Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkeş, Bahçeli, Ülkücü hareket ve Atatürk

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Diyanet İşleri Başkanı prof. Ali Erbaş’ın Ayasofya’daki Cuma hutbesinde söyledikleri üzerine yaptığı yazılı açıklamanın düşündürdükleri.

Yayına hazırlayan: Zelal Direkci 

Uzun yıllar yazı yazdım gazeteci olarak ve okurlarım vardı; ama bir süredir, Medyascope ile beraber, son beş yıldır hiç yazmıyor gibiyim. Dolayısıyla artık izleyiciler var ve izleyicilerin de önemli bir kısmı genellikle olumsuz gördükleri, yanlış gördükleri şeyleri sosyal medya üzerinden ya da elektronik posta üzerinden iletiyorlar. Pozitif olanların sayısı çok az ve daha da az olan, ama çok kaliteli olan bir tür izleyici var — ki onlar gerçekten yapıp ettiklerime katkı sağlıyorlar, uyarı ve önerileriyle bana yol gösteriyorlar. Bunlardan biri yurtdışında yaşayan bir mühendis. Kendisi cuma günü elektronik posta ile bir yayın önerisi göndermişti. Ben de kendisine değerlendiririm demiştim; bunlardan birisini şu anda yapıyorum.

Evet, biraz hızlı oldu; ama konu MHP ve Atatürk ilişkisi. Çünkü yurtdışından izleyen mühendis arkadaş, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın MHP lideri Devlet Bahçeli’nin olduğu Ayasofya’daki cuma namazındaki hutbesinde, Atatürk’ün adını anmadan söylediği lânetleme meselesinden hareketle, bunun MHP tabanında rahatsızlık yaratabildiği ve İYİ Parti’ye olumlu etkisi olabileceğini söyleyip bu konuda bir yayının iyi olabileceğini söylemişti. 

Evet, iyi bir fikirdi, ama dün Devlet Bahçeli’nin yazılı açıklamasıyla bu yayını yapmak farz oldu. Devlet Bahçeli, biliyorsunuz sosyal medyada oruç tutuyor, sosyal medyayı kullanmıyor; ama bugün Meclis Genel Kurulu’na gelen yeni sosyal medya düzenlemesi ve yeni yasaklarla beraber belki tekrar kendisi de döner. Bu yaptığı yazılı açıklamada çok açık ve net bir şekilde Atatürk’e sahip çıktı. Atatürk’ü eleştirip hakaret edenleri hain olarak niteledi. Fakat Diyanet İşleri Başkanı’nı ayırdı. Onun böyle bir şey yapmadığını söyledi. Ona böyle bir şey yapmış gibi davrananları ihanetle suçladı. Yani hem nalına hem mıhına diyelim. Hem Atatürk’ü hem Ali Erbaş’ı savundu. Bu aslında kolay bir şey değil. 

Devlet Bahçeli gibi deneyimli bir siyasetçi de herhalde Ali Erbaş’ın o konuşmasında yapılan Atatürk yorumlarının zorlama olmadığını biliyordu. Fakat herhalde kendisi Adalet ve Kalkınma Partisi ile, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan ile bir ittifak içerisinde olduğu için Ali Erbaş’ı böyle bir şeyle hedef almadı. İlginçtir; kendi partisinin Ordu milletvekili Cemal Enginyurt, fındık fiyatları meselesi ile ilgili eleştirel açıklamanın ardından hemen hızlı bir şekilde disipline sevk edildi. Yani burada kolaylıkla, kaba tabiriyle “kelle alabiliyor” ittifakın bekası için. Ama Erdoğan’ın önem verdiği bir bürokratının kellesinin alınmasına da izin vermiyor. Bu da ilginç bir not. Peki gerçekten Atatürk konusu MHP tabanında bu kadar önemli bir konu mu? İzleyicimizin yurtdışından yazdığı bence doğru; MHP tabanında Atatürk antipatisinin çok çok az olduğu kanısındayım, bunun yerine çok büyük bir sempati –en azından Atatürkçülük olarak kendini tanımlar tanımlamaz ayrı– ama Atatürk sevgisinin ve Atatürk’e sahip çıkmanın çok baskın olduğunu görüyorum, biliyorum. Devlet Bahçeli’nin de bu açıklaması bunu gösteriyor. 

