Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (30): İnce’nin Memleket Hareketi nasıl başladı? Hukuk devleti miyiz? Tarikat gerçeği & salgının gidişatı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Yeni bir “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını değerlendirip, önümüzdeki haftalara nasıl etkide bulunabileceklerini yorumlamaya çalışacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Önce en sıcak gelişmeyle, Muharrem İnce ile başlayalım. Muharrem İnce, “Memleket Hareketi”ni bugün, Sivas Kongresi’nin 101. yıldönümünde Sivas’tan başlattı. Medyascope’tan Burak Tatari Sivas’ta izliyordu; kendisiyle de konuştum. Zaten görüntüler de ortada, çok başarılı gibi durmuyor. Açıkçası çok şaşırdığımı söyleyemem. Ama ben bu konuda çok konuşmak istemiyorum — adım çıktı Muharrem İnce konusunda.  Burada 11 kişilik ekibini de tanıtmış. Erkin Şahinöz dışında ismini duyduğum kimse yok. Ama bu onların kabahati değil, benim kabahatim olabilir. Biliyorsun daha önce, Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde “Muharrem İnce hep tek başına çıkıyor” diye konuşuyorduk. Şimdi ekibiyle beraber çıkma ihtiyacını hissetmiş. Ama sanki bu başlangıç çok başarılı geçmemiş gibi. Neyse ben susuyorum ve topu sana atıyorum.

Can: Ama sen Muharrem İnce’yi konuştuğumuz her aşamada bunu söylüyorsun. Şimdi de adın, “Ruşen Muharrem İnce hakkında konuşmaktan kaçınıyor” diye çıkacak, söyleyeyim. Daha önce hem yazdım hem yayınlarımızda da söyledim. “Muharrem İnce bu ülkeye cumhurbaşkanı olabilir mi? Çok yüksek bir hareket başlatıp iktidara yürüyebilir mi? Ekibi buna yeter mi? Kendisi bu donanıma sahip mi?” gibi bir sürü şey konuşulabilir. Ama siyasette çok belirleyici ve fikir veren şeylerden biri, lider adaylarının ya da siyasî aktörlerin önce kendi pozisyonlarını nasıl yönettikleri; onların memleketi ve siyaseti nasıl ele alacaklarını da gösteriyor bu. Bu çerçeveden bakıldığında, Muharrem İnce’nin, 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimi gecesinden başlayarak kendisini ve her kim yapıyorsa iletişim stratejisini çok kötü yönettiğini söyleyebiliriz. Hatırlarsan, geçtiğimiz ay Ankara’da bir otelde basın toplantısı yapıp, bu hareketi başlatacağını ilan etmişti. Basın toplantısı denmişti, ama aslında basın açıklaması oldu; çünkü sonunda “Soru almıyorum” diyerek açıklamasını bitirdi. Temel soruların hiçbirine cevap vermeyip, tuhaf biçimde yeni bir hareketi başlatırken, konuşmasını 2 sene öncenin savunmasıyla bitiren bir iletişim stratejisi, sonuçları ne olursa olsun, başarısız. Bugün yaşanan şey de “Memleket Hareketi başlatıyorum” diyorsun, kampanya gösterisi olarak bir otobüs ortaya çıkartıyorsun, sonra o otobüsü doldurmayacak kadar bir kalabalığın önünde konuşma yapıyorsun. Bu, neresinden bakılırsa bakılsın bir yönetim ve vizyon problemi. Muharrem İnce politik olarak nereye oturur, ne çıkar, bunun üstüne konuşmasak, erken olduğunu varsaysak bile, “Ekibi çıksın, çizgisini açıklasın, programını ortaya koyup, temaslarını yapsın, sonra konuşalım” desek bile, şu başlangıç noktası ile ilgili bir şey söylemek gerekiyor. Sonuçta biz de bu kadar yıldır siyaset izleyen insanlarız; mesleğimiz icabı bu konulara âşinayız. Hadi kendisi bunu düşünmüyor, ama yanında yöresinde kimse yok mu? “Tamam, Sivas sembolik bir şehir, gidelim 4 Eylül’de. Orada sen ziyaretlerini yap. Açıklayacaksan ekibini de açıkla, ama öyle miting gibi bir şeye kalkışmayalım. Bunun ne olabilirliği var, ne de iyi bir görüntü verir” diyeni yok mu? Kendisi bunu düşünmüyor mu? Sonuçta siyaset yapmaya ve memlekette bu iktidarı değiştirecek, mevcut muhalefetin yapamadığı büyük rüzgârı oluşturacak büyük bir hareket başlattığı iddiasına bu resimle başlamak ve sonunda da, tıpkı basın toplantısında olduğu gibi iktidara yakın bütün medyanın canlı yayınladığı… Onlar da hayır olsun diye mi yaptılar yoksa… 

