Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Cumhur İttifakı kalıcı mı? Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek ve Hatem Ete tartışıyor

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Cumhur İttifakı tartışılıyor. Bülent Arınç’ın çıkışlarıyla beraber, Cumhur İttifakı’nın geleceği soru işaretleriyle anılıyordu. Ama dün Cumhurbaşkanı Erdoğan, çok net bir şekilde Devlet Bahçeli’ye teşekkür etti ve Cumhur İttifakı’ndan memnun olduklarını söyledi. Bugün, Burak Bilgehan Özpek ve Hatem Ete ile “Cumhur İttifakı kalıcı mı?” konusunu konuşacağız. Arkadaşlar merhaba.

Özpek ve Ete: Merhaba.

Çakır: Burak, önce seninle başlayalım. Daha önce seninle ve Osman Sert’le yaptığımız “Berat Albayrak’ın istifası sonrası Türkiye” başlıklı yayında sen Cumhur İttifakı’nın dağılacağını söylemiştin — ki o sırada henüz Bülent Arınç meselesi ortada yoktu. Ben de sana katıldığımı söyledim, ama telifi sende. Ardından, Bülent Arınç ve onun arkasından Cumhurbaşkanı Erdoğan çıktı. Arada, Cumhurbaşkanı’nın reform ve “Batı’yla tekrar kucaklaşma” vurguları da oldu. Ama Cumhurbaşkanı’nın en son sözü, Cumhur İttifakı’ndan ve Bahçeli’den memnuniyetini dile getirmek oldu. Cumhurbaşkanı seni tekzip mi etmiş oldu? Nasıl yorumluyorsun?

Özpek: Aslında âni gelişen olayların içerisindeyiz. Bu arada, bahsettiğiniz olayların içerisinde bir de Alaattin Çakıcı’nın Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik tehdit mektubu ve Devlet Bahçeli’nin Çakıcı’ya arka çıkması var. Ben bu olayların hepsini bir bütün olarak hâlinde okuyorum. Önceki programlarda da ve yine Medyascope’taki “Ön Libero” programımda da söylediğim gibi, güncel Türkiye siyasetini, vesayet ile siyaset arasındaki gerilim üzerinden okumayı tercih ediyorum.

Berat Albayrak’ın istifası ile tetiklenen bir olaylar zinciri var. Berat Albayrak’ın Türkiye’yi hapsettiği “siyasetsizlik” meselesi, sadece muhalefetin değil, iktidar partisinin de sorunuydu. Bu siyasetsizlik sayesinde, MHP ile AK Parti, ya da AK Parti’den geriye ne kaldıysa, onun ittifakı gerçekleşmişti. “Siyasetsizlik” derken, onu şöyle açmak gerekiyor: Sayın Cumhurbaşkanı’nın kişisel karizması etrafında şekillenen bir dokunulmazlık zırhı ile, herhangi bir meseleyi, hızlı bir şekilde ulusal güvenlik meselesi haline tahvil etme, Türkiye’deki siyaseti öldürdü. Türkiye’deki hiçbir siyasî parti, muhalefetini meşru zeminde ulusal güvenlik tehdidi oluşturmadan yapamaz hâle geldi. Bunun da mimarı, Sayın Berat Albayrak ve onunla birlikte kurulan yapıydı. Berat Albayrak’ın sistemden tasfiyesiyle, biz, AK Parti’nin veteran politikacılarının sahneye döndüğünü görüyoruz. AK Parti’nin veteran politikacıları da, iktidara gelmek için ya da iktidarda kalmak için, siyaset yapmak zorunda olduklarının farkındalar. Siyaset de doğası gereği, pragmatik ve rasyonel olmak zorunda. O yüzden, insanları “reform” adı altında heyecanlandıran şey, AK Parti’nin yeniden siyaset yapma eğilimi. Yani tepeden formüle edilen söylemlerin, medya ve propaganda enstrümanları vasıtasıyla tabana empoze edilmesinden ziyade, tabandaki ihtiyaçları toplayıp bunu politikaya çeviren bir AK Parti heyecan yarattı. Tabii ki bu, ilk başta, yine kaçınılmaz olarak Devlet Bahçeli’yi rahatsız edecekti. Çünkü Devlet Bahçeli, AK Parti’den çok hoşlanan bir lider değil. AK Parti programından, AK Parti kadrolarından, AK Parti’nin pragmatizminden hoşlanmaz. Devlet Bahçeli’yi Cumhur İttifakı’nda tutan şey, milli güvenlik çerçevesinin kurulması ve AK Parti’ye destek vermekten ziyade, milli güvenliğin gereğini yerine getirmiş olmasıydı. Dolayısıyla, AK Parti’nin yeniden ortaya çıkması, Devlet Bahçeli’nin tepkisine sebep oldu. Alaattin Çakıcı’nın, durduk yere Sayın Kılıçdaroğlu’nu tehdit etmesi, hemen akabinde Devlet Bahçeli’nin ona sahip çıkması çok mânîdar hâdiseler ve AK Parti’ye yönelik bir rest. Bülent Arınç’ın söylemleri de, bu anlamda, var olan ikilemi çok net bir şekilde ortaya koyuyor.