Ama bunun bir öyküsü var. Bu öyküyü sağ olsun Tanıl Bora ile konuştum — bu konuların pîri. Tanıl bana Kemal Can ile yazdıkları Devlet ve Kuzgun kitabının ilgili bölümlerini yolladı. Oradan baktığımız zaman, çok hızlı bir kronoloji var. İlginç bir kronoloji, ülkücü hareketin Atatürk’le ilişkisi ilk başta iyi başlayıp, daha sonra Atatürkçülük yada Kemalizm ikisine ayrı ayrı anlamlar yükleniyor; ama özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalizm diyelim, daha sonra Atatürkçülük tabiri geliyor. Onunla Alparslan Türkeş’in geliştirdiği Türk milliyetçiliği doktrini arasında bir fark var. Tanıl ve Kemal’in isabetli bir şekilde belirttiği gibi. Kemalizm aslında söylem olarak boşluklar içeriyor; dolayısıyla o boşluklar sayesinde herkes kendini onun içerisinde tanımlayabiliyor. Yani o boşluklar sayesinde Kemalizm, Alparslan Türkeş’in Dokuz Işık’ı gibi doktriner ideoloji olarak karşımıza çıkmadı; dolayısıyla hem Türkeş hem başkaları ‍–daha sonra gördük, sol da– Atatürk’le, Kemalizm’le kendini özdeşleştirebiliyordu. Ancak daha sonra, yıllarla beraber solun içerisindeki sosyal-demokrat hareketlerin kendilerini Atatürkçülük’le özdeşleştirmesi ile beraber Ülkücü Hareket’te, Atatürk’e karşı mesafe, şüphe ile yaklaşma var. 

Burada aslında yapılan Atatürk’ten ziyade Atatürkçülüğe olan bir şüpheli yaklaşma ve kendini ayırma gayreti var. Çünkü 70’ler ve 80’lerde, özellikle cezaevlerinde Ülkücü Hareket’in içerisinde İslâmîleşme var ve ortaya çıkan Türk-İslâm ülkücüleri var — ki önde gelen ismi Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Ve o hareketle beraber Ülkücü Hareket’in içerisinde İslâmcılık’tan tevârüs etmiş bir Atatürk eleştirisi de yer yer kendini gösterdi; ama bunun geçici bir süre olduğunu söylemek lâzım. 1991’den itibaren MHP’de, Alparslan Türkeş’in de lideri olduğu bir tekrar Atatürk’le kucaklaşma dönemi başlıyor. Burada, Ülkü Ocakları’nda Nutuk okutuluyor ve özellikle aynı tarihlerde yükselişte olan Refah Partisi’ne karşı da Atatürk ciddi bir şekilde savunuluyor. Tanıl ve Kemal’in söylediği çok doğru bir şey var: “Atatürk’ü savunanların büyük bir kısmı, kendilerini tanımlamaktan ziyade, Atatürk karşıtlarına, düşmanlarına cevap vermeleriyle dikkat çekiyorlar”. Ülkücülükte de 90 yıllarda bu var. 

Özellikle de Refah Partisi ve o tarihte yükselen İslâmcılık içerisindeki Atatürk karşıtlığını –bunun en çarpıcı anlarından biri, 28 Şubat 1994’te İstanbul Taksim’deydi– Atatürk’e dil uzatanları kınama mitingi yapıldı; ben Milliyet gazetesindeydim, izledim. Hayatımda gördüğüm en sönük mitingdi. O mitingde dönemin Başbakanı Tansu Çiller, SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın ve MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş sırayla konuştular; ama çok zayıf bir miting olduğu için konuşmalar da çok kısa sürmüştü. Oradaki mesele, hem o tarihte HDP’nin muadili olan DEP, hem de Refah Partisi’nin içerisinde özellikle Hasan Mezarcı, şimdi kendisi biliyorsunuz mehdiliğini ilan etti; o tarihte İstanbul milletvekili idi, seçilir seçilmez Atatürk karşıtı konuşmalar yapıyordu. Tansu Çiller orada bir Atatürk’e saygı mitingi organize etti. Yeni yeni ortaya çıkmış olan özel televizyon kanallarının canlı yayınladığı bir mitingdi; ama dediğim gibi miting çok sönüktü, fakat orada sol ve sağın, yani merkez sol ve MHP’nin birlikte, merkez sağı da yanına alarak Atatürk’e sahip çıktıkları bir dönemdi. 