Çakır: Kemal, sözünü keseceğim ama ilginç bir şey anlatacağım: Bugün İsmail Saymaz şöyle bir tweet attı: “A Haber, CHP aleyhinde 2-3 cümle konuşsun diye Muharrem İnce’nin Sivas konuşmasını baştan sona canlı yayınlıyor. Bu vesileyle A Haber izleyicileri bolca iktidar eleştirisi izledi.” “İnce şimdi, ‘Biz ejder meyveli smoothie yiyenlerden değiliz’ dedi.” Bir sonraki tweet’inde de, “tweet’im üzerine A Haber yayını kesti” dedi İsmail. Evet, böyle bir hayrı da oldu. Sonuçta, Muharrem İnce iktidarı eleştirmek için ortaya çıkıyor. Ama iktidar yanlısı medya, muhalefeti bölebilir umuduyla onun çıkışının önünü açmak istiyor. Ama böyle kazalar oluyor. İktidar yanlısı medya, hiç duyulmadık iktidar eleştirilerini de canlı yayınlamak gibi bir sorunla da karşı karşıya kalıyorlar.

Can: Bu, işin ironisi tabii. Ama zaten iktidarın iletişim stratejisinin mükemmel olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü oradaki rasyonel de başka bir mantıkla işliyor. Muhtemelen, “A Haber’den haber dinleyen insanlar Muharrem İnce çok fena eleştiriler yapsa da buna kulak asmazlar. Bunun bir etkisi olmaz” diye düşünüyor olabilirler. Çünkü böyle sonuçlar aldıklarını biliyoruz.

Neticede Muharrem İnce’nin “Memleket Hareketi” diye başlattığı şey, bu tür semboller, tarihler, Sivas Kongresi’nin yıldönümünde orada olmak vs., önemli şeyler. Siyaset semboller üzerine kuruluyor. Ama bir de, yarattığınız imaj, oluşturduğunuz tablo, ortaya koyduğunuz resim ve bunları yaparken peşinize takılacak insanlara vereceğiniz güven önemli. “Ben çıkıyorum, arkamdan gelin” diyen birinin, attığı ilk adımda bir kuvvet ve inandırıcılık görmeyen insanlar için tablo çok parlak olmadı bugün. Sonuçta iktidarı değiştirecek bir siyasî hareket başlatma iddiasındasın. Sivas’ta miting yaparsan, nasıl bir tablo çıkacağını öngöremeden, iktidarı değiştirecek hareketi nasıl başlatıyorsun? Sen kaçtın alandan, ama şimdi benim adım çıkacak “Sürekli Muharrem İnce’ye sallıyor” diye. Yapar, yapamaz, ne der, ne demez bir kenara bırakıyorum, ama hakikaten bu olacak iş değil.

Çakır: Olmuyor zaten. Bundan sonra ne yapacağını öğrenmek istedik. Burak Tatari’ye sordum. Şu anda bir programı yokmuş. Türkiye gündeminde çok önemli bir şey olmazsa, 29 Ekim’e kadar çok yer dolaşacakmış. Ve muhakkak Diyarbakır’a gidecekmiş. “Geçen seçimde gidemediklerine gideceğim, bazılarına tekrar gideceğim” diye başlamıştı ama devamı gelmemişti. Bu sürdürülebilir bir şey mi, çok emin değilim.

Neyse, hukuk meselesine geçelim. Bu hafta birbiriyle alâkasız gibi görünen, ama aslında çok alâkalı işler oldu. Mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı geldi Türkiye’ye. En üst düzeyde ağırlandı; konuşmalar yaptı. Adlî yıl açılışı bu yıl yine Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yapıldı. Yüksek Yargı oradaydı. Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca, yaptığı konuşmasında “yerli ve milli” yargı temennisini –ama bunu söylemeyerek– dile getirdi. Ve özellikle uluslararası çevrelere, “Avrupacı etki gruplarına tavsiyemiz, Türkiye’de yargı bağımsızlığına gölge düşürecek söylemlerden, patronize edici üslûptan sakınmalarıdır” diye seslendi. Bu acayip bir şey. AKP’nin ilk yıllarında, Yüksek Yargı’nın iktidar üzerinde bir tahakkümü vardı; derin devletin bir parçası gibiydi. Şimdi aynı yargı, şimdiki devletin bir parçası şeklinde. Bizim Yüksek Yargı’mız, uluslararası standartları tutturan, bağımsız, tarafsız, siyasetten âzâde bir yapıyı istemiyor anlaşılan. Türkiye gibi bir ülkede, Yargıtay Başkanı’nın çıkıp “Kimse bize hukuk öğretmeye kalkmasın, patronluk taslamasın” demesi çok ayıp bir şey. Ne diyorsun? Cumhurbaşkanı’nın kalkıp konuşmasında olayı avukatlara kilitlemesi ve ölüm orucundaki avukatlardan hareketle, barolara yüklenmesi… Bu arada biliyorsun, getirilen “Çoklu baro” düzenlemesinden sonra, o çoklu barolar yeterli imzaya ulaşamadıkları için bir türlü kurulamıyor. Bu düzenleme çıktığına göre, baroların hazır olduğunu ve yeni baroların hemen kurulacağını bekliyorduk. Ama yeterli sayı henüz toplanabilmiş değil. Belki ileride toplayabilirler.