Fakat Devlet Bahçeli’nin şu andaki sistem içerisinde çok önemli bir avantajı var. O da, Türkiye’yi erken seçime götürebilmek. Senin “yavaş olacak” dediğin, benim de “yavaş veya hızlı fark etmez, olacak” dediğim hâdise, Devlet Bahçeli’nin dahliyle hızlanabilir veya yavaşlayabilir. O yüzden, ben ortadaki hikâyenin doğru olduğunu düşünüyorum. Biz Türkiye’de bir şeyleri konuşuyorsak, bu, konuşmamız istendiği için konuştuğumuz anlamına gelir. Yıllardır ana akım televizyonlarda görmediğimiz Bülent Arınç, televizyonlara çıktıysa ve karnından konuşmadıysa, çıtayı çok yükseğe taşıyıp, Osman Kavala’dan, Selahattin Demirtaş’dan bahsettiyse, bunun bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi, AK Parti çıtayı çok yükseğe koydu. Bu hikâyeyi hepimiz biliyoruz. Aynı parti içerisinde farklı figürlerin birbirini tekzip eden açıklamalarını, “iki ileri, bir geri” stratejilerle gündemi ısıttıklarını, hazırladıklarını yıllarca gördük. Benim dünkü tekzipten anladığım, MHP’nin erken seçim kartını oynamış olduğu. Sayın Cumhurbaşkanı’nın da siyaseten zaman kazanmak için dünkü açıklamaları yaptığı.

Çakır: Burada bir duralım Burak. Benim, Alaattin Çakıcı hususunda bir teorim var, onu bilâhare soracağım. Ama şimdi Hatem Ete ile devam edelim. Hatem, sen AK Parti’yi içimizde en iyi bilensin. Çünkü içinden geliyorsun; aktörleri yakından tanıyorsun. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Seninle daha önce yayın yapamadık. Osman Sert ve Burak’la, Berat Albayrak’ın istifasını konuştuk. Bu işlerin milâdı, Berat Albayrak’ın “görevden affı”nı talep etmesi oldu. İstifa da ettirmediler. Ardından, Çakıcı’nın ve Bülent Arınç’ın çıkışı geldi. Çakıcı konusunu daha sonra ayrıca konuşuruz. Berat Albayrak’ın istifası, Bülent Arınç’ın çıkışı ve Erdoğan’ın en son konuşması ile ilgili, “Bunların hangisi gerçek?” konusunda çok ciddi tartışmalar ve spekülasyonlar var. Hâlâ “Berat Albayrak istifa etmedi, ettirildi” diyenler bile var. Bülent Arınç’ın, Erdoğan’ın bilgisi dahilinde ve teşvikiyle konuştuğunu düşünenler, yüzde 90- 95 iken, dünkü konuşmanın ardından, tersine döndü. Sence ne oluyor?

Ete: Elbette sadece yorum yapıyoruz; gerçekte neyin ne olduğunu çok bilmiyoruz. 

Çakır: Hepimiz öyle yapıyoruz zaten.

Ete: AK Parti’de süreçler çok şeffaf değil artık; kapalı kapılar ardında verilen kararlarla ilerliyor. Ama biz dışarıdan analiz yapıyoruz. Benim görebildiğim fotoğraf şöyle: Cumhurbaşkanı Erdoğan, başta, Berat Albayrak’ın sistemde tuttuğu yeri ve mevcut siyasetini değiştirmek üzere bir hazırlık ve niyet içerisindeydi. Ama Albayrak’ın istifası, Tayyip Erdoğan’ın bu hazırlıkları olgunlaştıracak zamanı bulmamasına yol açtı. O anlamda, Berat Albayrak’ın kendiliğinden, gidişatı öngörerek, belki de bu gidişatı önlemek üzere bir siyasî maliyet çıkarma resti çekerek istifa ettiğini, fakat Erdoğan’ın, bu istifa restini görmeyerek, uzun zamana yayacağı muhtemel bir değişikliği erkene almak zorunda kaldığını düşünüyorum.

Çakır: Biz solcular eskiden buna “erken doğum yaptırdı” derdik. Belki hâlâ söylüyordurlar.

Ete: Evet, aynen bu: “Erken doğum yaptırma”. Bu günlerde yaşadığımız anomalinin, itiş kakışın temel gerekçesi de burada yatıyor bence. Erdoğan, bu erken zamanlamayı ve üstelik istifanın üslûbu, kamuoyuna yansıması üzerinden, bütün Türkiye’nin gözü önünde yaşanan bir nevi aile trajedisiyle ilişkili yönünü dengeleyebilmek için, bunu büyük bir fotoğrafın hikâyesinin bir parçası kılma politikası güttü. Fakat bu, henüz hazırlıklarını tamamlamadığı erken bir siyasal değişim hamlesiydi. Hazırlıkların tamamlanmaması, bugün MHP’li ya da AK Partili eski siyasetçilerin her birisinin olayı kendi tarafına çekme süreci olarak yaşanıyor. Olayı böyle görüyorum.

