya imkânı var yargı var — istediğini içeri alıp istediğini serbest bırakan bir yargımız var maalesef; siyasete göre hareket eden bir yargı var. Böyle bir ortamda muhalefetin işi gerçekten çok ama çok zor olacak. Buna rağmen iktidardan gelen ve gelecek olan, geleceğini tahmin edebileceğimiz, öngörebileceğimiz tahriklere karşı, baskılara karşı ya da birtakım gönül çelme harekâtlarına karşı kendi aralarında bu birliği muhafaza edebilecekler mi? Ve yeni katılımlar sağlayabilecekler mi? 

Zaten ortada çok ciddi bir sorun var, o da şu: Millet İttifakı denen ittifak seçimden seçime olan bir ittifak, ama Cumhur İttifakı bir iktidar koalisyonu, o hep var. Yani AKP artı MHP artı BBP hep bir şekilde var, çünkü iktidarın imkânlarından yararlanma, onları paylaşma anlamında var. Ama Millet İttifakı’nda mesela şu anda fiilen bir ittifak yok; en son seçimde vardı, sonra herkes kendi evine döndü. Tabii ki arada karşılıklı sempatik ve empatik hareketler oluyor; ama sonuçta ortada bir seçim olmadığı için, ittifakın aynı isimle ve aynı bileşenlerle sürüp sürmeyeceği belli değil. Örneğin bir önceki seçimde Saadet Partisi de vardı; ama Saadet, 31 Mart yerel seçimlerine ittifakla girmedi, kendisi her yerde aday çıkarttı. Önümüzdeki dönemde ne olacağı belli değil ve dolayısıyla bir bunları karşılama harekâtı var; ama o esas olarak kendisini seçim söz konusu olduğu zaman gösterecek. Zaten İbrahim Uslu söyleşisinde, Uslu, sık sık yaşadığımız birçok şeyin erken seçim işareti olarak yorumlanabileceğini söylüyor — ki haksız sayılmaz, gerçekten yaşadığımız birçok şey Erdoğan’ın bir seçime hazırlandığı yolunda düşünceleri kışkırtıyor. İllâki olacağı anlamına gelmiyor, ama her an seçim yapılabilirmiş gibi bir havada. Zaten Seçim Kanunu üzerine tartışmalar açıyor, milletvekili transferleri konusunda tartışmalar açıyor, bunların hepsi doğrudan seçimle alâkalı hususlar.

Bir diğer nokta –ki kritik noktalardan birisi bu– Millet İttifakı’nın yerine, muhalefette, CHP’nin ve HDP’nin dışlandığı bir sağ koalisyon kurulması. Kimler olabilir bunun içerisinde? Tabii ki İYİ Parti, Saadet Partisi, Deva, Gelecek, Demokrat Parti ve başkaları da varsa onlar da… Ama esas olarak böyle bir koalisyondan söz ediliyor, böyle bir ihtimalden bahsediliyor. Câzip de geliyor bazılarına; çünkü sağ gelenekten gelenlerin hâlâ kendi tabanlarına CHP ile birlikte hareket ediyor olmalarını anlatmaları yer yer zor olabiliyor. Daha önemlisi, tabii ki HDP’nin açık ya da örtük destek verdiği bir ittifakta olmaktan çekiniyorlar ve bu anlamda da bu sağ koalisyon, muhalefette bir yeni sağ ittifak, yüzde on barajını geçmeyi garantileyecek bir ittifak söylentisi ciddi bir şekilde gündemde. Bu noktada Bekir Ağırdır’ın Karar televizyonunun yayınında söyledikleri önemli. Böyle bir koalisyonun, böyle bir ittifakın Erdoğan’ın işine geleceğini söylüyor Bekir Ağırdır — ki ben de buna büyük katıldığımı söyleyebilirim. Ama yine de zor bir husus. Seçim yaklaştığı zaman –ne zaman olacağını bilmiyoruz; daha normalde çok var, ama her an erken seçim, baskın seçim kararı alınabilir–, o zaman bunları konuşacağız, daha fazla konuşacağız; ama o zaman gelene kadarki süreçte muhalefetteki partilerin kendi aralarındaki hukuku hakkaniyetli bir şekilde gözetip gözetmedikleri o gün geldiği zaman çok önem kazanacak. Dolayısıyla seçim olsa da olmasa da, iktidar bu operasyonunu –çoktan başlatmış olduğu operasyonu– önümüzdeki günlerde daha da tırmandıracağa benziyor. 