Mesela, âdil yargılanma hakkı talebiyle ölüm orucuna başlayan avukat Ebru Timtik, devlet ve yargının taviz vermemesi nedeniyle hayatını kaybetti. Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığını ve yakın zamanda da olamayacağını bir kere daha çok acı bir şekilde gördük. Siyaset erbâbı, ülkeyi yönetenler ve yargının aktörlerinin, kimsenin derdi bir hukuk devleti olmak değil.

Can: Zaten bu iş, Adlî yılı Külliye’de yapma süreciyle başladı. Kimin ev sahipliğinde yapıldığı, yargının da pozisyonunu belirliyor. Çünkü senin dediğin gibi, Türkiye’de hukuk sisteminin her zaman sıkıntıları vardı; ama eskiden adlî yıl açılışları en azından ritüel düzeyinde, hem yüksek yargı organları başkanlarının hem baroların, hukukla ilgili temel meselelerini yöneticilere,(13-50-14.10 (14.03-14.10) arası Cümleler tekrar ediliyor) yüzlerine karşı anlattıkları ve onların da, şeklî olarak bile olsa, hukuka bağlılıklarının ya da yargı bağımsızlığına inançlarının teyit edildiği bir ritüel şeklinde cereyan ediyordu. Şimdi bu tersine çevrildi. Şu anda, adlî açılışlar, yargının yürütmeye bağlılıklarını sunduğu ve çizilen o “yerli ve milli” rotasının, yargı ayağına da uyumlu davranacaklarının teyidi anlamına geliyor. Erdoğan’ın konuşmasında, “Avukatların da meslekten men edilmesinin yolu açılsın” dediği şey –aslında suç işlediklerinde mevcut avukatlık yasasında da, baro düzenlemesinde de meslekten çıkartmanın yolları var– aslında kendisi için bir KHK istiyor. Mesleğin kendi disiplin soruşturması ile filan uğraşmayayım. 50’şer, 100’er, mesela bir örgütün davalarına giren bütün avukatları, tıpkı Barış Akademisyenleri gibi bir paket yapıp atayım. Yargıdan da dönemezler zaten. Hesap bu. Yapılan baro düzenlemesi ile varılmaya çalışılan, her yere nizam ve intizam vermek; ama aslında her şeyde bağlılıklarını kabul ederek sisteme dâhil etmek, işin görüntüsünde bile artık bariz hâle geldi. “Hiç olmazsa ritüeli koruyalım” hâli bile kalmadı. Ayrıca bu, uluslararası çevrelere, “Bize hukuk dersi vermeyin” lâfının hemen ertesi günü, AİHM Başkanı’nın da burada aynı resme girmesi, o uluslararası hukuk denen şeyin de aslında çok sağlam bir şey olmadığını gösteriyor. Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çok uzun süredir, pek çok uygulaması, kararı, hatta vermediği kararlarla sorunlu bir yere evrilmişti. Son derece politik bir pozisyon alıyordu; hukukun ikinci plana düştüğü çok açıktı. Ama şimdi Türkiye’ye gelip… Bu hangi pazarlıkların ürünüdür bilmiyorum, belki önümüzdeki günlerde, bunun devamı birtakım şeyleri görürüz, ama AİHM Başkanı’nın gelip, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere burada herkesle resim vermesinin sıradan bir şey olduğunu düşünemeyiz. Geçenlerde “Sosyal medyaya fazla güvenmeyin” başlıklı bir yazı yazdım. Tıpkı sosyal medya gibi, bu uluslararası hukuk çevrelerine de fazla güvenmemenin gerektiğini gösteren bir şey aslında. 