İkincisi, siyasetteki hareketliliği iki katmanda değerlendirebiliriz. Birinci katmanı, Berat Albayrak’ın artık sistemde yer almıyor olması. Bunun başlı başına muazzam bir siyasal dinamizm üretmesi zaten mukadder. Çünkü son beş altı yıldır siyasal sistemde çok büyük bir alan kaplıyordu. Bu alandan çıkmış olması, yeni alan doldurmaya aday bir sürü aktörün hareketlenmesine yol açacak. AK Parti içerisindeki bu hareketliliğin birincil doğal sebebi bu zaten. Fakat bunun, yeni bir siyasî döneme, yeni bir siyasî değişime ve söyleme dönüştürülme hamlesi, burada yaşanacak hareketliliğin katmanını çok artırdı. Asıl işleri karıştıran mesele bu bence. Olayı sadeleştirerek bakarsak, Tayyip Erdoğan, bu siyasal değişim arayışını, söylemle ve kısmî kadro değişimiyle sınırlandırmayacaksa, gerçekten bir siyasî değişimi arzu ediyorsa, iki konuda çok net bir karar vermiş olması beklenir: Bir, Bahçeli ile bunun gitmeyeceği çok açık. İki, Başkanlık Sistemi’nin bugünkü hâliyle, bunun gitmeyeceği de çok açık. Bahçeli’yi başka bir müttefikle dengeleme arayışı bile, ya sistem değişikliğinden tamamen vazgeçmeyi, ya da sistemde çok kalıcı bazı değişiklikler yapmayı göze almasını gerektirir. Bunun için yeterli hazırlığın yapıldığını zannetmiyorum. Bu iş buraya gideceği için, doğal olarak Bahçeli de, AK Parti içerisinde eski siyasetten memnun olan aktörler de… Mesela Süleyman Soylu’nun, Diyarbakır’da iki gün peş peşe yaptığı hamleler, Turkuvaz Medya Grubu’ndaki Kavala hamlesi, Bahçeli’nin Çakıcı üzerinden yaptığı hamlelerle, Tayyip Erdoğan’a şu mesaj veriliyor: “Siyasal değişimin gideceği yerin neresi olduğunun farkındayız. Buraya gidemezsin. Bunu bir yerde sınırlandırmak zorundasın. Bunlar, sadece gözüken fragmanlar; yaşanabilecek muhtemel karmaşanın fragmanlarını gösteriyoruz sadece. Eğer oraya gidecekse, bu karmaşaya hazır ol.” Verilen mesaj bu. AK Parti’nin eski siyasetçilerinin sahneye gelişinin bir yönü, Albayrak’ın boşalttığı alanla ilişkili. İkinci yönü de, bu provokasyonlara karşı Erdoğan’ı cesaretlendirmeye, başka bir siyasetin de mümkün olduğunu göstermeye yönelik, iyi niyetli, ama kendiliğinden gelen ve Erdoğan’ın bu yeni siyasal yönelimini, kendisini Erdoğan’ın yerine koyarak desteklemek üzere, ama en nihayetinde, Erdoğan’ın durumunu zora sokan bir üslûpla gerçekleştirilen hamleler olarak görüyorum. 

Bu anlamda, ikinci dönemde Tayyip Erdoğan’ın söylemi bence şu olacak: Bir taraftan, Bahçeli ve Bahçeli ile beraber, mevcut siyasetin devamını isteyen aktörleri teskin eden bir söylem kullanacak. Bir taraftan da, kendisini desteklemek üzere sahneye çıkmış olsalar bile, bu desteklerin Bahçeli’yi ve çevresini ürkütmesini engellemeye yönelik sınırlar çizecek. Erdoğan’ın dün yaptığı açıklama, tam olarak buydu. Bir taraftan, Bahçeli’ye güven tazeleme ve “Sakin ol” demek. Bir taraftan da Arınç’a, “İnisiyatifi benim elimde olmayan, sahneyi kurgulamadığım bir yerde, tozu erken kaldırma. Bu beni zor duruma sokuyor” demek.

Çakır: Tabii orada şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Bu, siyasetçilerin ve aslında birçok kişinin tercih ettiği “ne yardan ne serden vazgeçme” tavrı. Ama bu politika, birçok durumda bir politikasızlık olup, iki tarafı birden kaybetmeye de yol açabiliyor. 

Burak, bu olayı biraz daha kovalayalım: Erdoğan’ın o söylediği Batı’ya yönelik mesajlarla birlikte okuduğumuzda, çok basit bir soru var: Cumhur İttifakı Batı’yla ortak olabilir mi?

