Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın en büyük stratejik yanılgısı

Yayına hazırlayan: Fazıl Alp Akiş

Merhaba, iyi günler. Ayasofya 86 yıl sonra yeniden ibadete açıldı ve cuma namazı kılındı. Biraz önce bitti. Cumhurbaşkanı Erdoğan Kur’an okudu, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş kılıç geleneği ile hutbe okudu ve namaz kılındı. Saat 16:00’da Kemal Can’la “Haftaya Bakış”ta Ayasofya meselesini daha uzun konuşacağız. Bunun için ben çok şu an üzerinde durmak istemiyorum, ama bu yapacağım değerlendirmede de ana nokta Ayasofya olacak — en güncel nokta. 

Erdoğan’ın en büyük stratejik yanılgısı nedir? Belki de “Erdoğan’ın en büyük stratejik başarısı nedir” sorusu ile cevaplanabilecek bir soru. Bunu şu anki kuşaklar pek bilmezler, tarihsel bir süreç içinde okumakta yarar var. Recep Tayyip Erdoğan ortaokul yıllarından itibaren Milli Görüş hareketi içinde yer almış bir isim; daha sonra, 12 Eylül’den sonra kapatılan Milli Selamet Partisi (MSP) yerine kurulan Refah Partisi’nde (RP) genç bir isim olarak görev aldı ve erken denilebilecek bir yaşta İstanbul örgütünün başına geçti. 

MSP ve Erbakan geleneğinin bir takipçisi olarak kendisi de İmam-Hatip çıkışlı olan Erdoğan, RP’den gördüğü, MSP’den gördüğü Milli Görüş hareketinin devamını icra etti diyelim. Ama belli bir aşamadan sonra, Erdoğan yeni bir yönelime girdi; tek başına değil, aslında kendisiyle yaşıt birtakım isimlerle beraber — partide var olan “genç kuşak” diyelim. İslamcılar, Milli Görüşçüler, bunların bir kısmı serbest meslek sahibi mühendis, avukat, doktor gibi, ama aynı zamanda eli kalem tutan, yazan çizen insanlar da RP’ye yeni bir perspektif taşıdılar. İstanbul bunun merkezi oldu. Aslında buna benzer bir olay dünyanın değişik yerlerindeki İslâmî hareketlerde de görüldü. 

Bu eğitimli orta sınıfların daha aktif katılımıyla beraber, bütün dünyada İslâmî hareketlerde bir değişiklik yaşanıyordu. Türkiye’de RP, RP’de de İstanbul teşkilatı bunun başını çekti. Bunun adı “yenilikçilik” oldu, yenilikçiliğin karşısında da “gelenekçiler”. Gelenekçiler, yani Erbakan ve yaşlı ekibin çizgisini kabaca “Cami cemaati ile sınırlı bir siyaset yapma” olarak tanımlayabiliriz. Onlar kendini dindar olarak gören insanların oylarını almak, diğer sağ partilere giden oyları kendilerine çekmek istiyorlardı ve bunun da büyük ölçüde kendilerine yeterli olduğunu düşünüyorlardı. Ama RP ve yenilikçiler bunun tek başına yetmeyeceğini, daha geniş kesimlere açılmak gerektiğini düşündüler ve bambaşka bir strateji uyguladılar.

Erdoğan’ın aslında en büyük stratejik başarısı buydu. Yani kendisi gibi olmayan kesimlere gitmek, onların kapısını çalmak, onlara seslenmek ve onlara sorunlarını kendi çözebileceğini iddia etmek. Eskiden MSP’nin geleneğinde, “Nasıl olsa bize oy vermezler, bizden korkuyorlar, bizden çekiniyorlar” diye kapıları çalınmayan insanların, RP’de İstanbul örgütünün başlattığı çizgiyle beraber kapıları çalınmaya başlandı. 

Çok iyi hatırlıyorum, İstanbul’da bekâr zamanlarımda Cihangir’de yaşarken bir arkadaşla ortak bir evimiz vardı. Bir gün kapı çalındı, 1989 olması lâzım, yerel seçimler ve genç bir kadın ve bir erkek Refah Partisi adına seçim kampanyası yapıyorlardı. Aday Beyoğlu’nda belediye başkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’dı ve propaganda için birtakım broşürler dağıtılıyordu. Kadın başörtülü değildi; erkeğin, özel olarak bakıldığı zaman hiç İslâmcı denebilecek bir giyim kuşamı yoktu ve o kişiler pekâlâ CHP adına da –veya o tarihte var olan ANAP, Doğru Yol Partisi adına da– gelebilecek kişilerdi ve insan ister istemez şaşırıyordu. 