Avukatların ölüm orucu meselesinde, senin de dediğin gibi, istenirse oluyormuş; Ebru Timtik’in ölmesi engellenebiliyormuş. Bugün Aytaç Ünsal için karar veren Yargıtay, aynı kararı 1 hafta önce Ebru Timtik için vermiş olsaydı, belki bir insan ölmeyecekti. Üstelik, o insanın ölmesi sonrasında, medyada, sosyal medyada ve ülkenin en üst mercilerinde yapılan peşin hükümlü ve bitmemiş yargı sürecini aşarak hüküm kesen tavırlar… Hem bir insanın ölümüne seyirci kalındı, yetmezmiş gibi, onun ölümü sanki bir başarı öyküsü, bir şey başarılmış gibi sunuldu.

Çakır: Resmen bir şenlik gibi kutlandı.

Can: Bu akıl alır bir şey değil. “Hukuk devleti miyiz? Hukuk devleti olur muyuz?” zemininin çok çok gerisinde. Geçtim evrensel hukuku, ortalama ahlâk, vicdan ve insaf sınırlarını zorlayan, o inandıklarını söyledikleri bütün vicdanî referanslara da aykırı bir tutum sergilendi. Ama şu açık: Olağanüstülük hâli zaten, yapılsa hiçbir şey olmayacak şeylerin asla yapılmamasıyla, asla olmayacak şeylerin zorlanmasıyla mümkün oluyor. Olağanüstülük rejimi böyle mümkün oluyor. “Ne var bir insan ölmeseydi, tahliye edilseydi” denecek kadar ki, hâlâ hiçbir mesnedi olmadan tahliye edilmeyen Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi insanlar var. Bugün yine Avrupa Konseyi Türkiye’ye “AİHM kararını uygulayın” dedin. Bir gün önce AİHM Başkanı buradaydı, “Bizim kararımızı niye uygulamadınız?” diye sormadı.

Çakır: Hukuk meselesiyle ilgili söylenecek çok şey var. Her hafta sadece bunun üzerine tekrar tekrar konuşsak yeridir. Örneğin, “IŞİD’in Türkiye emiri” olduğu söylenen bir adam tutuklandı Adana’da.

Can: Ve altıncı kere tutuklandı.

Çakır: Evet. Süleyman Soylu açıklamasında, daha önce delil olmadığı için bırakıldığını söyledi. Sonuç olarak, delil olmadığı halde tutuklu bulunan siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar var. Deliller bazı yerlerde işliyor, bazı yerlerde işlemiyor. Bu ayrımcılık çok yerde var.

Ayrımcılık demişken, biraz salgın konusuna da değinelim Kemal. Geçenlerde eski THY Genel Müdürü Temel Kotil twitter hesabından, “düzenli olarak yaptırdığı” Covid-19 test sonucunun pozitif çıktığını duyurdu. Hatta AKP milletvekillerinden biri de bir ayda 8 test yaptırdığını sosyal medyada paylaşmıştı. Bunun üzerine insanlar birilerinin “düzenli olarak test yaptırdığını” fark etti. Ama bir tarafta da, çoğu insan test yaptırmak için epey sorun yaşıyor. Bu son dönemde, AKP iktidarında yaşadığımız, bildiğimiz, kayırmacılığın, salgın sürecinde de çok ciddi bir şekilde yapıldığını, basit bir ifşayla görmüş olduk. Halbuki “Test sonucum pozitif çıktı” dese bu olmayacak. Ama “Düzenli olarak yaptırdığım test” cümlesiyle insanlar şunu fark etti: “Bazı insanlar, belli bir gücü, belli bir mevkide olan insanlar düzenli olarak test yaptırıyor.” Oysa birçok insan, tanıda ve tedavide ayrımcılığa uğruyor. Bir kere, özellikle tedavi sürecinde sınıfsal bir mesele var. Koronavirüs salgınıyla birlikte çıkan, “Salgın kimseyi ayırt etmiyor. Salgın hepimizi birleştirdi” meselesinin hiç de böyle olmadığını, ciddi bir şekilde yaşayarak görüyoruz. İşin acı tarafı, Bakan’ın söylediği gibi, salgında ikinci dalganın değil, birinci dalganın ikinci pikini yaşıyoruz. Rakamlar yine çok korkutucu. Üstüne üstlük, rakamlara da kimse inanmıyor. Var olan rakamlar yeterince korkutucu, ama birçok yaşayanın ya da Tabipler Birliği’nin açıklamalarından, bu rakamların çok üstünde birtakım vakaların olduğu da söyleniyor. Bir yanda bu var, bir yanda da,  vatandaşların salgın karşısında eşit olmadığı realitesi var. Bir diğer realite de, salgının ilk döneminde Cumhurbaşkanı’nın “Sağlık sektörümüz bu salgında çok iyi bir sınav verdi. Dünyada fark yarattık. Hatta bu bize bir fırsat imkânı açıyor” diye söylediği olayda da çok ciddi kırılmalar yaşanıyor. Sağlık konusunun, senin özel ilgi alanın olduğunu biliyorum. Özellikle sağlık sektöründe çok ciddi bir yıpranma, tükenmişlik ve kayıplar var. O ilk günlerde, en kötü olduğunu sandığımız günlerdeki rahatlığın yerini büyük bir tedirginlik alıyor. Yine devletin kısıtlamaya gideceği günlere döner miyiz? Ne dersin?