Özpek: Olamaz, mümkün değil. Cumhur İttifakı, Batılı birçok siyasal değerin inkârı üzerine kurulmuş bir iktidar. Biraz önce söylediğim gibi, demokratik kaliteyi bir tarafa bırakın, siyaset kültürüne bile karşı bir paradigmanın sonucu. O paradigma da ulusal güvenlik üzerine kurulu. Mesela, bizim eskiden Milli Güvenlik Kurulu zamanında yaşadığımız vesayetten de biraz farklı. MGK, kendisini oya sunmaz, popülarite peşinde koşmazdı. Onun kerameti kendinden menkûldü ve askerî güce dayanarak meşruluk sağlayan bir güçtü. MGK’nın meşrûluğunu sorgulamak bir tarafa, MGK’nın kendisi meşrûluğu sağlayan bir güçtü. Mesela, dokunduğu aktörü meşrû kabul ederdi. Fakat MGK, siyaset dışında bir yapıydı. Bu, çok demokratik değildi tabii ki. O güvenlik çerçevesinin dışında kalan İslâmcı, muhafazakâr ve Kürt gruplar, Türkiye’de çok önemli bir toplum kesimini oluşturduğu için, bu vesayet dayanamadı, çözüldü. Hepimiz hatırlarız: AK Parti’nin ilk yıllarında mesele, demokratikleşme ve sivilleşme meselesinden çok, siyaseti canlandırma, yüreklendirme meselesiydi. Hep örnek verdiğim Hatırla Sevgilim dizisi vardı: Bu dizide, ülkücü olsun, sosyalist olsun, dinci olsun, siyasal olan herkes, çok iyi karakterler olarak resmedilmişti. Ama vesayetçi olan herkes çok kötü resmedilmişti. Böyle bir şey. Siyaseti canlandırma meselesi AK Parti’nin meselesiydi. Şu anda, biz asıl krizi şurada yaşıyoruz bence: Hem oy peşinde koşan hem demokratik meşrûluk peşinde koşan hem de diğer partiler ve siyasî sistem üzerinde vesayet kurmak isteyen bir yapı var. Neresinden bakarsanız bakın, bu ne demokratik ne otokratik vesayet teorisine uygun. Arada gri bölgede kalan, lâubâli bir şey. Cumhur İttifakı bundan da biraz keyif alıyor galiba. Çünkü hem otoritersiniz hem de seçimi kazanma ihtimaliniz var, demokratik meşrûluğa sahipsiniz. Cennet gibi bir şey. “Hem bütün seçimleri kazanayım, hem de seçimleri kazanmak için iyi performans sergilemeyeyim.” İyi yönetim performansı da, çok disiplinli, kurallı, kurumsal özerkliğe önem veren bir kültürün sonucu olduğuna göre –ki “Avrupa değerleri” dediğimiz şey tam olarak bunlardır–, bunlara ihtiyaç duymadan seçimi kazanmak için getirilmiş bir sistem var ortada. Yani, AK Parti, bize, son beş seneyi, Avrupa’nın kurallı, düzenli, rule based dediğimiz kural temelli ya da hukukun üstünlüğüne dayanan sisteme uymamak için yaşattı. Biz son beş seneyi bunun için yaşadık. 

Şimdi Avrupa’ya yönelik bu mesajları, çok net adımlar görmeden, Avrupa’da satın alacak aktörler var mı gerçekten bilmiyorum. Fakat bu bahsettiğimiz “siyasete dönüş” meselesinde, siyaset, beraberinde bir uzlaşma kültürü talep ediyor. Daha doğrusu, bir merkeze çekilme talep ediyor. Merkeze çekilmek için de, sizin, Avrupa dâhil olmak üzere, dış politikadaki birçok aktörle bir uzlaşı noktası bulmanız gerekiyor. Mevlüt Çavuşoğlu’nun çıkıp, meydan okuyup, AK Partili trolleri coşturan beyanatlarından ziyade, dozu ve tansiyonu daha düşük, daha müzakereye dayalı bir diyalog sürdürmesi lâzım. Bu niçin lâzım? Seçim kazanmak istiyorsanız, ekonomiyi düzeltmeniz ve refahı yükseltmeniz gerekiyor. AK Parti’nin bunları yapabilmesi için, biraz sonuca yönelik düşünmesi ve Avrupa ile, Batı dünyası ile ilişkilerini iyi tutması gerekiyor.

AK Parti’deki bu reform ya da dönüşüm meselesinde beni cesaretlendiren ve bu kadar iddialı olmamı sağlayan şey, hakikaten, hayatın ve gerçeklerin, bunu AK Parti’ye dayatması. O yüzden, Sovyetler Birliği’nin son dönemlerine benzetiyorum. Yani, Sovyetler reform yapmasaydı yıkılacaktı. Reform yaptı, yine yıkıldı.

Çakır: Avrupa’ya yönelik bu reform mesajlarının dile getirilmesinde, o klasik “Biden geldi böyle oldu” yorumları yapıldı. Erdoğan’ın, Trump’la çok farklı bir ilişki kurduğu çok açık. Şimdi Biden’la bu ilişkiyi kuramayacağı anlaşılıyor. Yeni dışişleri bakanı, bildiğimiz eski tip dışişleri bakanlarından birisi olacak. Cumhur İttifakı’nın geleceği tartışmasında, bu sence ne kadar etkili Hatem? Avrupa Birliği’nin pozisyonunu da aşağı yukarı biliyoruz. Ama esas önemli olan, ABD’de Erdoğan’ın en güvendiği liderin, yani Trump’ın –her ne kadar kendisi bırakmamak için dirense de– Ocak ayında görevi bırakacak olması.