Ve o tarihten itibaren MHP’nin içerisinde, soldaki Atatürkçülük’le bir tür rekabetin de olduğunu söyleyebiliriz. Burada tabii ulusalcılık diye bir akım çıkıyor — daha sonra, özellikle 2000’li yıllarla birlikte. Ulusalcılık tabii ki Atatürk’ü çok ciddi bir şekilde sahipleniyor, ama orada ağır basan yön ulusalcılık olarak tabir edildiği için MHP’de de Atatürk’ü sahiplenmenin iyice alıp başını gittiğini söyleyebiliriz ve MHP kendini Atatürkçü bir duruşta tarif eden bir parti olarak, ama tabii ki Türkeş çizgisinde doktriner Türk milliyetçiliği var. Atatürk, zaten adı üstünde: Türkler’in atası, Atatürk’ü bir bozkurt olarak tarif etme var. Burada muhakkak ki MHP’nin içerisinde Atatürk’ün temsil ettiği Batılı laik değerlerle sorunlu olan bir kesim var; yani İslamcılığın etki alanında olan bir kesim muhakkak var — özellikle taşrada bunlar söz konusu. 

Ama 1990’lar ve 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de milliyetçiliğin dinamosu taşradan büyük kentlere sıçradı. İstanbul, Ankara, bir ölçüde İzmir, ama esas olarak Ege ve Akdeniz’in büyük illerinde, güçlü ilçelerinde çok dinamik bir orta sınıf milliyetçiliği ortaya çıktı — bu tabii ki PKK karşıtlığı ile koşut bir şekilde gelişti. Daha seküler bir milliyetçilik, Ülkücü Hareket’in de bu tarihte yeniden bir sekülerleşmeye gittiğini düşünüyorum. Şimdi böyle bir noktada İYİ Parti ayrışması, daha doğrusu MHP’nin Bahçeli’nin kongreyi kurtarmak için Erdoğan’a yanaşıp İYİ Parti’nin kurulmasına mecbur bırakmasının ardından, bu kentli seküler milliyetçilerin büyük ölçüde İYİ Parti’ye gittiği söylendi, görüldü. Son seçimde aldığı oy oranları, genel seçimlerde aldığı oy oranları bunu gösteriyor. Dolayısıyla bu Ali Erbaş tek başına değil; aslında irili ufaklı –hani çok kaba tabiriyle sabah erken kalkan Atatürk’e sosyal medya üzerinden değişik yerlerden bazen geleneksel medyada da Atatürk’e yönelik– suçlamalar hakaretler bayağı bir yaygınlaşıyor ve bunlara karşı da çok fazla bir şey yapılmıyor. Bunların iktidar tarafından tolere edildiği, bunların iktidarı rahatsız etmediği yolunda bir kanı da giderek yaygınlaşıyor. Tabii Ali Erbaş olayı bunun bir tür zirvesi oldu. İktidarın ortağı olduğu için iktidara toz kondurmayan bir MHP ve Bahçeli olduğu için burada bir fatura söz konusu ise, bu faturanın da Bahçeli’ye ve MHP’ye kesilmesi söz konusu oldu.

Dolayısıyla Bahçeli’nin tavrı durup dururken alınmış bir tavır değil; çünkü bu MHP için gerçekten riskli bir durum. Atatürk’le sorunlu olan bir parti, Atatürk’ü sorgulayan bir parti görünümü MHP’nin asla istemeyeceği bir şey. Zaten Bahçeli’nin açıklaması da bunu çok tartışmasız bir şekilde gösteriyor. Fakat ortada başka bir realite de var; cuma günü hutbede edilen sözler var. Tevil yoluyla, “Atatürk’ü kastetmemiştir” vs. denerek geçiştirilebilir mi? Bunu Ali Erbaş, Ahmet Hakan’a yaptığı yazılı açıklamayla yaptı; ama o açıklamadan Ahmet Hakan başta olmak üzere kimsenin tatmin olduğunu sanmıyorum. Ali Erbaş’ın kendisine de inandırıcı gelmemiştir herhalde. Çünkü orada söylenen yuvarlak lâfların hiçbiri, kendisinin Atatürk’ün cumhuriyetinin bir kurumunun başında olduğunu idrak etmiş bir bürokrat olduğunu gösteren bir açıklama da değildi. Tam bir “dostlar alışverişte görsün” açıklamasıydı.