Can: Bilmiyorum, ama sanmıyorum. Çünkü o tür bir eğilimin olduğunun işaretlerini almıyoruz. Zaten bütün dünyada da öyle bir eğilim var. Avrupa’da da vaka sayıları arttı. İlk başta söylediğin test meselesindeki eşitsizlik ya da ayrımcılık, son zamanlarda çok artmış olan test sayılarının da o ayrıcalıklılardan kaynaklandığı anlaşılıyor. Çünkü pek çok anlatımda, özellikle sosyal medyada görüyoruz, gerçek anlamda filyasyon, pozitif olanların yakın çevresinde geniş bir test uygulaması yapılmadığını biliyoruz; ama test sayıları geometrik olarak arttı, yüz binlerin üzerine çıktı. Bu da aslında, ayrıcalıklı, birtakım özel kalabalıkların düzenli testlerinden kaynaklanıyor. Bu hem test-vaka oranını düşürüyor belki. Ama bir yandan da, “Bütün halkı eşit biçimde tarayan çok test yapıyoruz” algısıyla, asıl olarak salgına dönük bir şeyden çok, belirli ayrıcalıklı kesimleri koruyan bir tutuma doğru gidiyor. Benim endişem, bunun, çok daha rahatsız edici biçimde aşı sürecinde de yaşanacağı. Şu anda bile, zâtürre aşısı ve şimdi mevsimi geldiği için grip aşısında bunun yaşanacağının haberlerini veriyor sağlık çalışanları. Ama muhtemelen önümüzdeki yıl ortaya çıkabilecek Covid aşısının uygulanması sırasında bu eşitsizliği çok belirgin bir şekilde göreceğiz. Ayrıca, sürekli tatil yörelerine şuraya buraya dikkat çekilerek, sanki tuzu kuru insanların rahat hareketi yüzünden salgın yayıldı intibâı yaratılıyor, ama veriler bunu doğrulamıyor. Veriler, çalışan insanların, özellikle kamuda çalışan insanların, hem bölgesel olarak bütün kentlerde çalışmak zorunda olan insanların bulunduğu yoksul semtlerde ve çok kişinin birlikte yaşadığı bölgelerde yoğunlaştığını gösteriyor. Dolayısıyla yayılma da sınıfsal.

Çakır: Sözünü keseceğim Kemal. Bizim yayından hemen önce, Bekir Ağırdır ile bir yayın yaptık. Yine çok verimli, doyurucu bir yayın oldu. Bekir bu yayında çok önemli bir şey söyledi: “12 milyonluk hizmet sektörünün 4-5 milyonu işsiz kalmış; garsonlar, manikürcüler, turizm sektöründe çalışanlar… Bu insanlar zaten sosyal güvencesiz, yevmiye ile çalışan insanlardı ve iş bulmak umuduyla sokağa çıkıyordu. Sadece herkes Boğaz kıyısında çay içip, çekirdek çitleyeyim diye sokağa çıkmıyor ki. Elbette böyle çıkanlar var, doğru. Burası 85 milyonluk bir toplum ve 20 milyonluk bir şehir bu. Evet, şehrin içinde de böyle 2 milyon savrulan bir kesim var, doğru. Ama çıkan diğer 5 milyon, karınlarını doyurmak için, iş bulmak için veya hayata dahil olmak için sokağa çıkıyor. O 2 milyon çekirdek çitleyene kızmak için her kurduğun cümle, buradaki 5 milyonun yüreğine batıyor.

Mesela, Ankara’daki ekibimiz salgınla ilgili bir sokak röportajı yaptı geçen gün. Bir vatandaşın söylediği çok çarpıcı bir cümle vardı orada: İnsanlar hastalıktan değil, açlıktan ölmekten korkuyor. Çok ciddi bir olay var. Hükümetin normalleşmeye geçmesinin temel motivasyonunun ekonomi olduğunu biliyoruz. Ama vatandaşın da istemeye istemeye normalleşmesinin de temel motivasyonu ekonomi.