Ete: Temel belirleyici dinamik, önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimalinin riske girmiş olması. Her iktidar için birinci esas bu olur. Seçimleri kazanamama riskini artıran en önemli unsur da, Türkiye’deki ekonomik sıkıntı. Ekonomideki bozulma, doğrudan seçim sonuçlarına olumsuz yansıyabilir. Dolayısıyla önce ekonomi üzerinde bir müdahalede bulunması lâzım. Fakat ekonomide yapılacak bir müdahale, doğal olarak, siyasî, hukukî ve dış politikada birçok şeyi beraberinde getirmek zorunda. Burak Hoca’nın analojisiyle devam edeceksek, Osmanlı’nın son dönemindeki reform sürecini, ordunun savaş kaybıyla başlaması üzerinden değerlendirebiliriz. Buradaki temel dinamik, seçimlerin kaybedilme ihtimali. Bunun için de, ekonomide esaslı bir şeyler yapma gereği. Ekonomide yapılacak şeyin kalıcı olması için de, dış politikada ve içeride, hukuk ve demokrasi konusunda bazı düzenlemelerin yapılması ihtiyacı. ABD seçimlerini Joe Biden’ın kazanması elbette esas ve belirleyici bir şey. Bunu tersiyle birlikte düşünmek de mümkün. Seçimi Trump kazanmış olsaydı, Tayyip Erdoğan bu kadar hızlı bir dönüşümü, bu kadar peş peşe sıralı ve sistematik bir şekilde yürütmek zorunda hissetmeyecekti kemdisini. Bu reform arayışı başladığı zaman, bu, beraberinde, bir sistem içerisindeki birçok unsurun aynı anda harekete geçirilmesini gerektiren bir süreç. O çerçevede, bence Biden’ın kazanmasıyla Erdoğan’ın siyaset arayışı ihtiyacı senkronize oldu ve bu durumu daha kolayca tedavüle sokmasını engelledi. Burada belirleyici olanın, Biden’ın kazanması, Erdoğan’ın bunu takip etmesi olduğunu düşünmüyorum. Berat Albayrak’ın beklediğinden erken istifası ve bununla eşzamanlı olarak, Biden’ın ABD seçimlerini kazanması dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın, daha önceden seçim ve ekonomi dolayısıyla vermeye çalıştığı bir kararın erken bir zamana çekilmesi nedeniyle gündemimize geldiğini düşünüyorum. O anlamıyla, dönemin ruhuna uygun bir direksiyon kırma anlayışı. Bu, esaslı bir şeye dönüştürülebilirse, ki “Başka müttefiklerle dengelenmesi lâzım; siyasal sistem değişikliklerden taviz vermeyi gerektiren bir süreç” diye mahzurlarını konuşuyoruz. Fakat bu, dış politikada da gelişmeleri gözeten bir hamle elbette.

Çakır: Peki, şimdi olayın Alaattin Çakıcı bölümüne gelelim. Burak, sen biraz önce haklı bir şekilde önemli bir olay olarak kayda geçirdin. Başta da söyledim, benim bir teorim var: İlk başta, Devlet Bahçeli Meral Akşener’e bir açılım yaptı. Erdoğan da bunu takip etti, ama Akşener’den olumlu bir cevap alamadılar. Bu, Cumhur İttifakı’nı kurtarma hamlesi gibi okundu — ki aslında öyleydi. Çünkü AK Parti-MHP koalisyonunun yüzde 50+1 oyu garantileyemediğini biliyoruz. Böyle bir panik hâli var. Bu nedenle, koalisyona birilerini katmaları lâzım. Ama İYİ Parti olamadı. CHP’den birisiyle yaptığım sohbetten hareketle söylüyorum: “Erdoğan artık Millet İttifakı ile birlikte bir şey yapmak durumunda” dedi. Yani, Erdoğan’ın Cumhur İttifakı’nı dağıtıp Millet İttifakı’na katılma ihtimali. Bunun da merkezinde CHP yer alıyor. İçinde Saadet Partisi de var. DEVA ve Gelecek Partisi de sanki teorik olarak oradaymış gibi duruyorlar. HDP, örtülü bir şekilde orada. Ve burada, Çakıcı’nın ve Bahçeli’nin çıkışlarının, Bahçeli’nin Çakıcı olmadan da CHP ve Kılıçdaroğlu’na aşırı yüklenmesinin, sanki Erdoğan’ın CHP ile muhtemel bir ilişkisinin önünü kesmek için olduğu düşüncesindeyim. Bilmiyorum katılır mısınız? “Kemal Bey, Kemal Bey” diye yıllardır Kılıçdaroğlu’na saldıran Erdoğan’ın, şimdi Kılıçdaroğlu ile birlikte yürümesi çok zor tabii. Ama yanında Akşener ve başkaları da olduğu zaman bu daha kolay olabilir Erdoğan için. Kaldı ki Bahçeli ile de 2015’ten önce çok ciddi bir şekilde kavgalıydılar. Sonra, sanki 40 yıllık ortak gibi beraber hareket ediyorlar. Bir ara “Türkiye İttifakı” diye dillendirilip hemen vazgeçilen seçenek gündeme mi geliyor? Bu anlamda, 2015 Haziran seçiminden hemen sonra, AK Parti-CHP koalisyonu için Davutoğlu’nun niyetlendiği ama Erdoğan’ın engellediği olayı, beş yıllık bir gecikmeyle şimdi mi yaşamamız söz konusu? Çok mu spekülatif? Önce Burak’la başlayalım, sonra Hatem’le devam edelim.