Bu, adım adım yayıldı, benim orada yaşadığım olayın çok daha ileri noktalarını gördük: Eğlence yerlerine gidildi, meyhanelere gidildi, hatta genelevlere gidildi ve oy istendi. Bu çizgi RP’nin kabuğunu kırmasına ve daha geniş kitlelere açılmasına yol açtı. Diğer partilerin, özellikle merkezde yer alan partilerin –gerek merkez sağda gerek merkez solda–, teker teker, ayrı ayrı başarısızlıkları bu çizgiyi güçlendirdi. Yani diğer yerlere küsen, merkeze küsen seçmen, karşısında bir alternatif olarak RP’nin yenilikçilerini gördüler ve adım adım bir oy kayması yaşandı. Bunun ilk çarpıcı olayı 1994 yerel seçimleridir. İstanbul ve Ankara’yı RP’nin almasıdır. Tabii ki oy oranları yüzde 40-50 değildi; ama diğer merkez partilerin de bölünmesinden istifade ederek normal şartlarda MSP’nin hayalini bile kuramayacağı oy oranları ile başarı kaydettiler.

Bu öykü Refah Partisi’nde inişli çıkışlı sürdü, Adalet ve Kalkınma Partisi kurulduktan sonra ise bu çizgi her şeyin önüne konuldu — yani kendinden olmayana açılma çizgisi. Zaten Ak Parti’nin kuruluşunda da, Milli Görüş hareketinden de birtakım insanlar partiye katılmak istendi. Katılanlar oldu, son anda vazgeçenler oldu — ki son anda vazgeçenlerden birisi Meral Akşener’dir. Merkez sağdan gelenler oldu veya o âna kadar siyasete girmemiş olan birtakım isimler geldi, daha çok teknokrat yönleri olan isimler ve daha sonra da beklenmedik bir şekilde diğer partilerin hepsinin çökmesiyle beraber tek başına iktidara gelince, bu başkasına açılma çizgisi devam etti. 

Bu çizgi değişik vesilelerle devam etti; bunun bir yolu, başka isimleri partiye katmak oldu, CHP kökenli isimler de geldi, soldan da geldi, Alevi isimler de geldi, Kürt kimliğini gizlemeyip sahiplenen isimler de geldi; bunların oranı çok yüksek değildi belki, ama vitrinde bunlar yer aldı. Bir de tabii kendinden olmayan, kendisinden ürktüğü varsayılan kesimlere yönelik birtakım açılımlar yapıldı: Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı gibi… Bunların hiçbiri tamamlanamadı biliyorsunuz. Hepsi yarı yolda kaldı. Ama bu açılımlar ve bu arada tabii AB ile bütünleşme süreci, ABD ile ilişkiler, bütün bunlar –hatta ilk yıllarda İsrail ile çok iyi ilişkiler–, burada bütün temel strateji, kendi geleneksel tabanının zaten kendisine bağlı olduğunu varsayıp, kendinden olmayan kesimlere açılma, onları ikna etme, onlara bir şeyler vaat etme, onlara bir şeyler verme, onlardan bir şeyler alma gibi demokrasilerde olması gereken bir yolu tercih etti Adalet ve Kalkınma Partisi. 

Bunun için birtakım kadrolar seferber oldu; eski sistemin eski sahipleri tarafından çok ciddi direnişlerle karşılaştı ve tabii ki sistemin eski sahiplerine karşı mücadele ederken de, kendi tabanının yetmeyeceğini düşünerek, buraya kendinden olmayanları da alabildiğine katmaya çalıştı.

Kimileri bu yapılanı samimi bularak destekledi, kimileri çok samimi bulmasa da, yine de “kötünün iyisi” diye destekledi, kimileri de o destek sayesinde kendilerinin AKP’ye egemen olabileceğini düşünerek destekledi. Böyle bir olay oldu ve burada strateji, en temel strateji, belli bir temanın üzerine yükselip –buna Tanıl Bora “ideolojik omurga” diyor–, ideolojik omurgayı muhafaza edip bunun üzerine bir kitle partisi inşa etmekti. 