Can: Bu yüzden zaten, sert önlemleri hem hükümetin almaya yanaşmayacağını hem insanların da bunu kaldırabilir durumda olmadığını düşünüyorum. Yani bir daha, evine kapanıp 1 ay, 2 ay çalışmadan, bir gelir elde etmeden yaşayabilmesinin imkânı pek yok. Ama bunun karşılığında, bu yükselen salgın ve özellikle de ağır vakalardaki artış, sağlık sektörünü, sağlık çalışanlarını çok sıkıntıya sokuyor. Sadece yorulmak değil, çok ciddi kayıplara yol açıyor. Çünkü vakaların önemli bir kısmı sağlık çalışanları. Artık salgın doğrudan sağlık çalışanlarını vurur hale gelmiş durumda. Gerçi Sağlık Bakanı Tabipler Odası ile bir toplantı yaptı bir iki gün önce; ama başından itibaren, sağlık çalışanlarını ve sağlık çalışanlarının örgütlerini tamamen sürecin dışında tutmak zaten akıl dışı, çok kötü bir yönetim tercihiydi. Ama bunu bilinçli olarak yaptılar. Yarın öbür gün, mahkemelerle ilgi bir şey olduğunda da barolara, deprem söz konusu olduğunda da mimarlar mühendisler odalarına yapılacağı gibi. Sonuçta, uzmanlıktan gelen bir gücü ya da etkisi olabilecek her kesimi sürecin dışında tutmaya çalıştılar. Hatta salgının ilk döneminde Bilim Kurulu’ndan birkaç kişi çıkıp televizyonlarda konuşuyordu, onların da önünü kestiler. O zaman işine yarıyordu iktidarın. Çünkü Bilim Kurulu, iktidarın süreci ne kadar iyi yönettiğini anlatıyordu. Ama şimdi Bilim Kurulu üyeleri, hani arada bir konuşan varsa, işin pek de iyi gitmediğini anlatıyorlar. Dolayısıyla, Bilim Kurulu, önemli bir organ olmaktan düşürüldü.

Çakır: Son olarak şu tarikat meselesine değinelim Kemal. Fatih Nurullah ismini kullanan Uşşaki Tarikatı’nın lideri Eyüp Fatih Şağban, bir müridi tarafından kendisine emanet edilen 12 yaşındaki bir kız çocuğunu istismar ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Ardından yaşanan bir tartışma var. Dün ben bu konuyu yorumladığımda, Hürriyet gazetesi manşetten verdi bu olayı. Hatta Milliyet gazetesinde de birinci sayfadaydı. Ama ilk çıkartan ODA TV. Hürriyet gazetesinin bu konuyu manşetten vermesi, iktidarın da bu olaya dokunulabileceğini kabul ettiği anlamına geliyor. Çünkü gazetelerin böyle bir olayı kendi başlarına manşetten ya da birinci sayfadan vermeye cesaret göstereceklerini sanmıyorum. Sonuçta bu olay, bu tür yapılar ve tarikatlardaki suiistimal meselesini bir kere daha gündeme getirdi. Dünkü yorumumda söyledim, belki tekrar olacak ama hatırlarsın, 28 Şubat sürecinde, Ali Kalkancı- Müslüm Gündüz olayı vardı. Ama oradaki olaylar daha devlet operasyonu gibiydi. Tabii ki bir şeyler yapıyorlardı; ama kendilerini, “Kadının rızası vardı” diye savundular. Burada ise böyle bir olay yok. Burada derin devletin bir operasyonu denemeyecek kadar başka şekilde gelişmiş bir olay olduğu belli. Buradan itibaren, küçük çapta da olsa bir şey başladı. Tabii ki iktidar bunun konuşulmasını pek de istemiyor, ama Diyanet İşleri açıklama yapmak zorunda hissetti kendisini.

Can: Habere erişim engeli getirilmiş sanırım, bugün öyle bir şey gördüm.

Çakır: Ona nasıl bir erişim engeli getirdiklerini çok da anlamadım. Bu çağda neyi nasıl engelleyecekler bilmiyorum. Sonuçta, ortada bir olay var. Benim dünkü yayınımın başlığı “Tarikatları ne yapmalı?” idi. Gelen yorumların çoğunda, asmalı kesmeli şeklinde bir perspektif var. Ama bu Uşşaki Tarikatı, bayağı genişmiş; sadece Sakarya ile sınırlı kalmış bir hareket değil. Bu adam daha önce de, “Hele İslâmî devlet olsun; en güzel sarığı biz saracağız, en güzel cüppeleri biz giyeceğiz… Vakti gelir… Devletin kontrol mekanizmalarında olalım” diye çok büyük, iddialı lâflar etmişti.  Sen ne dersin? Devlet bu olayın çok da konuşulmasını istemeyecek, ama örtülemeyecek bir olay olduğu ortada.