Özpek: Değil aslında. AK Parti, tarihin akışını değiştiren bir müdahalede bulunduğu iddiasıyla var olan bir parti. Bu açıdan, çok devrimci bir karakter taşıyor. Dolayısıyla, gücü, kamuoyunda şeffaf bir şekilde kurumlar üzerinden paylaşmamak için, her yolu mübah görüyor. AK Parti’nin ittifaktan anladığı şey, iki müstakil siyasî partinin meşrû olarak programları üzerinde bir müzakere süreci yürüttüğü, pragmatik, ne zaman biteceği belli bir ittifak değil. Bunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, AK Parti’nin, CHP veya İYİ Parti ile şu âna kadar yürüttüğü tarzda ittifaklar gerçekleştirmek mümkün değil. Fakat Türk siyaseti için en büyük ittifak, Cumhuriyet Kanunları’na göre kurulmuş ve meşrû kabul edilen bu partilerin, ekstra bir meşrûluk ihtiyacını karşılamak için AK Parti’nin siyasî ajandasına destek vermek zorunda olmaması, bu partilerin meşrû aktörler olarak kabul edilmesi. Bu da, parlamenter sistemin kabulünden geçiyor. Oy oranı düşük partiler, cemaatler, tarikatlar, etkisi olmayan suç örgütleri ve etkisi olmayan sivil toplum kuruluşları, kurulan ittifaklar sayesinde hükümete destek vererek, kendi cüsselerinin çok çok üzerinde bir etkiye sahip oldular. O yüzden, bu tip ittifaklar, bu tip vesayet mekanizmaları, o yüzden işini iyi yapmayan gazeteciler için, akademisyenler için, kötü mal üreten iş adamları için, malını piyasada satamayan tüccarlar için, kötü siyasetçiler için harika fırsatlar sunar. Çünkü “tek adam” kültüne itiraz etmediğimiz sürece, ulusal güvenlik çerçevesine aykırı düşecek bir eylemde ve söylemde bulunmadığınız sürece, önünüze fırsatlar serilir. Öte taraftan, işini iyi ve çok kaliteli yapsa da, “tek adam” kültüne iman etmeyen ya da ulusal güvenliğe kendi yorumunu getiren insanlar için cehennemdir. Tayyip Bey’in sunacağı ittifak, yine bir vesayet mekanizması altında “Gelin, ben size el altından kaynakları bölüştüreyim, biraz da kadro vereyim” şeklinde bir ittifak olacaksa, bunun ilerleme şansı yok; değişen hiçbir şey de olmaz zaten. Fakat eğer ittifak, her partiyi Cumhuriyet Kanunları çerçevesinde meşrû kabul edip, bunu da kâfi görmekse, bunlar da, bir rekabetçi siyasî hayatı devam ettirmekse ve AK Parti’nin “efsunlu” olduğu zannından vazgeçmekse, tabii ki bir ittifak olabilir. CHP ile de olabilir, İYİ Parti ile de olabilir, HDP ile de olabilir.

Çakır: Sonuçta bu, son günlerin popüler önermesi “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”i gündeme getiriyor. Hatem, aynı soruyu sana da sormuş olayım. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem etrafında, Türkiye İttifakı benzeri yeni bir şey olma ihtimali var mı sence? Bahçeli, Çakıcı ve benzerlerinin, CHP ve Kılıçdaroğlu’nu aşırı kriminalize etmeye çalışmalarının, bundan kaygılanıyor olmalarından kaynaklandığını ileri sürebilir miyiz?

Ete: Bu siyasî değişimin öngörülen hedefi hayata geçirmesi için, mutlaka sistem değişikliğini hesaba katması lâzım. Bahçeli, geçen haftaki Grup Toplantısı’nda, sistem değişikliğine kalkışılmadığı sürece, bu reform söylemine destek vereceğini söyledi ve bu işin sınırlarını çizdi. “Sistem değişikliği olmayacak. Olmadığı müddetçe, bu reform söylemine rıza gösterebilirim” mesajını verdi. Dolayısıyla, sahici bir siyaset olacaksa, Bahçeli’nin temsil ettiği siyaset ruhu ve Bahçeli ile oluşan birliktelik üzerinden mümkün hâle gelen Başkanlık Sistemi’nden vazgeçilmesi gerekir. Bunun için de, gerçekçi bir siyaset analizi yapacaksak, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin, bunu yapmasını mümkün kılacak bir müttefike ihtiyacı var. Doğrusu ben bu işi CHP’den başlatmazdım. CHP, AK parti karşıtı blokun güçlenmesini, bir arada durmasını var kılan alternatif güç odağı. Bu işin kotarılabilmesi için, CHP ile AK Parti arasında olmak zorunda değil. 