Kitle partisi inşa etmek için de herkesten oy alabilecek bir parti, herkesten oy almaya elverişli bir söylem ve programla gidildi. Bu arada tabii bunları yapabilmesi için ekonomide işlerin kötü gitmemesi gerekiyordu, Kemal Derviş’ten devralınan ekonomik programa büyük ölçüde sadık kalındı ve Batı’yla da kavga edilmediği için burada da bir rahatlık oldu. 

Bir diğer ayağı da tabii, bir zaman “komşularla sıfır sorun” diye tanımlanan ve büyük ölçüde başarılı olan dış politika. Yani diplomasinin öne çıkarıldığı bir dış politika. Uzun bir süre Türkiye, Ermenistan dahil, bütün komşularıyla çok da kötü olmayan ilişkilerle gitti, sakin bir şekilde gitti. Askeri müdahalelerin veya askerî tehditlerin çok az olduğu, belki de hiç olmadığı bir şekilde gitti; yani bir anlamda “Yurtta sulh cihanda sulh” gibi bir perspektifle gitti. 

Kendinden olmayan, kendisinden ürken, kendisine şüpheyle bakan kesime, “Ne düşünürlerse düşünsünler ben bildiğimi yaparım” değil, bu şüpheleri önemseyerek, şüpheleri gidermeye yönelik –ister samimi bulun ister bulmayın– adımlarla gitti AKP. Başarının sırrı buradaydı, üst üste gelen seçim galibiyetlerinin sırrı buradaydı. Sistemin eski temsilcilerinin etkisizleştirilmesinde tabii ki Fethullahçılar’ın katkısı var, o ittifak çok önemli bir rol oynadı; ama yine o dönemde de Fethullahçı veya AKP’li olmamakla beraber onlara destek veren diğer güçlerin önemi çok belirleyiciydi. 

Ama artık bu yok. Bugünkü Ayasofya görüntüleri de bunu gösteriyor. 30 yıla aşkın bir süre sonra Erdoğan başladığı yere geri dönüyor, kendi tabanına yöneliyor, kendi tabanı ile yetiniyor, kendi tabanını arkasına alarak karşı tarafı ikna etmek değil, karşı tarafı tehdit etmek, karşı tarafın gözünü korkutarak ve tabii ki elindeki devlet imkânlarını, yargı imkânlarını sonuna kadar kullanarak, kendisinden olmayanların özgürlük alanını iyice daraltarak, medyayı ele geçirerek, sosyal medya üzerinde çok büyük bir tahakküm kurarak, yeni yasalarla yeni taslaklarla bunu daha da artırarak böyle bir çizgiye geldi. Yani karşısındakini, ötekini yok sayan, ötekini dışlayan, ötekiyle sorunu olan… 

Erdoğan hep şunu söylemiştir: “Bizim kimsenin yaşam tarzıyla bir sorunumuz yok”. Bunu hâlâ söylüyor, ama sorunu olduğunu görüyoruz. En son İstanbul Sözleşmesi olayında da bunu görüyoruz; halbuki İstanbul Sözleşmesi –kadının korunmasını temel alan bu sözleşme–, kendi geleneksel tabanında, özellikle kadınlar içerisinde bile bilenler tarafından benimsenmiş bir şey. 

Bu aslında bu çizginin nasıl kendisine yeni çizgiler doğurduğunu gösteriyor. Şunun özellikle altını çizmek istiyorum: Kendi tabanı üzerine yükselen bir parti olarak AKP, ne kadar başka kesimlere ulaştıysa, onları yanına çekebildiyse, kendi taraftarlarının geleneksel tabanı o kadar daha güçlü onun etrafında kenetlendi. Yani AKP büyüdükçe AKP’ye yeni katılımlar, yeni destekler geldikçe AKP’nin geleneksel olduğunu varsaydığımız taban Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine o kadar daha güçlü bir şekilde sarıldı. 