Can: Bu olay tekil olarak birtakım etkiler yaratacak; ama biraz daha geriye gittiğin zaman, “Bu kaçıncı vaka?” durumu da var. Ensar Vakfı olayı yaşandı. Daha öncesinde Hüseyin Üzmez olayı var; tam detaylarını hatırlamıyorum, ama yine bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunma suçundan yargılanarak mahkûm oldu. Cemaatlerin okullarında ya da vakıfların yurtlarında yine tacize uğrayan çocuklarla ilgili başka vakalar da var.  Saydığın zaman yıllara yayılan epeyce böyle olay çıkıyor. Senin söylediğin gibi, 28 Şubat sürecindeki gibi doğrudan onlara dönük, organize bir görünürlük yaratmaktan değil, zar zor kendisini gösterebilen olaylar halinde çıkıyor ve tutulamaz halde herkesin bilgisine açılıyor. Bu tür olayların yarattığı reaksiyonların da, “Asalım keselim, idam geri gelsin” gibi anlık birtakım sonuçları var. Bir de, bu olayların, toplumsal ve siyasal olarak birikmesinden kaynaklanan sonuçları var. Ve asıl sonuçlar da bence orada oluşuyor. “Dindarlık geriliyor mu?” ya da deizm, ateizm tartışmaları, yeni yapılmış gençlik araştırmasının sonuçları filan… bütün bunlar bize, anlık reaksiyonlardan daha kuvvetli bir birikme sonucu olduğunu gösteriyor. Bu olaylar da biraz öyle olmaya başladı. Herkesi namussuzlukla, iffetsizlikle, ahlâkî düşkünlükle suçlama hakkını kendinde gören, “bizim değerlerimiz” diye konuşan insanların, kendilerinin uymak zorunda olduğu değerler konusuna nasıl baktıklarını ve aslında onların, hayatlarına uyguladıkları değerlerin ne olduğu konusunun, sürekli şüphe ve soru işaretiyle karşılaşması, biriken başka bir sıkıntı yaratıyor. Bunların anlık etkileri geçici bence, ama öbür etkisi çok daha kalıcı.

Çakır: Bu söylediğin şu anlamda çok önemli: “Bir kişinin yaptığı şey genelleştirilemez” diye klasik bir lâf var. Ama bu olayda, senin söylediğin o birikme o kadar büyük ki, bu birikmeyi dışarıdan, zaten bu yapılara muhalif olanlar değil, içeriden insanlar da görüyor bence. Bugün Bekir Ağırdır’la yaptığımız yayına atıfta bulunayım yine: KONDA’nın araştırmalarında çıkan, kadın meselesine bakışa dair olumlu değişimden bahsetti Bekir. Yıllara göre karşılaştırılmış bu araştırmada, namus, töre cinayetleri meselesi, kadının kılık-kıyafetiyle ilgili yaklaşımlarda insanların giderek olumlu anlamda değişimlerini görebiliyorsunuz çıkan verilerden. Ya da “İstanbul Sözleşmesi’nden çıkalım, çıkmayalım” meselesinde, içeriden gelen muhalefeti de düşünürsek, gördüğün gibi yapamıyorlar, askıya alındı. Bu askıya almanın en önemli nedeni, zaten muhalif olan kesimlerden gelen tepki değil, kendi içerisinden de gelen tepkiydi. Dolayısıyla, bu olayın etkisi içeride çok ciddi olacak. Zaten Fethullahçılık meselesi nedeniyle “cemaat” kavramı insanları bayağı korkutur olmuştu. Çocukları cemaat okullarına, cemaat yurtlarına vermek, yarın öbür gün ne olacağı belirsiz bir duruma dönüşmüştü. Şimdi bu tür olaylar da, özellikle aileleri, hatta belki çocukların kendilerini de, daha şüpheci, kuşkucu ve mesafeli yapacak diye düşünüyorum. Bu kırılma, bence muhafazakâr kesimde de çok ciddi bir şekilde yaşanıyor.