Bu çerçevede, iki alternatif var bence. Fakat bu, Meclis’ten bir yasama, anayasa değişikliği vs. gerektireceği için, mutlaka CHP’nin de razı olacağı bir denklem üretmek zorunda. Ben senin söylediklerini şöyle uyarlayarak kabul edebilirim: CHP’nin içinde olduğu, fakat CHP’nin aktör ve müttefik olarak yer almadığı bir denklemle bu mümkün hâle gelebilecek. O çerçevede, bence burada önemli olan, Erdoğan’ın vereceği karardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğer siyaset değişikliğinde sahici bir tutuma sahipse ve bu değişikliği yapmadığı sürece gelecek seçimleri garantiye almayacağını görüyorsa, bunun için ne pahasına olursa olsun sistem değişikliğini hayata geçirmeyi düşünüyorsa, zamanlamasını kendisinin kontrol ettiği bir denklemde muhalefetten bir müttefik bulmasının zor olmadığını düşünüyorum. Muhalefet, parlamenter sisteme dönüş karşılığında, Erdoğan’ın yeni bir siyasal sahayı değiştirme hamlesini destekleyebilir. Bu da CHP olmak zorunda değil. Ama CHP de bugüne kadarki iddialarını sürdürebilmek için, böyle bir öneriyle gelmiş bir paketi reddedemez diye düşünüyorum. Bunu siyaset açısından da reddedemez. Şöyle sadeleştireyim: Bir; Erdoğan’ın Bahçeli’yi başka bir müttefikle ikame etmesinin tek yolu, sistem değişikliğine razı olması. Çünkü diğer muhalefet partileri, ancak sistem değişikliği üzerinden bir muhalefet kurmayı başardılar. Dolayısıyla bunun masada yer almadığı bir denklemde, Erdoğan ile ittifak kurmalarını seçmenlerine anlatamazlar diye düşünüyorum. Bu nedenle, bu, bir sistem değişikliğini içermek zorunda. Erdoğan sistem değişikliğine razı olacaksa da, bir müttefik bulması çok zor olmaz diye düşünüyorum.

Çakır: Bence burada şöyle bir husus var: Erdoğan için belli bir süreden beri olay, kendisinin ve yakın çevresinin bekası oldu. Özellikle de “Gezi” ile başladı. Ama en çok da, darbeyle beraber, Fethullahçılar’dan gelen “meydan okuma” olayını çok fazla kişiselleştirdi. Zaten o andan itibaren de, AK Parti’nin erimekte olduğunu, parti vasfını yitirdiğini ve bir aile şirketi gibi olduğunu görüyoruz. Bence bütün bu tartışmaların bir yerinde, Erdoğan’ın, kendisinin ve çevresinin bir şekilde garanti altında olabileceği formüller üzerine kafa yorduğunu ve artık Bahçeli ile gidilebilecek çok fazla bir yolu kalmadığını gördüğünü düşünüyorum. Erdoğan, Bahçeli ile kurduğu ittifak birçok kişiye imkânsız gelmesine rağmen bu ittifakı nasıl kurduysa, bence önümüzdeki dönemde, kendi bekası için –tabii bunu herkese ülkenin bekası olarak sunacak– kendisini garantiye alacak bir yerde, iktidarını paylaşmaya razı olabilir gibi geliyor bana. Burada kritik kelimenin “iktidarı paylaşmak” olduğu kanısındayım. Çünkü Bahçeli, “Ben hiçbir şeye karışmıyorum, siz ülkeyi istediğiniz gibi yönetiyorsunuz” diyor, ama her şekilde, Cumhur İttifakı’na damgasını basan, aslında MHP’nin ideolojisi ve perspektifi. Ama diğerleri Erdoğan ile bir işbirliği yapacakları zaman, ondan iktidar talep edecekler. Bu, Erdoğan’ın vermek istemediği bir şey. Bence burada kilit mesele, Erdoğan’ın iktidarını başkalarıyla paylaşmaya razı olup olmayacağı. Burak, ne dersin? 

Özpek: Güçten pay talep etme konusu aslında MHP’de de var. Güçten pay talep ederken, bunun hangi yollarla yapılacağı çok önemli bana sorarsanız. Mesela, parlamenter sisteme geçiş üzerinden güç paylaşımı talebiyle, kapalı kapılar ardında devlet kadroları ya da ihale pazarlığı yaparak ya da televizyonlara çıkacak insanların kompozisyonu üzerinden pazarlık yaparak güç talep etmek arasında çok büyük fark var. Bence Sayın Cumhurbaşkanı’nın ikincisiyle bir problemi yok.

Çakır: Evet. Her partiye birer cumhurbaşkanı yardımcılığı, ikişer bakanlık vererek eski sistemin devam etmesini tercih eder.