Yani çok kullanılan bir “konsolidasyon” sözü var biliyorsunuz, kutuplaşmada çok kullanılıyor. Kendi tabanını sağlamlaştırmak için ötekine vurmak. Bu çok izlenen bir formül; ama ben bu formülün kendi gözlemlerime göre yanlış olduğunu düşünüyorum. Erdoğan kendisinden olmayan kesimlerle ne kadar iyi bir diyalog kurabiliyorsa, onları ne kadar kendisini dinler kılıyorsa, kendi tabanı da ona o kadar sahip çıkıyor, onun etrafında konsolide oluyor. Ama ötekiyle kavga eden, sürekli bir kışkırtma içerisinde, beka söylemiyle sürekli bir bağırış çağırış ile giden Erdoğan’ın kendi tabanı bu kutuplaştırıcı politika ile onun etrafında çok fazla da konsolide olmuyor, ona daha fazla sarılmıyor. 

Bence bu formül çok geçerli bir formül değil. Çünkü en azından tabanının dinamik kesimleri –tabii ki tabanın içerisinde çok pür ve tavizsiz İslamcı, başkasını hiçbir şekilde önemsemeyen insanlar var–, ama tabanın içerisinde çok ciddi bir kesimin bir arada yaşamak perspektifine sahip olduğunu ve kendi partisinin ya da beğendiği siyasetçinin desteklediği siyasetçi ne kadar çoğulcu bir perspektife sahip olursa o kadar takdir eden, siyasetçiyi kendi siyasetçisini, o kadar takdir eden kesimin daha ağır bastığı kanısındayım.

Dolayısıyla bu İstanbul Sözleşmesi, Ayasofya ve benzeri çıkışların kendi tabanının bir kesimini heyecanlandırdığı muhakkak; ama bir başka kesimini de ciddi bir şekilde sorgulamaya itiyor; çünkü Türkiye’nin kaderinin barış içerisinde bir arada yaşamak olduğuna inanan, bunu savunan kesim bunlar. Dışarıda zaten çok ciddi sorunlar var, hemen hemen her komşu ülke ile birtakım meseleler var; şimdi en son Yunanistan da buna dahil oldu. İçeride bu çoğulculuk, sorunları çözme, sorunları olan sayıca az olan kesimlerin hakkını gözeten, taleplerini gözeten açılımlar yapma politikaları terk edileli uzun bir süre oldu: Kürtler , Aleviler, Romanlar vs.. uzun bir süre oldu. Üstelik bir de kadınlara yönelik, kadınların kazanımlarını elinden almaya yönelik adımlar planlanıyor. Burada görüyoruz: Birtakım heyetler oluşuyor –bu heyetler Türkiye’de bence AKP tabanının da artık çok fazla önemsemediği, adı var kendi çağın dışında kalmış insanlar–, onların hazırladığı raporlarla kadınların kazanımları ellerinden alınmak istiyor vs..

Evet, Erdoğan kendinden olmayan kesimlere –ister samimi ister değil– açılma, onlara seslenme, onları kazanma stratejisini terk ederek –ki epey bir zaman olduğunu düşünüyorum, bunun miladı Gezi olabilir, 2015 Haziran seçimleri olabilir, milat konusunda farklı görüşler olabilir–, en büyük hatasını böyle yaptı. Bu stratejiden vazgeçerek yaptı, çok büyük bir yanlış yaptı; bu yanlışın bedelini ödemekle meşgul; ama aynı şekilde bu yanlışın bedelini bütün Türkiye’ye ödetmekle meşgul. Bu yanlış aynı şekilde kendi tabanında, etrafındaki kenetlenmeyi bence çok ciddi bir şekilde aşındırıyor. Bakın bugün Ayasofya açıldı, olur olmaz birtakım isimlere davetiye gitti. Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan gibi isimlere davetiye gitmediği söyleniyor — ki Ayasofya ve Ahmet Davutoğlu… herhalde bugün Ahmet Davutoğlu, eğer o kavgalar vs. olmasaydı, Erdoğan’ın yanında namazı beraber kılıp belki Kur’an’dan bir parçayı da okuyacak olan kişiydi. Böyle bir olay var. Ahmet Davutoğlu’nun, Ali Babacan’ın kopmuş olmaları tek başına bireysel bir kopuş değil, bir kitleyle beraber yaşanan bir kopuş ve devamı gelmeye müsait bir kopuş. Erdoğan bu öteki’yi yok sayma, öteki’yi şeytanîleştirme politikasını sürdürdüğü müddetçe, bu stratejik yanlışta ısrar ettiği müddetçe –ki geri dönüşü yok gibi gözüküyor– kendi tabanında da çok ciddi bir şekilde insanların kendisini terk etmesine yol açacağa benziyor.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.