Dolayısıyla Bahçeli’nin bu konuda işinin hiç kolay olmadığını söylemek gerekiyor. “Ali Erbaş’ın bu söylediklerinden sonra, Atatürk karşıtlığı çıkarmak ihanettir” sözü fazlasıyla zorlama. Ali Erbaş’ın yaptığı açıklamayla bir anlamda yarışabilecek bir açıklama. Ali Erbaş’ın o sözleri açık bir şekilde, yani açık diyorum ama adını anmadı, ama birazcık muhakemesi olan insanlar tarafından “Fol yok yumurta yok, nereden çıktı bu söz?” diye baktığınız zaman, herkesin aklına, herhalde bütün siyasetçilerin aklına –ülkeyi yönetenler dahil– bu gelmiştir. Şimdi önümüzde böyle bir süreç var. Muhalefet partileri ilginç bir şekilde Ali Erbaş’ın üzerine gitmiyorlar. Bunun üzerine Atatürk üzerinden çok ciddi bir kampanya yürütmüyorlar. Bu kampanya büyük ölçüde sosyal medya üzerinden yürüyor; ama buna rağmen çok etkili olduğu Bahçeli’nin de cevap vermesinden anlaşılıyor. 

Bazı durumlarda böyle olur, bazı konular çok ciddi mesele haline getirilmeyebilir; ama bir süre sonra bir sonuç görürsünüz ve bu sonucu anlamlandırmak istediğiniz zaman aklınıza neden gelir. İşte burada büyük ihtimalle deneyimli siyasetçi olan Devlet Bahçeli de AKP ile yaptığı ortaklıktaki bu ânın, Ayasofya’nın açılışında söylenen bu sözlerin siyasî bir sonucu olduğunu öngördüğü için bunun önünü almaya çalışıyor. Ama yaptığı açıklamanın bunu sağlayabileceğini açıkçası sanmıyorum. Bu açıklama bize şunun gösterdi: MHP Atatürk’le sorunlu olan bir parti değil. Atatürk ile sorun yaşamak isteyen bir parti değil. Tam tersi Atatürk’e sahip çıkan ve bunu neredeyse en temel ilkelerinden biri yapan bir parti. Sınırını böyle çiziyor. Tabii yanına Abdülhamit’i, Fatih Sultan Mehmet’i de ekledi; ama Atatürk üzerine söylediği sözler, Türkiye’deki en iddialı Atatürkçü’nün söylediğinden hiç aşağı kalır değildi. 

Dolayısıyla önümüzdeki dönemde İslâmcı iddialı, aslında çok da bir etkileri kalmamış olan ama sesleri gürültülü çıkan çevrelerden gelecek olan –şu âna kadar gelenler oldu, bundan sonra gelecek olan– Atatürk karşıtı söylemlere karşı MHP’nin daha atik davranacağını varsayabiliriz. Fakat Ali Erbaş konusunun daha Türkiye’nin gündeminde epey yer alacağını, sık sık karşımıza geleceğini ve MHP’nin de bu sorunun bir şekilde muhatabı olmaya devam edeceği söylemek lâzım. Zor bir durum; dünkü açıklama buradan Bahçeli ve MHP’yi olayın dışına çıkartamadı bence. Bundan sonra ne olacak? Belki de en kestirme çözümü Ali Erbaş’ın bir şekilde özel bir gerekçeyle vs. istifa etmesidir. Tabii bu Erdoğan gibi iktidarının sürmesini kelle vermemek üzere kurgulamış bir siyasetçinin çok razı olacağı bir şey değil. Şu an bir çıkmaz olduğu kanısındayım. Atatürk üzerinden durup dururken kendilerinin çıkardığı tartışmalar ellerini ayaklarını bir şekilde bağlamış durumda. Ve bu durumu çözebilmelerinin de yolunu yordamını bilmiyorlar, ya da bulamıyorlar, ya da biliyorlar da yapamıyorlar. Böyle ilginç bir durumla karşı karşıyayız. 

Buradaki hususun tekrar altını çizmek lâzım: Bu birilerinin onlara çıkardığı bir sorun değil; kendi kendilerine çıkardıkları bir sorun. Bu başlı başına olayı ilginç kılıyor. Benim hep söylediğim ve insanların benimle dalga geçtiği bu kriz hâlini, derinleşen krizi çözmeye çalışırken yeni krizlere yol açma hâlinin yeni bir yansıması olarak karşımıza çıktı. Yani kendileri ediyor kendileri buluyor. Ve ne yapacaklarını bilmiyorlar; kendi kendilerini felç ediyorlar — böyle ilginç bir durum. Ve bu bize bir kere daha gösterdi ki, koşullar şartlar ne olursa olsun öyle kolay kolay, hele âmiyâne yöntemlerle ele alınacak bir konu değil. Ve ileride de kolay kolay olacağa benzemiyor. 

Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.