Özpek: Evet, bir problemi yok. Hatem Hoca’ya katılıyorum, burada muhalefet partilerine düşen, eğer böyle bir reform talebiyle ya da böyle bir istekle gelindiği zaman, bu isteğin nasıl karşılanacağı. Eğer kurumsal bir taleple karşılık görürse, bu, Erdoğan’ın meşrû bir siyasetçi olarak, rekabet içindeki oyunculardan herhangi biri olması ve dünyevîleşmesi anlamına gelecek. Sayın Erdoğan gücünü bu şekilde paylaşmak istemiyor. Açıkçası, ben, parlamenter sistem içerisinde girebileceği bir ittifakta, ortağına, MHP’den daha fazla taviz vereceğini düşünmüyorum. Parlamenter sistem içerisinde bile bir koalisyona girseydi, mesela 7 Haziran sonrası CHP-AK Parti Koalisyonu kurulsaydı, AK Parti’nin MHP’ye verdiğinden daha fazla taviz vereceğini düşünmüyorum. Fakat orada mesele bence başka. Güç paylaşım yollarının kurumsal ve şeffaf olması mı, yoksa bu yolların daha keyfî, her an bozulabilir, her an elinden alınabilir, daha böyle “havuç-sopa” usûlüyle yürütülmesi mi? Bizim meselemiz, Cumhurbaşkanı’nın gücü paylaşma meselesi değil, gücü paylaşma yönteminde karar vermesi bence.

Çakır: Evet, Hatem, aynı şeyi sana da sorayım. Mesela 2015’de AK Parti ve CHP arasındaki “istikşafî” görüşmeleri sen içeride yaşadın, değil mi? O görüşmeler bir yere doğru giderken, Cumhurbaşkanı buna izin vermedi, istemedi ve bence Türkiye çok büyük bir fırsatı orada kaçırdı. Ardından, pek çok şey değişti, bunları gördük. Burak’ın da dediği gibi, görünür pazarlıklar yerine, görünmeyen pazarlıkları tercih eden bir siyasetçi var karşımızda. Ama bir taraftan da, kendi bekasını da çok fazla merkeze koymuş bir siyasetçi var. Ne dersin, bundan sonra ne yapabilir?

Ete: Esas dinamiğin bekası mı olduğu, iktidarda kalmak mı olduğu, ülkenin bekası mı olduğu tâli bir mesele bence. Bu, her birimizin analiziyle değişebilir. Ama ortada gerçek olan bir şey var: Mevcut iktidar ya da herhangi bir siyasî parti, iktidarını garantilemenin yollarına bakıyor, ben olayı böyle okuyorum. Bu çerçevede de, bu iktidarın devamı için bir siyaset değişimi ihtiyacı ortada. Buradaki temel sıkıntı, Tayyip Erdoğan’ın, bu siyasetin taşlarını döşemek için zamana ihtiyacı var. Eski ittifak ilişkilerinden de, siyasal değişim süreçlerinden de biliyoruz Cumhurbaşkanı Erdoğan âni karar alan, hızlı dönüşüm sağlayan bir lider değil. Zamana yayan, zaman içerisinde onu olgunlaştırıp hareket eden bir siyasî lider. Burada, Albayrak’ın erken istifası dolayısıyla, erken bir zamanda bu işe soyunmak zorunda kalan bir iktidar konfigürasyonu görüyorum. Önümüzdeki günlerde bunun ürettiği bazı anomalilerle karşılaşacağız. 

Eğer burada yeterli bir zamanı olacaksa, bu ikircikli söylemlerle, yani bir yandan Arınç gibi aktörleri sınırlama, bir yandan Bahçeli’yi teskin etme siyaseti kendisine biraz zaman kazandırıp alternatif aktörlerle bir oyun kurma imkânı yakalayabilecekse, burada iktidar paylaşımını dert etmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü burada seçenekler kısıtlanmış durumda: Ya Başkanlık Sistemi’ne devam ya Parlamenter Sistem’e dönüş. Bahçeli dışındaki aktörlerin hiçbirisi, “Başkanlık Sistemi’ne devam”ı kabul edebilecek bir durumda değiller. Ya da Başkanlık Sistemi’nde kalınacaksa bile, Başkanlık Sistemi’ni bugünkü varlığından tamamen kopartacak demokratik bir modifikasyona tâbi olmak zorunda. Bu konuda Burak Hoca’ya katılıyorum: Tarım Bakanı ya da Ulaştırma Bakanı’nın koalisyon ortağında olup olmamasının çok mesele hâline dönüşeceğini düşünmüyorum. Bu mesele, siyasetin doğasını, iklimini, denge denetleme mekanizmalarını, erkler arası ilişkileri demokratikleştirmeye yönelik bir karara varılıp varılmayacağıyla ilgili. Dolayısıyla burada bir karara varıldıktan sonra diğer meselelerin daha kolay çözülebileceğini düşünüyorum.

Çakır: Evet, burada toparlayalım. Hatem Ete ve Burak Bilgehan Özpek’e teşekkürler. Burak, ne zaman senin adını söylesem, başkalarının yaptığı hata aklıma geliyor ve kendimi frenliyorum.

Özpek: Biraz önce, Hatem Hoca da yaptı o hatayı. 

Ete: Ama siz de antrenmanlısınız bu hatalara karşı.

Özpek: Hemen tepki veriyorum hocam. Hemen. İnanılmaz bir şey.

Çakır: Zaten, dönem değişirse, isminde bir düzenleme, bir değişiklik yaparsın. Böylece bu zorlukları aşarız diye umuyoruz.

Özpek: Olur.

Çakır: Evet, programı bitirelim artık. Hatem Ete ve Burak Bilgehan Özpek’e tekrar teşekkürler. “Cumhur İttifakı kalıcı mı?” sorusu üzerine verimli bir yayın oldu. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.