Can: Evet. İstanbul Sözleşmesi meselesinde de, başka meselelerde de, iktidarın daha tehlikeli bulduğu şey, kendi içinde oluşabilecek muhalefet kadar, karşısındakilerin itirazlarının kendi içlerinde de haklı bulunması. Aslında önemli olan mesele bu. Çünkü bunun bedelini İmamoğlu olayında yaşadı. Karşısında olan insanların haklı olduğuna inanan kendi taraftarları oluştu: “Hayır. Artık burada haksızlık oluyor. Karşındaki haklı” dediler. Kendi içindeki meseleyi daha kolay halledebilir. Israr etseler, itiraz edenler 10 ise, sayı 2’ye düşer. Ama bu önemli değil. Önemli olan, kendi içindeki bir kesimin, karşısındakilerin söylediğini haklı bulmaya başlaması.

Çakır: Türkiye’de yıllardan beri konuşulan bir tarikat realitesi var. Son dönemde, tarikatlar söz konusu olduğu zaman, ortaya hep olumsuzluklar çıkıyor. Şu anlamda söylüyorum bunu: Mesela, “Tamam, bu adam şunu yapmış ama bakın şurada da filan cemaat, filan tarikat şu güzellikleri yapıyor” diye sunabildikleri hiçbir şey yok. Özellikle sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanan cemaatler, şahıslar var. Ama yaptıkları paylaşımların çoğu, özellikle kendi tabanlarındaki gençlerin beklentilerinin çok gerisinde şeyler. Tuhaf bir şekilde sürekli negatife doğru gidiyorlar. İlginç olan, bunu ya algılayamıyorlar ya da artık döndürebilecek imkânları kalmamış durumda. Benim gördüğüm, cemaatler çok ciddi bir çöküş yaşıyor. Yıllardan beri takip ettiğim bir yapı, AKP iktidarında önleri açık, teşvik görüyorlar, para pul her şey var, güçlü olmaları beklenir. Ama tam bir çürüme yaşıyorlar.

Can: Çünkü artık lâzım değiller. Aslında imkânlarla değil, karşılayabildikleri ihtiyaçlarla büyüyen yapılar bunlar. İmkânları büyüdüğü zaman, kendileri büyüyecek demek değil. Karşılayabilecekleri ihtiyaçlar arttığında güçleri büyüyen yapılar. Daha önce, onlara daha fazla korunaklı alan kurabildiği için, ihtiyaç daha fazla olduğu için, daha etkili oluyorlardı. Şu anda fonksiyonsuzlar, lâzım değiller.

Çakır: Hem lâzım değiller hem de mağdur değiller. Eskiden o çok büyük bir câzibeydi. İstanbul’da ya da Anadolu’da sen bir cemaate girdiğin zaman, aslında devlete meydan okumuş oluyordun. O başka bir güç veriyordu. Şimdi öyle bir şey yok. Nerdeyse, devlet seni elinden tutup cemaate sokacak. Bu anlamda da hiçbir câzibesi kalmıyor. Belki şu anlamda olabilir: AKP’ye üye olur gibi, bir cemaat üzerinden iş bulma gibi bir şey olabilir. Dünkü yayınımda da söyledim: Tarikat, tasavvuf, nefis terbiyesidir. Fenâfillâh mertebesi vardır. Bizim zamanımızda liselerde edebiyat derslerinde de okutulurdu. Şimdi okutuluyor mu bilmiyorum. Yani bir nevi içini temizlemek. Şu tarikat lideri Eyüp Fatih Şağban’ın ses kayıtlarında “Nefsimize uyduk, hepimizde var” diyor. Yahu sen insanların nefsini terbiye etme iddiasındaki bir adamsın. Daha kendini terbiye edememiş bir insan olarak… Bir de tabii, o kadar insan, böyle bir şeyi yapabilen bir insanın peşinden nasıl gidiyor? İnsanların biraz zeki olması lâzım. O insanların, bu adamın böyle bir şey yapabileceğini seziyor olmaları lâzım. Bu kadar mı efsunlu bunlar?

Can: Neyse, bu derin bir mevzu, oraya girmeyelim, bu işler nasıl oluyor belki başka bir zaman konuşuruz. Şu çok açık: Hem ihtiyaç ve mağduriyet meselesinden, hem de bu tür, hayata cevap verme anlamında inandırıcılıklarını da kaybettiklerini söyleyebiliriz. Bu tür cemaatlere girişteki mânâ arayışlarına, bu kadar büyük bir çürüme, ahlâkî zaaf ve yetersizlikle karşılık vermek, süreç içerisinde ancak bir acente olarak işlediğinde bir anlamı var. Onun dışındaki fonksiyonları giderek zayıflıyor.

Çakır: Evet Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim.

Can: Ve iyi günler dileyelim.

Çakır: Kemal Can’la, bir “Haftaya Bakış”ı daha bitiriyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. Bizi izlediğiniz için teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.