Peki buradan nasıl bir şey çıkabilir? Açık söylemek gerekirse: Bir iktidar istedi diye, iktidar tahrik etti diye muhalefetin bölüneceğini düşünmek çok kestirme bir sonuç olur. Zorlayacaktır, elinden geleni yapacaktır, yapabileceği çok şey var, imkânları çok geniş: Her türlü dezenformasyonun vs.’nin kolaylıkla dolaşıma sokulabildiği bir ortamda ve ülkede yaşıyoruz. Bunu yapacaktır ve belli ölçülerde başarı da kazanıyor olabilir; ama bu, çaresizlikten kaynaklandığı için, ben başarı şansının çok yüksek olduğu kanısında değilim. Bir şekilde, her ne olursa olsun… ki 31 Mart’ta da bunu yaptılar ve yürümedi. 31 Mart’ta Erdoğan’ın stratejisini tamamen beka söylemi üzerinden kurması, muhalefette çatlak yaratmak ve CHP adaylarına İYİ Parti tabanının oy vermesini engellemek içindi. O olmadı, onun olmayacağını gördüğü yerde Öcalan’ı devreye sokup HDP’yi kopartmaya çalıştı, o da olmadı. Çok ilginç bir şekilde, iki önemli hamle yaptı, ikisi de tutmadı. Dolayısıyla 31 Mart örneği önümüzde ciddi bir şekilde duruyor. Oradaki sorun, iktidarın bu hamlelerine rağmen muhalefetin kendi işine bakabilmeyi becermesiydi. Ve yerel seçim olduğu için bu nispeten daha kolaydı, ama bir genel seçimde ve cumhurbaşkanlığı seçiminde bu kadar kolay olmayacağını kesinlikle düşünebiliriz, iş daha zor olacak. Ama esas zorluk, iktidarın kendisinde. Burada zaten siz işinizi gücünüzü bırakıp tamamen bütün enerjinizi, imkânınızı karşı tarafı bölmeye veriyorsanız; o zaman sizin aslında bu seçmene, kamuoyuna verebilecek hiçbir şeyinizin kalmadığı anlamına gelir. Ve seçmen, önemli bir kesim –ki AK Parti seçmeni de buna dahil bence, MHP seçmeninin de ciddi bir kısmının dahil olduğu kanısındayım– bunu ayırt edebilecek durumda. Dolayısıyla buradaki sorun bu oyunun tutup tutmayacağı değil; tamamen enerjisini buraya yönelten iktidar koalisyonuna karşı muhalefetin bir arada durmanın ötesinde –bunu başarıp başaramayacakları belli değil, diyelim ki başardılar; ama bu bir arada duruşun söyleyecekleri de çok önemli olacak–, yani iktidarın yapamadığını, söyleyemediğini söyleyebilecek bir muhalefete ihtiyaç var. Sadece ve sadece bir blok halinde girmiş olmak yeterli olmayabilir — ki 31 Mart’ta belediye başkan adayları bunu yaptılar, hizmet vaat ettiler; siyasete çok fazla girmeden sakin sakin hizmet vaat ettiler ve kazandılar. Burada da muhalefetin öncelikle kendi arasındaki bütünlüğü koruyup, bu bütünlüğü korurken de aynı zamanda birtakım ilkeler üzerinde, birtakım programlar üzerinde anlaşabilmesi ve bu programları bir alternatif olarak seçmene sunabilmesi gerekiyor. Bunu yapmadığı takdirde, sadece ve sadece muhalefet birliği olarak girdiği zaman –tabii ki belli bir oyu olacaktır ama– belli bir yerden sonra bunun yeteceğini açıkçası sanmıyorum. Çünkü sadece Erdoğan karşıtlığı, sadece iktidara karşı olmak bir ortak payda –belli bir kesim için– olabilir, ama esas önemli olan iktidar partilerinden desteğini çekmeye niyetlenmiş olan kişilerin, kesimlerin aklını çelebilmek; onları iktidardan değil muhalefetten yana oy vermeye ikna edebilmek. Bunu da “İktidar söyle kötü, böyle kötü” diyerek yapamazsınız, bunu yapabilmeniz için “İktidar şöyle kötü, ama biz şunları yapacağız ve bunlar da sizin iyiliğinize olacak”ı anlatabilmesi gerekiyor. Dolayısıyla zor bir iş; ama buradaki muhalefetin en büyük avantajı, iktidarın, pozitif kampanya yapmak yerine, birtakım projeler ve birtakım perspektiflerle kamuoyunu ikna edici, seçmeni ileriyi gösterici bir strateji üretmek yerine, bütün işini gücünü negatif olarak karşı tarafı kötülemeye, karşı tarafı bölüp parçalamaya kendisini adamış olması olacak. Yani şu anda muhalefetin en büyük avantajı –bence– iktidarın çaresizliği. Ama bu tek başına yetmeyecek, aynı zamanda muhalefetin kendisinin çare olabileceğini kamuoyuna anlatabilmesi gerekecek ve bunu daha çok konuşacağa benziyoruz.

Son olarak bu haftaya yine sabahın erken saatlerinde gazeteci gözaltıları ile girdik. Müyesser Yıldız, OdaTV Ankara haber müdürü ve İsmail Dükel, Tele1 Ankara temsilcisi gözaltına alındı. Müyesser Yıldız için askerî casusluk suçlaması var. İsmail Dükel için bu netleşmemişti, muhtemelen o da benzer bir suçlamayla alınmış olabilir. Bu da bize Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda hiçbir şeyin değişmediğini bir kere daha gösteriyor. Daha önce Oda TV‘den Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın tutuklandıklarını gördük, başka gazetecilerle birlikte. Ama iki Barış’ın ve şimdi Müyesser Yıldız tekrar yargının elinde, Veysel Yıldız gözaltında, diğerleri tutuklu. Onlar aynı zamanda geçmişte Fethullahçılar’la AKP iktidarının ortak olduğu dönemde de aynı mağduriyetleri yaşamışlardı — yine Oda TV‘de yazdıkları için. Şimdi de aradan onca yıl geçti, Fethullahçılık tu kaka edildi, herkesin en büyük nefret nesnesi haline dönüştü; ama yine Fethullahçıların yöntemleriyle, yine üç aşağı beş yukarı aynı isimler, sırf gazeteci oldukları için gözaltına alınıyorlar. Gerçekten çok hazin bir durum. Umarım en kısa zamanda özgürlüklerine kavuşurlar — daha önce tutuklanmış olan gazetecilerle birlikte.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.